Bu Blogda Ara
26 Ekim 2009 Pazartesi
Perikles'in Cenaze Söylevi
Sözlerime atalarımızdan başlayacağım; çünkü böyle bir fırsatta onları anarak saygı göstermemiz doğru ve güzeldir. Bu yurtta hep bir soydan gelenler oturmuşlar, onu her kuşak yavuzluğuyla kölelikten koruyarak kendinden sonra gelene bırakmış. Bu yüzden onlar övülmeyi hak etmişlerdir. Fakat asıl övülecek olanlar babalarımızdır; kendilerine bırakılanlara büyük zorluklarla kazandıklarını da ekleyerek bugünkü büyük egemenlik alanımızı bizim elimize verdiler. Devletin daha çok güçlenmesini bugün tam olgun yaşta bulunan bizler başardık, şehrimizi her şeyle donatarak onu hem savaşta, hem barışta bütün bütün kendine yeter kıldık. Bütün bu faydaları bize kazandıran savaş başarılarını, Helen yahut yabancı düşmanların saldırmasına karşı babalarımızın yahut kendimizin cesaretle yurdu nasıl koruduğumuzu uzun uzadıya anlatmayıp geçeceğim. Bunlar hepimizin çok iyi bildiğimiz şeylerdir. Ne gibi hedeflere doğru yürüyerek bu kadar yükseldiğimizi, hangi devlet ilkeleri, hangi düşünüş ve yaşayış biçimleri yüzünden arttığını gösterdikten sonra ölülerimizi öveceğim. Bunların bu yere ve bu zamana uyduğunu, işitilmelerinin yerli yabancı bütün bulunanlar için yararlı olacağını sanıyorum.
Başka ulusların yasalarına bakarak kurulmamış olan bir idare şeklimiz var; başkalarını taklit etmek şöyle dursun, biz kendimiz başkalarına örnek oluyoruz. İdare şeklimizin adı demokratia�dır. Bu ad ona bir kaç kişiye değil, bütün yurttaşlara dayandığı için verilmiştir. Yasalarımız kişisel işlerde herkese aynı hakkı veriyor; devlet işlerinde herkesin alabileceği yer şu veya bu soydan oluşuna değil, gösterdiği yüksek yetenekle kazandığı üne göredir. Yurda iyiliği dokunabilecek bir yurttaşın şerefli bir yer kazanmasına da fakirliği, alçak bir sınıftan oluşu engel değildir. Devlet işlerinde çok serbest düşünüyoruz. Bu serbest düşünüşü günlük uğraşlarımızda da gösteriyor, birbirimizi tenkit için gözetlemiyoruz. Birisi bir kere gönlünün dilediği gibi işlemişse ona kızmadığımız gibi başkalarını cezalandırmayan, fakat can sıkan somurtkan bir yüz de takınmıyoruz. Özel yaşayışımızda hepimiz dilediğimizi işlediğimiz halde bütün yurttaşları ilgilendiren işlerde kötü bir şey yapmak korkusuyla çok sıkı davranıyor, baştakilerin, yasaların, bilhassa haksızlığa uğrayanları korumak için konulmuş olan, yazılı olmadıkları halde onları ayakları altına alanlara herkesin pek doğru ve yerinde bulduğu kötü bir ad kazandıran yasaların buyruklarından dışarı çıkmaktan çok çekiniyoruz.
Biz ruhumuzu yorgunluklardan dinlendirmek için de pek çok imkânlar bulduk. Bütün yıl birbirini kovalayan vakti belli idman bayramlarımız, kurban âyinlerimiz, çok güzel döşenmiş evlerimiz var; bunların her gün bize verdiği eğlence ve sevinç karşısında can sıkıntısı, keder tutunamıyor. Şehrimiz büyük bir merkez olduğundan her yandan her şeyi buraya çekiyoruz; biz yurdumuzun mallarından olduğu kadar yabancı ülkelerin yetiştirdiklerinden de kendimizinkiler gibi faydalanıyoruz.
Savaş işlerindeki tedbirlerimizin esaslarında da şu noktalarda düşmanlarımızdan ayrılıyoruz: şehrimizi herkes için açık tutuyoruz; düşmanlarımızdan biri gizlenilmemiş bir şeyi görür de faydalanır korkusuyla görmesine, öğrenmesine engel olmak için hiçbir yabancıyı hiç bir zaman şehrimizden kovmuş değiliz. Biz en büyük yardımı düşmanı şaşırtmak için yapılan hazırlıklar, tertiplerden değil, dövüşmeye karşı gönüllü ve hazır oluşumuzdan bekliyoruz. Gençlik eğitiminde onların hedefi ağır meşakkatli bir yaşayış ile daha çocuk iken bir erkek gibi olmaktır. Bize gelince rahat, başıboş yaşadığımız halde kendimizinkine denk düşman güçlerine karşı yürümekte onlardan hiç de geri kalmıyoruz, işte kanıtı: Lakedamonialılar yalnız başlarına değil, bütün birleşik güçleriyle topraklarımıza giriyorlar. Bizse başkalarına saldırarak bizim için yabancı bir toprakta, kendi yurtlarını koruyanlarla dövüşüp onları çok kere kolayca yeniyoruz. Bizim bütün savaş gücümüzle düşmanlarımızdan hiçbiri daha karşı karşıya kalmadı. Çünkü biz aynı zamanda bir yandan bir donanma hazır tutuyor, öte yandan kendi askerlerimizden bir takımını bir çok yerlere yollayıp dağıtıyoruz. Böyle olduğunu bildikleri halde Lakedamonialılar güçlerimizin bir takımı ile çarpışıp bizimkilerden bir kaçını yenerlerse bütün güçlerimizi kovaladıklarını söyleyerek övünüyorlar; yenilince de bütün ordumuz karşısında bozguna uğradıklarını anlatıyorlar. Zahmetlere, meşakkatlere dayanmaya çalışmıyor, kayıtsız, rahat yaşayarak düzen ve kurallardan daha çok ruhumuza, karakterimize uyarak savaşta yüksek cesaret göstermek istiyorsak, bunun bize ilerdeki zorluklar, meşakkatler için daha önceden zahmet çekip yorulmamak gibi bir faydası oluyor. Güçlüklerle karşılaşınca da durmadan dinlenmeden kendilerini sıkan, zorlayanlardan yüreklilikte daha geri kalmıyoruz.
Bu ve daha başka hususlarda Atina hayranlığa değer. İsrafa kaçmadan güzel şeyi, gevşeklik vermeyecek derecede bilgiyle uğraşmayı seviyoruz. Zenginliği gürültülü sözlerle öğünmek için değil, bir iş başarabilmek için bir fırsat biliyoruz. Atina�da bir kimse için fakirlikten kurtulmaya çalışmamak utandırıcıdır. Bizde aynı adamlar hem kendi işlerine hem de devlet işlerine bakarlar; bu, şu, öteki başka bir işle uğraştığı halde bütün yurttaşları ilgilendiren meselelerdeki bilgi ve anlayışları kıt değildir. Yalnız biz Atinalılar devlet işlerine karışmayanlara kendi işi gücü ile uğraşan ses siz bir yurttaş değil, hiç bir işe yaramayan biri gözüyle bakıyoruz. Sözlerin işler için zararlı olmadığını, yapılması gereken işlere girişmeden önce iyice bilmemenin çok kötü olduğunu sandığımızdan yapılacak şeyleri düşünüp taşındıktan sonra bir karara bağlıyoruz. Cesaretle bir işe atılmak, girişeceğimiz işi en ufak yerlerine kadar düşünmekte de başkalarından üstünüz. Öte yandan başkalarına anlayışsızlık delice bir cesaret, her şeyi enine boyuna düşünüp hesaplama ise korkaklık verir. Neyin hoş neyin zahmetli olduğunu iyice tanıdıkları halde tehlikeler karşısında yılarak geri çekilmeyenlerin çok sağlam ruhlu kimseler olduğuna inanmak pek doğru olur.
İyilik etmekten anladığımız da, birçoklarınınkinden büsbütün başkadır. İyilik görerek değil, iyilik ederek dost kazanıyoruz. İyilik edenin durumu daha sağlamdır. Çünkü yaptığı iyilik, iyilik ettiği kimseyi sevgi ile karşılığını yapmaya borçlu kılmaktadır. Yapacağı iyiliğin bir sevgi eseri değil, ödenen bir borç yerine geçeceğini bildiğinden teşekküre borçlu olan sallantıdadır. Yalnız biz sağlayacağımız yararı göz önünde tutarak değil, fikir ve ruh asilliğimizin bir kanıtı olarak hiç korkmadan başkalarına iyilik ediyoruz.
Kısaca söylersem, Atina şehri Helen dünyasının bir okuludur. Burada bana yaşam uğraşlarının bütün biçimlerinde, hem de incelikle birleşmiş büyük bir beceriklilikle herkes kendi kişiliğini, kendi vücudunu her şeye gücü yetecek bir duruma koyuyor gibi geliyor. Bunların yalnız bu an için söylenmiş gürültülü sözler değil, başarılan işlerle kanıtlanmış gerçekler olduğunu, devletimizin anlatmış olduğum niteliklerimizle kazanılan kudreti gösteriyor. Bugün ayakta duranlar arasında yalnız bizim devletimizin gücünün söylenildiğinden, anlatıldığından pek daha büyük olduğu deneme ile anlaşılıyor. Yalnız bizim devletimiz kendisine saldıran düşmanı böyle insanlara nasıl yeniliyorum diye öfkelendirmediği gibi, idaresi altına girmiş olanların da değersiz kimselerin ellerine düştüklerinden yanıp yakınmalarına sebep olmuyor. Gücümüzü birçok tanıtlarla, tanıklarla ortaya koyduğumuz için şimdi yaşamakta olanlar ve ileride yaşayacaklar bize karşı hayret ve takdir duyacaklar. Bizim ne Homeros�a, ne de başka bir övücüye ihtiyacımız var. Böylece bir övücü sözleriyle kısa bir zaman eğlendirir; fakat gerçek, onun olguları değerlendirişini yıkar atar. Biz bütün denizleri ve karaları yürekliliğimize yol vermeye zorladık; her yanda yenme yahut yenilmemizin hep duran anıtlarını kurduk. Onu ellerinden kaptırmamayı en yüksek bir düşünce ile ödev bilerek böyle bir şehir uğrunda bunlar dövüşüp can verdiler. Daha yaşayan bizlerden her birimizin onun uğrunda her şeyi göze almak isteyeceği tabiidir.
Şehrimizden biraz uzunca konuşmamın nedeni bizim savaşımızla bu söylediklerimizden hiçbiri kendilerinde bulunmayanların savaşmasının bir olmadığını göstermekti. Bunu yaparken ölülerimiz için söyleyeceğim övücü sözlerin temellerini kanıtlarla sağlamlaştırmış oldum. Övücü sözlerimin büyük bir kısmını söylemiş bulunuyorum. Çünkü şehri övmek için saydığım şeylerle onu süsleyen bu ölülerimizin ve onlar gibi yavuz erlerin güzel başarılarıdır. Bunlarınki gibi sözlerimizle işlerimiz birbirine denktir diyebilecek pek az Helen vardır. Bunların ölümü gibi bir ölümün bir erkeğin yavuzluğunun (ister bu yavuzluğu ilk defa olarak meydana çıkarsın, ister sonuncu bir kere daha sağlamca göstersin) en büyük kanıtı olduğu düşüncesindeyim. Bir kimse başka hususlarda kusur etmiş olsa da anayurdu korumak için savaşta gösterdiği yürekliliğe üstün bir yer ayırmak gerekir. Böyle bir kimse işlediği iyilikte önceki kötülüğünü temizleyerek yurda özel işleriyle verdiği zarardan daha çok faydası olmuş demektir. Bu ölülerimizin hiçbiri zenginliğinden ilerde de faydalanmayı her şeyden üstün tutarak yürekliliğini yitirmediği gibi, fakirse de kaçarsam belki ilerde zengin olurum umuduyla tehlikeden yakasını kurtarmaya çalışmadı. Düşmanları cezalandırmak dileği bütün bunlardan çok daha güçlü idi. Bunu yapmak için kendilerini tehlikeye atmayı çok şerefli bulduklarından her şeyi göze alarak düşmana haddini bildirmeye ve anlatmış olduğum faydaları elde etmeye karar verdiler. Geleceğin kendilerinden gizli tuttuğu başarıyı umuda bırakarak gözleri önünde olan şey için güçlerine güvenmeyi doğru buldular. Yurtlarını korurken ölmeyi, yerlerini bırakarak kaçıp canlarını kurtarmaktan daha şerefli saymakla korkak denilmenin utancından kaçındılar. Onlar üstlerine düşen ödeve canla başla katlandılar ve savaş talihinin birden işe karışması sonunda korku ile değil, en yüksek ün ve şerefle hayattan ayrıldılar.
Bunlar böyle yavuz davranmakla şehrimize yakışan erler olduklarını gösterdiler. Geri kalanlar savaşın kendileri için daha az tehlikeli olmasını dilemekle birlikte düşmanlara karşı hiç yılmayan bir yürekleri olmasını istemelidirler. Siz yurdu korumanın iyiliklerini söylenecek kuru sözlerden öğrenecek değilsiniz. Pek iyi bildiğiniz şeyler olduğu için birinin kalkıp bunları size uzun uzadıya anlatması gerekmez. Siz şehrin eşsiz gücünü her günkü olan bitenlerde görüyor, onu içten seviyorsunuz. Onun büyüklüğünü düşündükçe tehlike ne kadar korkunç olursa olsun üstlerine düşen ödevi iyice tanır tanımaz işe atılmak yürekliliğini gösteren, şeref duygusuyla davranan erlerin onu bu yüksekliğe ulaştırdıklarını, herhangi bir denemede, başarısızlığa uğradıkları zaman şehri hemen kendi cesaretlerinden mahrum bırakmayıp canla başla onu kurtarmaya çalışarak en büyük fedakârlıkta bulunduklarını hatırlıyorsunuz. Bütünlüğün kurtuluşu için canlarını feda etmekle bunların her biri kendisi için hiç ölmeyen bir ün, eşsiz bir mezar kazandı. Bu mezar onların içinde yattıkları yer değil, kahramanlıktan söz açıldıkça, yavuz başarılar görüldükçe, durmadan anılarak içinde saklanacakları yerdir. Yavuz insanların gömüldüğü yer bütün topraklardır. Onların adını yalnız yurtlarındaki mezar taşı yazıları bildirmez, yabancı illerde de yazısız anıları taş, tunç üzerinde değil her insanın gönlünde, düşüncesinde yaşar durur. Siz şimdi onlar gibi olmaya çalışın; özgürlüğün öz mutluluk, yürekli olmanın özgürlük demek olduğunu düşünerek savaşın tehlikelerinden yılmayın. Yoksulluk içinde yaşayan, kendileri için iyi bir yaşayışa kavuşmak ihtimali olmayan kimselerin, mutluluklarını yitirerek bahtsızlığa düşmek tehlikesine uğrayacak, ayakları kayıp düşünce eskisinden pek başka şartlar içinde yaşayacak olanlardan daha haklı olarak canlarını tehlikeye atabilecekleri doğru değildir. Şeref duygusu olan bir insan için korkak davranmadan doğacak alçalma, yüreklilikle yurdunun zaferini umarak döğüşürken duyulmadan gelen ölümden pek daha acıdır.
Bunun için ölülerimizin burada bulunan ana babalarına acıyacak değilim; onlara avutucu sözlerle cesaret vermeye çalışacağım. Sizler doğduğunuzdan beri talihin ne kadar çeşitli aksiliklerine uğradığınızı biliyorsunuz. Bahtlı olanlar burada yatanlar gibi şerefli bir ölüme, sizler gibi şerefli bir acıya kavuşanlar, yaşamlarında mutluluklarını nelere bağlamışlarsa onlar arasında ölenlerdir. Sizleri buna inandırmanın, acılarınızı unutturmanın güç olduğunu biliyorum. Başkalarının bahtlarını görerek önce sizi sevindirip gururlandıran mutluluğunuzu sık sık hatırlayacaksınız. Tatmadığı, denemediği iyi şeylerden yoksun kılınması değil, alıştığı yerin elinden alınması insana acı gelir.
Daha çocukları olacak yaşta bulunanlar yeniden çocuğa kavuşmak umuduyla kendilerini avutmalıdırlar. Bu çocuklar her ana babaya artık yaşamayanları unutturmakla kalmazlar, aynı zamanda onu ıssız kalmaktan kurtarmak, devamını sağlamak gibi çift bakımdan şehre faydalı olurlar. Çocuklarını yitirmek gibi aynı bir tehlikeyle karşı karşıya bulunmayanlar şehir için aynı doğru ve tarafsız öğütlerde bulunamazlar. Kocamış olmaları kendileri için böyle bir umuda yer bırakmayanlara gelince, sizler günlerinizin çoğunu bahtlı olarak geçirmiş olmanızı kâr bilmeli, geri kalan zamanın kısalığını düşünerek çocuklarınızın kazandıkları ünle acılarınızı yatıştırmalısınız. Çünkü ölmeyen yalnız ündür, ihtiyarlığa, bazılarının dedikleri gibi kazanç değil, sayılmak yakışır.
Artık hayatta olmayanı herkes över; ne kadar yavuzluk gösterirseniz gösterin, sizi bunlara denk tutmayacaklar, onlardan biraz aşağı olduğunuzu söyleyecekler. Hayatta olanlar rakiplerinin kıskançlığıyla çarpışırlar, kimseye engel olmayanın ise kıskanmadan iyiliği istenir, kendisine saygı gösterilir.
Dul kalan kadınlarımızın yürekpekliğini de kısaca anmam gerekirse, bütün diyeceklerimi bir kaç övücü söz içine sığdıracağım. Siz kadınlar için en büyük ün, yaradılışınızın çizdiği sınırlar içinde geride kalmamanız, iyi yahut kötü davranmanızdan dolayı adınızın erkekler arasında mümkün olduğu kadar az anılmasıdır.
Ben geleneğe uyarak, yakışık aldığını sandığım şeyleri söyledim. Ölülerimize karşı söylenmesi değil, yapılması gerekenlere gelince: bir yandan törenle gömerek onlara saygı gösterdik, bir yandan da şehir onların çocuklarına, masrafını yüklenerek yetişinceye kadar bakmayı üzerine alacak ve onların geride bıraktıkları çocuklarına böyle bir döğüş için gözle görülür, elle tutulur bir faydası olan bir zafer çelengi ayıracak. Yüreklilik ve yiğitlikler için ortaya büyük ödüller koyan bir şehrin yurttaşları da en yiğit erlerdir. Şimdi herkes kendine düşen yası bitirip evine dönsün
Hansa Birliği
Hansa isminin kökeni
13. yüzyıldan 15. yüzyıla değin Avrupa'nın kuzeyinde önemli bir ekonomik ve siyasal güç olmuştur. Ortaçağ Almancasında "lonca" ya da "birlik" anlamına gelen Hanse sözcüğü, Got dilinde "takım" ya da "bölük" anlamındaki bir sözcükten türemiştir.
Birliğin doğuşu
Hansa Birliği'nin kurucuları, Alman tüccarların etkin olduğu iki ana bölgenin yerel ticaret birlikleriydi. Bunlar, Felemenk ve İngiltere'yle ticari ilişkileri olan Ren Bölgesi ile Almanların kuzeydoğu Avrupa'nın iç kesimleriyle Batı Avrupa-Akdeniz Bölgesi arasındaki ticarete aracılık yaptıkları Baltık Denizi bölgesiydi. 1280'lere gelindiğinde, Ren Bölgesi'ndeki çeşitli tüccar grupları ortak çıkarlarını korumak için işbirliğine başlamışlar ve başta Lübeck olmak- üzere Baltık ticaretine egemen olan öteki kuzey Alman kentleriyle bir birlik kurmuşlardı. Birlik üyeleri ticaretlerini güvence altına almak için korsanlara ve haydutlara karşı önlemler almayı, fener kuleleri inşa ettirip kılavuzlar yetiştirerek deniz seferlerinin güvenliğini sağlamayı ve güçlü ticaret üsleriyle tekeller oluşturmayı amaçlıyorlardı. Bu dönemde Bergen, Novgorod ve Londra (Steel Yard) gibi çeşitli yabancı kentlerde Hansa Birliği'ne bağlı ticaret üsleri (Kontore) kuruldu.
Danimarka ile savaş
Ama birliğin izlediği saldırgan ve korumacı politikalar bir süre sonra yerel tüccarlar arasında hoşnutsuzlukların doğmasına, hatta silahlı çatışmaların çıkmasına neden oldu. Öte yandan Danimarka Kralı IV. Valdemar'ın Baltık Denizinin güneybatısına egemen olmaya ve birliğin buradaki denetimine son vermeye yönelik çabaları 1368-70 arasında birliğin geleceği için ciddi bir tehlike durumuna geldi. Birlik üyeleri bu sorunu görüşmek üzere özel olarak topladıkları mecliste bir ordu kurmaya karar verdiler. Bu ordunun Danimarkalıları kesin bir yenilgiye uğratmasının ardından Hansa Birliği kısa bir süre Danimarka'ya egemen oldu.
Hansa Birliği'nin yapısı
14. yüzyılda çoğunluğu Almanya'da bulunan 100 kadar kent, birliğe üyeydi. Sürekli bir ordusu ve donanması olmayan Hansa Birliği'nin anayasası yoktu; düzenli aralıklarla toplanan meclislerin (diyet) dışında bir yönetim organına sahip değildi. Bu meclisler, üye kentlerin özel ve bölgesel çıkarlarının ortak sorunlara ağır basmaya başladığı 15. yüzyıl başından sonra gitgide daha az toplanmaya başladılar.
Hansa Birliği'nin dağılması
Hansa Birliği'nin zayıflamasında. Alman olmayan Baltık devletlerinin giderek güçlenmeleri de etkili oldu. Litvanya ile Polonya'nın 1386'da birleşmesinin ardından yaklaşık 1400'de Danimarka, İsveç ve Norveç aralarında bir birlik oluşturdular. Öte yandan Alman tüccarlar 1478'de Moskova Knezliği'nin eline geçen Novgorod'dan çıkarıldılar. 16. yüzyıl ortalarına gelindiğinde Felemenklilerin Baltık Bölgesi'nden batıya yapılan ticaretin denetimini ellerine geçirmeleri Lübeck'e ağır bir darbe indirdi. Almanya'da Brandenburg-Prusya gibi prensliklerin güçlenmesiyle daha da zayıflayan birlik, Amerika'nın keşfi ve ticaret yollarının Batı'ya kayması sonucunda yavaş yavaş dağılmaya başladı. Hansa Birliği'nin meclisi son kez 1669'da toplandı.
Yeni Hansa Birliği’nin kuruluşu
1980 yılında Hollanda’nın Zwolle kentinde düzenlenen bir konferansta Hansa Birliği’nin yeniden canlandırıldığı ilan edildi. Yeni Hansa Birliği’nin temel hedefi, „sınırlar ötesi ortak hayat ve kültür topluluğu meydana getirmek“ olarak duyuruldu. Yeni Hansa Birliği, Hansa’nın Ortaçağ’da geliştirdiği gelenekler çerçevesinde yalnızca turizmi değil, birliğe bağlı kentler arasındaki ticareti de geliştirmeye çaba gösteriyor.
Küreselleşme ve Siyaset
Salı günleri hoca ile görüşülebilir. Okulda.
24 Ekim 2009 Cumartesi
Ortodoksluk nedir?
Bu bakış açısında Ortodoksluk, belirli bir ideolojiye ait değildir ve çok çeşitli Ortodoksluklar olabilir.
Ortodoksluk ya da Ortodoks düşünce, birey üzerinde kesin kontrol arayan tüm düşünce ve eylem topluluklarıyla (dinsel gruplar, etnik/ayrılıkçı örgütler, sekter siyasal partiler) ilgilidir. Üyeleri üstünde homojenleştirici bir etkide bulunan bu tür topluluklarda, topluluğun dayandığı doktrin içindeki birbiriyle bağdaşmayan düşünce içeriklerinin ya da inançların, sorgulanmaksızın aynıyla tekrarı istenmektedir. Ortodoks grup, tek bir perspektifi kabul etmekte ve bu perspektifle çelişen enformasyonlara karşı, bir tür bilişsel bağışıklık geliştirmektedir.
Deconchy, Ortodoksluğu bir kişilik özelliği olarak görmemektedir. Ortodoksluk, kontrol edilmiş ve düzenlenmiş bir sosyal alana gönderir. Bu tür bir sistemde, enformasyonun rasyonel eksikliği veya eğretiliği (örneğin Katolik Kilisesinde teslis inancı), düzenlemenin sağlamlığıyla telafi edilir. Grubun doktrinine rasyonel eleştiriler arttığında, Ortodoks grup da hakimiyetini sertleştirir. Ortodoks inanç sistemlerinde, sosyal kontrol ve düzenleme, grubun inançlarının içeriğinden çok daha açıklayıcı bir değer taşır.
20 Ekim 2009 Salı
İbn-i Rüşt Kimdir?
İbn-i Rüşt (1126 - 10 Aralık 1198) Endülüslü-Arap felsefeci ve hekim, bir felsefe, fıkıh, matematik ve tıp alimi. Kurtuba'da doğdu ve Marakeş, Fas'ta öldü. Künyesi Ebû El-Velid Muhammed Bin Ahmed Bin Muhammed Bin Ahmed Bin Ahmed Bin Rüşd
(Arapça:ابوالوليد محمد بن احمد بن محمد بن رشد). Batı dillerinde adı Averroes olarak geçer.
Hayatı
İbn Rüşt, Maliki mezhebinden fakihler yetiştirmiş bir aileden gelir; dedesi Ebu El-Velid Muhammed (ö. 1126) Murabıtlar hanedanının Kurtuba'daki en yüksek dereceli hakimiydi. Babası Ebu El-Kasım Ahmed, aynı makamı Muvahhidler'in 1146'daki hakimiyetine kadar işgal etti.
Yusuf el-Mansur'un veziri İbn Tufeyl (Batı'da bilinen adıyla Abubacer) tarafından sarayla ve büyük İslam hekimlerinden, sonradan arkadaşı olacak İbn Zuhr (Avenzoar) ile tanıştırıldı. 1160'ta Sevilla kadısı oldu ve hizmeti boyunca Sevilla, Kurtuba ve Fas'ta birçok davaya baktı.
Aristo'nun eserlerine şerhler ve bir tıp ansiklopedisi yazdı . Eserlerini 1200lerde, Yakob Anatoli Arapça'dan İbranice'ye tercüme etti.
En önemli orijinal felsefî eseri Tehâfüt-ül Tehâfüt (Çelişkilerin Çelişkileri / İnsicamsızlığın İnsicamsızlığı) ismini taşır ve Gazali'nin Tehâfüt-ül Felâsife (Felsefelerin Çelişkileri / Felsefelerin İnsicamsızlığı) isimli kitabındaki kendiyle çelişme ve İslama mugayir olma iddialarına karşı Aristo felsefesini savunur. Faslu'l-makâl ve el-Keşf an minhâci'l-edille isimli iki risalesi de felsefe-din ilişkilerini konu alır.
Endülüs'ü 12. yüzyılın sonralarında yayilan fanatiklik dalgasıyla, sahip olduğu bağlantılar kendisini siyasî problemlerden uzak tutamamış ve Kurtuba yakınlarında bir yerde tecrit edilmiş ve ölümünden kısa süre önce Fas'a gidinceye dek gözetim altında tutulmuştur. Mantık ve Metafizik alanında verdiği eserlerin çoğu müteakip sansür döneminde kaybolmuştur.
Felsefesi
İbn Rüşt, Aristo'nun düşünce sistemini İslam ile kaynaştırmaya çalışmıştır. Ona göre İslam'la felsefe arasında bir çatışma yoktur. Kişinin hem felsefe, hem din yoluyla hakikate erişebileceğini düşünmüştür. Kainatın ebediyetine ve formların ezeliyetine (pre-extant) inanırdı.
Önemi
İbn Rüşt en çok Aristo'nun eserlerinden yaptığı, bugün Batı'da pek çoğu unutulmuş, tercüme ve şerhleriyle ünlüdür. 1150'den önce Avrupa'da Aristo'nun eserlerinin birkaç tercümesinden başkası yoktu ve bunlar da din adamlarınca rağbet görüp, incelenmiyorlardı. Batı'da Aristo'nun mirasının yeniden keşfedilmesi, İbn Rüşt'ün eserlerinin 12. yüzyıl başlarında Latince'ye tercümesiyle başlamıştır.
İbn Rüşt'ün Aristo üzerine çalışmaları otuz yıllık bir dönemi kapsar ve bu dönem içinde, erişemediği "Politika" dışında bütün eserlerine şerhler yazmıştır. Eserlerinin İbranice tercümeleri de, İbrani Felsefesi üzerinde kalıcı bir etki bırakmıştır. İbn Rüşt'ün düşünceleri, Hristiyan skolastik gelenekten, Aristo'nun mantık çalışmalarına değer veren [Brabant'lı Siger], [Thomas Aquinas] ve (bilhassa Paris Üniversitesi'ndeki) diğerleri tarafından özümsenmiştir. Thomas Aquinas gibi meşhur skolastik filozoflar, ona ismi yerine "Şârih" (Yorumcu) ve Aristo'ya da "Filozof" diyecek yüksek derecede önem veriyorlardı. İslam dünyasında bir okul bırakmamış ve ölümü Endülüs'teki serbest düşünce hayatının gurubunu işaret etmiştir.
Edebiyatta İbn Rüşt
Orta Çağ'ın Avrupalı skolastiklerinin kendisine gösterdikleri saygıdan ötürü, Dante İbn Rüşt'ü İlahi Komedya'da diğer büyük pagan filozoflarla beraber, "iltifatın üne borçlu olunduğu" Limbo'da tasvir etmiştir.
İbn Rüşt, Jorge Luis Borges'in "İbn Rüşt'ün Arayışı" isimli hikayesinde trajedi ve komedi kelimelerinin anlamlarını ararken resmedilir.
Amasyalı Strabon Kimdir?
Strabon(Yunanca: Στράβων; MÖ 64 - MS 24), Roma Cumhuriyeti döneminde yaşamış Yunanlı tarihçi, coğrafyacı ve filozoftur. Yaşadığı dönemde bilinen yerlere yapılan göçlere ve hangi milletlerin yerleşmeler yaptığı üzerine gerçekleştirdiği çalışmalar ile ün kazanmıştır. Roma aristokratlarıyla kan bağı olduğu düşünülmektedir. Bugünkü Amasya ili sınırları içinde varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Dünyanın ilk Coğrafyacısıdır.
Antik Dünya hakkındaki coğrafya kitabı ile tanınmıştır. Amasya'da doğdu ve Amasya’da öldü. Klasik Yunan eğitimi gördü. Aristodemos’tan hitabet dersleri aldı. MÖ 44’te öğrenimini sürdürmek amacıyla Roma’ya gitti. Başlangıçta Aristotelesçi görüşleri savunduysa da, sonraları Augustus’un öğretmenlerinden olan Athenodoros’un etkisinde kalarak Stoa okulunun görüşlerini benimsedi. İÖ 31’e değin Roma’da kaldı. MÖ 29’da Yunanistan’ı gezdi. İÖ 28’de Mısır’a gitti. Roma İmparatorluğu'nun büyük bir bölümünü dolaşmıştır. Roma ve İskenderiye’de uzun süre kaldı.
Olgunluk çağında "Historika Hypomnemata" (Tarihi Hatıralar) adlı bir yapıt (bugün kayıptır) yazdı. Bu yapıt, 43 cilttir ve Polybios tarihinin bir devamıdır, Korinthos ve Kartaca’nın (MÖ 146) yıkılışından Sezar’ın ölümüne ya da Aktium Savaşı'na dek süren dönemi kapsar. Yalnız 19 parçası ele geçmiştir. "Geographumena veya Gedgraphika" (Coğrafya) adlı yapıtının büyük bölümü günümüze kadar gelmiştir. 17 cilttir. Yazar bu yapıtını Yunan ve Roma dünyasının kültürlü kişileri için yazmıştır. En geniş seçmeci düşüncelere yer veren yapıt, Eratosthenes, Hipparkhos’tan ve Epheros, Polybios ve Poseidonios adlı tarihçilerden esinlenmişti. Strabon’un coğrafyası tarihsel bir özellik taşımakla birlikte, insanın, kavimlerin ve imparatorlukların fizik dünya ile olan ilişkilerini de belirtir. Bu özelliğiyle Ptelemaios’un "Geographike Aphegesis" adlı coğrafyasından üstündür.
16 Ekim 2009 Cuma
Oliver Cromwell kimdir?
İngiliz tarihinin en önemli adlarından biri olan Oliver Cromwell, İç Savaş'ta Kral I. Charles'a karşı ayaklanan parlamento yanlılarının önderlerindendi. Kralın idam edilmesinden sonra ülkenin en yetkili yöneticisi oldu.
Cromwell Huntingdon'da doğdu ve Cambridge Üniversitesi'nde okudu. Bir süre dayısından miras kalan toprakları yönetti. 1628'de Huntingdon'dan, 1640'ta da Cambridge'den parlamento üyeliğine seçildi. Dine bağlı olan Cromwell koyu bir Püriten'di. Tanrının, isteklerini yeryüzünde yerine getirmek için kendisini seçtiğine, bu nedenle var gücüyle bunları gerçekleştirmek için çalışması gerektiğine inanıyordu. Öteki Püritenler gibi kilise ve parlamentoda reform yapılması görüşünü destekledi.
1642'de İngiliz İç Savaşı çıkınca bir asker olarak yetişmemiş olmasına karşın, Cromwell İngiltere'nin doğusundaki kontluklarda parlamentoyu savunmak için savaşacak süvari birlikleri kurdu. 1644'te, kralın yeğeni Prens Rupert'in bozguna uğratıldığı Marston Moor Savaşı'na korgeneral olarak katıldı ve yetenekli bir askeri önder olduğunu gösterdi. Sonraki yıl kralın kuvvetleri Naseby'de yenildiğinde, tüm parlamento ordularının komutan yardımcısı Cromwell'di. Parlamentonun kurulmasını kararlaştırdığı "Yeni Model Ordu"yu örgütlemeyi üstlenen Cromwell, askerlerin erdemli, dürüst, dindar olmaları ve uğruna savaştıkları davaya inanmaları gerektiğini savunuyordu. Savaşın son çarpışmasında İskoçlar'ı Preston'da bozguna uğratan orduya komuta eden Cromwell, bundan birkaç ay sonra I. Charles'ı yargılayan Yüksek Adalet Divanı'nın 135 üyesi arasında yer aldı ve kendini savunmayı reddeden kralın ölüm kararını imzaladı.
Cromwell cumhuriyetin ilanından sonra kurulan Devlet Konseyi'nin ilk başkanı oldu. Cumhuriyetin ilk yılları İrlanda ve İskoçya' daki kral yanlılarıyla savaşarak geçti. Nisan 1649'dan başlayarak bir yıl boyunca başkomutan olarak İrlanda'da bulunan Cromwell bu süre içinde İrlandalılar'ı boyun eğmeye zorladı. Drogheda ve Wexford kentlerini savunan İrlandalı askerlerin tümünü, teslim olmalarına karşın öldürttü. 1650 Eylül'ünde İskoçlar Dunbar Savaşı'nda bozguna uğradılar, ama İç Savaş ancak sonraki yılın eylül ayında, krallık ordusunun VVorcester'da yenilgiye uğratılmasıyla kesin olarak son buldu.
Cromwell yaşamının geri kalan bölümünde, tasarladığı toplumsal reformları barış içinde gerçekleştirmeyi umuyordu. Ne var ki, parlamentoya güvenmiyor, ilk kez kralsız yönetilen İngiltere'de yeni siyasal çözümler arıyordu. 1653'te parlamentoyu dağıttı. Kendisine danışmanlık yapacak bir meclis atadı, ama bu meclisle de anlaşmazlığa düştü ve ölümüne kadar beş yıl süreyle ülkeyi tek başına yönetti. Dış ilişkileri ustalıkla ele aldı. İngiliz ordusunu ve donanmasını geliştirdi. Onun döneminde İngiliz donanması Hollanda ve İspanya donanmaları karşısında üstünlük elde etti.
Cromwel'in kişiliğine ilişkin farklı görüşler olmasına karşın, başarılı bir kumandan ve üstün yetenekli bir yönetici olduğunda birleşilir. Yalnızca Katolik Kilisesi'nin görüşlerini yasakladı. Yahudiler'in 200 yıllık bir yasaklamadan sonra İngiltere'ye geri dönmesine ise izin verdi.
3 Eylül 1658 günü ölen Cromwell Westminster Abbey'e gömüldü. Kral II. Charles tahta çıktıktan sonra, I. Charles'ın idamının yıldönümü olan 30 Ocak 1661'de, Cromwell' in mezardan çıkarılan cesedi suçluların idam edildiği Tyburn'de darağacına asıldı.
14 Ekim 2009 Çarşamba
Avrupa nedir?
Bu değerlendirme yazısına ansiklopedideki sayfalarda anlatılan “Avrupa” kavramını okumadan önce “Avrupa neresidir” başlığı ile başlayacağımı düşünmüştüm. Öğrenmek, fark etmek ve bir fikre varmak bu olsa gerek. Zira coğrafi ve teknik bilgiler beklerken (ki buna bizi üniversite öncesi eğitim sisteminin yarattığı alışkanlığın sevk ettirdiğini düşünüyorum) bambaşka bir anlatımla sembolleşmiş bir kavramın içine daldım. Peki nedir Avrupa; bugüne kadar söylenen batılılaşma ve modernleşme söylemlerinin hedef-merkezi, bu en tepe noktaya, “ulaşılmak istenen” durumuna nasıl gelmiştir ve ulaşılması mümkün müdür? Yoksa ulaşma çabaları salt taklitten mi ibaret kalacaktır?
Coğrafi bir terimden çok sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel bir simge durumunda olan Avrupa, kıtasal olarak Asya’nın bir yarımada uzantısından başka bir şey değildir. Antik yunan döneminde “sunset” deniyor oluşu bize göstermektedir ki şimdinin medeniyet zirvesi kabul edilen Avrupa, ilk ve orta çağ dönemlerinde “güneşin battığı taraf” olmaktan ötede bir anlam ifade etmiyordu. Kültürel olarak Avrupa, Akdeniz toplumlarının çok çok gerisindeydi. Antik yunan dönemi okumalarında sıkça rastladığımız barbar kelimesinin anlamı, söz konusu dönemde bize grek uygarlığının “tek” oluşu ve hem batısı hem doğusunun (ki söz konusu Avrupa olduğundan bizi batısı ilgilendiriyor) henüz çağ altı bir hayat yaşadığını ispatlıyor.
Ansiklopedideki bilgi genel olarak kronolojik ilerlese de arada bazı istisna geçişler oluyor. Bunlardan bir tanesi aydınlanma öncesi dönemi anlatırken bir anda bugüne dönüp şu anda Avrupa insanın oldukça yetenekli ve başlatan, öncülük edici (high skilled and initiative) kimliğini vurguluyor. Belki de bunu “ne idi-ne oldu” kıyasını daha rahat fark ettirebilmek için en baştan, özellikle vurguluyor ki anlatılan kavramın evrimleşme sürecindeki başlangıç ve sonuç anlaşılsın. İşte bu nedenle bu süreç öncesi “karanlık çağ” olarak adlandırılıyor, kilise otoritesinin ve skolastik düşüncenin hüküm sürdüğü “aklın toprak altındaki dönemi”. Zaten Britannica da süreci tam bu noktadan başlatıyor. “Değişimin başlangıç tarihini 1789 olarak alsak da, Fransız devriminin de kendi içinde başlangıç tarihleri ve fikirleri vardır” derken vurgu yaptığı şey de aydınlanma dönemidir. Aklın uyanışı, dinsel dogmaların yerini bilimsel bilginin almaya başlaması işte aydınlanmanın getirisi olan sofistike kültüre gidişin, ve tüm bu sürecin sonunda yaşanan tarihsel bir milad olarak Fransız Devrimi.
Fransız devrimi değişimin başlangıcı, her şeyi değiştiren bir faktördür ama özünde tek bir şeyi değiştirmiştir: üretim ilişkileri. İşte bu değişim, sanayileşmeyi, kentleşmeyi, bireyselliği ve modernite dediğimizde akla gelen tüm diğer “yeni”lerin nedenidir. İşbu değişimin doğduğu yerler, yani fikrin gerçekleşme sürecini kendi iç dinamikleriyle başlatmış, uygulamış ve devam ettiren yerler “batı” yahut “Avrupa” olarak adlandırılmakta. Davranışsalcıların uyguladığı yöntemle de konuyu ele alıp istatistiksel bir bakış açısıyla yazıdaki “çok tekrar edilen” kelimelere odaklandığımda “Fransa” ve “İngiltere” kelimesi başı çekmekte. Magna Carta ve sanayi devriminin toprakları ile Fransız devriminin toprakları Avrupa’nın merkezi konumunu doğal bir süreç sonunda edinmiştir. Tam da bu noktada geriye kısa bir dönüş yaparsam yazımın başında eksik kalan bir yanı tamamlamak için bir fırsat bulmuş olurum. Britannica bugünkü Türk topraklarını, ya da aynı bağlamda Rus topraklarını “Avrupa” olarak tanımlamıyor. Hatta diyor ki eğer onları (bahsettiğimiz toparakları) biraz zorlama da olsa teritoryal anlamda Avrupalı sayarsak, bölge sınırlarını Ural Dağları’ na ve Hazar Denizi’ ne kadar uzatmamız gerekir . Ki batı zihniyeti coğrafi konum haricinde siyasi ve kültürel olarak da ne Rusları ne de Türkleri kendinden görmüştür. Hatta yazının ilerleyen kısımlarında bir bölümde Avrupa’ ya başlıca 3 tane göç yolu olduğunu, bunların da Ural dağlarının güneyi ile Hazar Denizi arasında kalan koridor, Balkanlar ve İber Yarımadası olduğunu belirtiyor. Yani Balkanlar dahi Avrupa değil, Avrupa’nın girişi olarak görülmekte. Osmanlı Devleti ise tam tersi bir bakış açısıyla Rumeli’ ye geçişinden itibaren kendini Avrupa’da saymış, Balkanların fethi ile de Avrupa’ nın ortasına kadar geldiğini söylemiş, işte tam da bu nedenle Asya anakarası (Anadolu ve doğusundan bahsediyorum, yani Osmanlının hüküm sürdüğü Asya toprakları demek daha doğru olur) üzerinde yapılan Osmanlı mimarisi eserleri çok azken, balkan toprakları Osmanlı eserleriyle doldurulmuştur. Bu “batıya yönelim” cihad anlayışından öte “verimli topraklara” gitmek isteyişi ile açıklanabilir. Tam da bu noktada durduğumuzda ve iki tarafa baktığımızda bir “Avrupa kavramı kargaşası” yaşıyorum. Acaba Balkanlar aslında coğrafi olarak Avrupa’ nın içinde olsa da burada Avrupa zihniyetinin dışında kalan Osmanlı hükmettiği için mi britannica bu Balkanları dışlayan tasnifi yapmıştır? Bu soruyu sorduğumda kendi soruma verdiğim cevaplar ve açıklamalar sorumdaki şüpheyi kendi kendine çürütüyor; çünkü en başından da belirttiğim gibi Avrupa kavramı coğrafi bir terimden çok kültürel bir terimdir. İşte tam da bu nedenle Viyana kapıları geçilseydi bile Osmanlı asla batılı olamayacaktı çünkü Osmanlı tebaasında“aklın toprağın altındaki uykusu” fetih hareketiyle uyanıp aydınlanma düşüncesini doğurmayacaktı.
Bir sonraki yüzyılın “ideolojiler çağı” olarak anılmasının esas nedeni de bu rasyonelleşme eğilimidir. Ve tam da bu nedenledir ki batılılık kavramı ve modernite ancak doğduğu toplumlara özgüdür. Batı dışı toplumların ise bu noktadan sonra yaptıkları şey “modernleşme” dir. Yani modernitenin çağ atlattığı toplumlara ayak uydurma kaygısı. Bu ise içsel dinamiklerle değil tepeden inme yapılarak gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti içsel hareketlenmeler, giyotin ve aristokrasinin tavsiyesiyle değil Osmanlı İmparatorluğunun çağının tükenmesi, Dünya Savaşı’nın etkisi ve tam da bu noktada –ki en büyük şansıdır- mevcut dengeleri ve dünya siyasetini çok iyi analiz eden ve “modernleşme” nin, “çağdaş uygarlıklar seviyesine” çıkmanın vurgusunu yapan karizmatik otoriter bir liderin önderliği faktörleri ile kurulmuştur. Modernitenin kurumlarını “modernleşme” adına bir bir kopyalayarak ve zorla oturtmuştur. Öyle ki bu kurumları ve zihniyeti bu topraklara uygulamak, özetiyle “batılılaşmak” için yapılan değişimler taklitten daha fazlası değildir (burada takliti olumsuz bir kavram olarak kullanmadığımı özellikle vurgulamak isterim). Tüm bu cümleler de bize “modernite” ve “modernleşme” nin farkını açıklar. Bunun sonucunda da “Avrupa”nın ne olduğuna ulaşırız.
10 Ekim 2009 Cumartesi
Rus Coğrafyasında Tarih ve Siyaset
1 final (3 soru, 1 hafta süre)
Araştırma konusu belirle.
6-7 haftalık dersten sonra araştırma sunumları başlayacak.
Hoca pzt-çarş-perş okulda... salı günü iktisatta.
Siyaset Biliminin Temel Sorunları
Küreselleşme ve Siyaset
0536 955 75 72
Kadın sorunları ve kadın hareketleri üzerine de çalışıyor.
Kitap: Global transformations reader
ÖDEV KONUSUNU BELİRLE VE GELECEK HAFTAYA BİR TASLAK PLAN İLE TESLİM ET.
Ders: 10-12 arasında olacak.
Dipnot tekniklerini kullanarak ödev hazırlanacak.
Sunum yapılacak. Sunum yapacaklar "paper" ile gelecek. Diğer herkes de makaleyi okuyup gelmek zorunda.
İLK ÖDEV GLOBALIZATION (MODELSKİ) MAKALESİ.