Bu değerlendirme yazısına ansiklopedideki sayfalarda anlatılan “Avrupa” kavramını okumadan önce “Avrupa neresidir” başlığı ile başlayacağımı düşünmüştüm. Öğrenmek, fark etmek ve bir fikre varmak bu olsa gerek. Zira coğrafi ve teknik bilgiler beklerken (ki buna bizi üniversite öncesi eğitim sisteminin yarattığı alışkanlığın sevk ettirdiğini düşünüyorum) bambaşka bir anlatımla sembolleşmiş bir kavramın içine daldım. Peki nedir Avrupa; bugüne kadar söylenen batılılaşma ve modernleşme söylemlerinin hedef-merkezi, bu en tepe noktaya, “ulaşılmak istenen” durumuna nasıl gelmiştir ve ulaşılması mümkün müdür? Yoksa ulaşma çabaları salt taklitten mi ibaret kalacaktır?
Coğrafi bir terimden çok sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel bir simge durumunda olan Avrupa, kıtasal olarak Asya’nın bir yarımada uzantısından başka bir şey değildir. Antik yunan döneminde “sunset” deniyor oluşu bize göstermektedir ki şimdinin medeniyet zirvesi kabul edilen Avrupa, ilk ve orta çağ dönemlerinde “güneşin battığı taraf” olmaktan ötede bir anlam ifade etmiyordu. Kültürel olarak Avrupa, Akdeniz toplumlarının çok çok gerisindeydi. Antik yunan dönemi okumalarında sıkça rastladığımız barbar kelimesinin anlamı, söz konusu dönemde bize grek uygarlığının “tek” oluşu ve hem batısı hem doğusunun (ki söz konusu Avrupa olduğundan bizi batısı ilgilendiriyor) henüz çağ altı bir hayat yaşadığını ispatlıyor.
Ansiklopedideki bilgi genel olarak kronolojik ilerlese de arada bazı istisna geçişler oluyor. Bunlardan bir tanesi aydınlanma öncesi dönemi anlatırken bir anda bugüne dönüp şu anda Avrupa insanın oldukça yetenekli ve başlatan, öncülük edici (high skilled and initiative) kimliğini vurguluyor. Belki de bunu “ne idi-ne oldu” kıyasını daha rahat fark ettirebilmek için en baştan, özellikle vurguluyor ki anlatılan kavramın evrimleşme sürecindeki başlangıç ve sonuç anlaşılsın. İşte bu nedenle bu süreç öncesi “karanlık çağ” olarak adlandırılıyor, kilise otoritesinin ve skolastik düşüncenin hüküm sürdüğü “aklın toprak altındaki dönemi”. Zaten Britannica da süreci tam bu noktadan başlatıyor. “Değişimin başlangıç tarihini 1789 olarak alsak da, Fransız devriminin de kendi içinde başlangıç tarihleri ve fikirleri vardır” derken vurgu yaptığı şey de aydınlanma dönemidir. Aklın uyanışı, dinsel dogmaların yerini bilimsel bilginin almaya başlaması işte aydınlanmanın getirisi olan sofistike kültüre gidişin, ve tüm bu sürecin sonunda yaşanan tarihsel bir milad olarak Fransız Devrimi.
Fransız devrimi değişimin başlangıcı, her şeyi değiştiren bir faktördür ama özünde tek bir şeyi değiştirmiştir: üretim ilişkileri. İşte bu değişim, sanayileşmeyi, kentleşmeyi, bireyselliği ve modernite dediğimizde akla gelen tüm diğer “yeni”lerin nedenidir. İşbu değişimin doğduğu yerler, yani fikrin gerçekleşme sürecini kendi iç dinamikleriyle başlatmış, uygulamış ve devam ettiren yerler “batı” yahut “Avrupa” olarak adlandırılmakta. Davranışsalcıların uyguladığı yöntemle de konuyu ele alıp istatistiksel bir bakış açısıyla yazıdaki “çok tekrar edilen” kelimelere odaklandığımda “Fransa” ve “İngiltere” kelimesi başı çekmekte. Magna Carta ve sanayi devriminin toprakları ile Fransız devriminin toprakları Avrupa’nın merkezi konumunu doğal bir süreç sonunda edinmiştir. Tam da bu noktada geriye kısa bir dönüş yaparsam yazımın başında eksik kalan bir yanı tamamlamak için bir fırsat bulmuş olurum. Britannica bugünkü Türk topraklarını, ya da aynı bağlamda Rus topraklarını “Avrupa” olarak tanımlamıyor. Hatta diyor ki eğer onları (bahsettiğimiz toparakları) biraz zorlama da olsa teritoryal anlamda Avrupalı sayarsak, bölge sınırlarını Ural Dağları’ na ve Hazar Denizi’ ne kadar uzatmamız gerekir . Ki batı zihniyeti coğrafi konum haricinde siyasi ve kültürel olarak da ne Rusları ne de Türkleri kendinden görmüştür. Hatta yazının ilerleyen kısımlarında bir bölümde Avrupa’ ya başlıca 3 tane göç yolu olduğunu, bunların da Ural dağlarının güneyi ile Hazar Denizi arasında kalan koridor, Balkanlar ve İber Yarımadası olduğunu belirtiyor. Yani Balkanlar dahi Avrupa değil, Avrupa’nın girişi olarak görülmekte. Osmanlı Devleti ise tam tersi bir bakış açısıyla Rumeli’ ye geçişinden itibaren kendini Avrupa’da saymış, Balkanların fethi ile de Avrupa’ nın ortasına kadar geldiğini söylemiş, işte tam da bu nedenle Asya anakarası (Anadolu ve doğusundan bahsediyorum, yani Osmanlının hüküm sürdüğü Asya toprakları demek daha doğru olur) üzerinde yapılan Osmanlı mimarisi eserleri çok azken, balkan toprakları Osmanlı eserleriyle doldurulmuştur. Bu “batıya yönelim” cihad anlayışından öte “verimli topraklara” gitmek isteyişi ile açıklanabilir. Tam da bu noktada durduğumuzda ve iki tarafa baktığımızda bir “Avrupa kavramı kargaşası” yaşıyorum. Acaba Balkanlar aslında coğrafi olarak Avrupa’ nın içinde olsa da burada Avrupa zihniyetinin dışında kalan Osmanlı hükmettiği için mi britannica bu Balkanları dışlayan tasnifi yapmıştır? Bu soruyu sorduğumda kendi soruma verdiğim cevaplar ve açıklamalar sorumdaki şüpheyi kendi kendine çürütüyor; çünkü en başından da belirttiğim gibi Avrupa kavramı coğrafi bir terimden çok kültürel bir terimdir. İşte tam da bu nedenle Viyana kapıları geçilseydi bile Osmanlı asla batılı olamayacaktı çünkü Osmanlı tebaasında“aklın toprağın altındaki uykusu” fetih hareketiyle uyanıp aydınlanma düşüncesini doğurmayacaktı.
Bir sonraki yüzyılın “ideolojiler çağı” olarak anılmasının esas nedeni de bu rasyonelleşme eğilimidir. Ve tam da bu nedenledir ki batılılık kavramı ve modernite ancak doğduğu toplumlara özgüdür. Batı dışı toplumların ise bu noktadan sonra yaptıkları şey “modernleşme” dir. Yani modernitenin çağ atlattığı toplumlara ayak uydurma kaygısı. Bu ise içsel dinamiklerle değil tepeden inme yapılarak gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti içsel hareketlenmeler, giyotin ve aristokrasinin tavsiyesiyle değil Osmanlı İmparatorluğunun çağının tükenmesi, Dünya Savaşı’nın etkisi ve tam da bu noktada –ki en büyük şansıdır- mevcut dengeleri ve dünya siyasetini çok iyi analiz eden ve “modernleşme” nin, “çağdaş uygarlıklar seviyesine” çıkmanın vurgusunu yapan karizmatik otoriter bir liderin önderliği faktörleri ile kurulmuştur. Modernitenin kurumlarını “modernleşme” adına bir bir kopyalayarak ve zorla oturtmuştur. Öyle ki bu kurumları ve zihniyeti bu topraklara uygulamak, özetiyle “batılılaşmak” için yapılan değişimler taklitten daha fazlası değildir (burada takliti olumsuz bir kavram olarak kullanmadığımı özellikle vurgulamak isterim). Tüm bu cümleler de bize “modernite” ve “modernleşme” nin farkını açıklar. Bunun sonucunda da “Avrupa”nın ne olduğuna ulaşırız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder