Bu Blogda Ara

8 Mart 2010 Pazartesi

Alevli Günler

http://www.istanbulhalktiyatrosu.com/index.php?page=alevligunler

26 Ocak 2010 Salı

Fikrin Hürriyeti

Bana bir kalem bir de kağıt verin… Beni nerede tuttuğunuz, nereye göndermek istediğiniz değil önemli olan. Nasıl olsa aynı cehennem değil mi küreselleşen dünya? Şimdi olduğu gibi deniz kıyısında oturmasam ne fark eder bu yazıyı yazarken. Ben yaşadığımı görürüm, parmaklarım klavyedeyken bilgisayar başında...

Romantik bir yazıya kaymasın bu, objektif olmak gerek. Fakat nasıl sağlanır ki objektiflik, kendini hayattan soyutlamadan? Herkes hayata tarafsız bakabilir şayet bir bebeğin gözlerindeyse zihni. Gördükçe öğrenir, öğrendikçe büyür. Sübjektiftir gözlemler ve düşünceler; ve düşünebildiğin, söyleyebildiğin kadar subjesindir hayatta, milyonlarca objenin arasında...

Şimdi uyanın ve bana bir kalem, bir de kağıt verin…

Korsan Ütopyaları

Bir kalaşnikof ve bir şarjör mermi… Bu topraklarda otoritenin minimal ihtiyacı olan şey budur. Namlunun ucunda yönetilen, daha doğrusu yönetimin yok olduğu yerde namlunun ucundaki bir halk. Devletin çöktüğü topraklar neo-liberal çağın korsanları tarafından yönetilirken çok çetrefilli tartışmalar da beraberinde başladı. Devletin uluslar arası ilişkilerdeki tek aktör olduğu aydınlanma döneminden bu yana çok yol katedilmiş olmalı ki, korsanlar çağında bir silah şirketi bile bu arenanın aktörü olmuş ve sattığı tek bir tüfek bile oradaki ve ordan dünyaya yayılan eylemleri yönlendiriyor.

Ad-hoc diplomatların, kibirli imparatorların isteklerini ilettikleri ve belki de ülkelerine başsız olarak döndükleri çağlarda tek aktör devlet ve tek devlet imparator idi. Nüfus alanında sonsuz bir iktidara sahip olan monark, bu iktidarının kuvveti ölçüsünde dış yaptırım gücüne sahip iken, herhangi bir başka etmenin tek başına bir etkisinden –tabi bahsettiğimiz etki devletler arasındaki ilişkilere olan etkidir- bahsetmek mümkün değildi. Ta ki burjuvazi bir ulus devlete ihtiyaç duyana kadar. 1930 sonrası dönemde devletin yanına katılan, uluslar arası örgütler, şirketlerin nasıl söz sahibi konuma geldikleri hakkında kelam etmeden önce diplomasi konusunda birkaç şey söylemek yerinde olur. Ulus devlet artık ad-hoc değil sürekli diplomasiye duyulan ihtiyacı gereği dış siyaset kurumunu ayrı bir bakanlık olarak kurumsallaştırmış ve bu dış siyaset hiçbir koşulda iç siyasetten bağımsız olmamıştır. Temsili demokrasilerde halkın iktidarı temelinde yönetim gerçekleştiğine göre dolaylı da olsa artık “halk” da dış siyaset kurumunun içindeydi. Hem verdiği oylarla bu kurumu idare edecekleri belirliyor hem de demokrasi ve ulus-devlet kavramlarının birlikte yarattığı siyasi katılım, kamuoyu oluşturma gibi yetilerle aktif olarak siyasete yön veriyordu. Artık yöneten, aşağıdan gelen sesi, efkar-ı umumiyi önemsemek zorundaydı ki bana kalırsa bu ilk net adımdır. Yani devlet, uluslar arası arenadaki tek hakimiyetini ilk önce kendi halkıyla paylaşmıştır.

Bu paylaşımın arka planında, ulus devleti yaratan süreçte yine ekonomik çıkar sahipleri (burjuvazi) vardır; tıpkı önce kral ile birleşip kiliseyi bertaraf ederek merkezi otoriteyi sağlamaları ve toprak zenginlerinin yerini almaları (ticaretle uğraşan kesim için bu hayati önemdedir) gibi, şimdi de kendi çıkarları doğrultusunda halk ile birleşip kralı bertaraf etmişlerdi. Yeni oyunun adı ulus-devlet idi. Ulusal sınırların belli olması demek aslında görünmez elin hakim olduğu pazarın “görünür” olması demekti. Bir ülkenin sınırı aynı zamanda ticaretin de sınırı demekti. Tabi bunu ihracat faktörünü hariç tutarak söylüyoruz. Uzun yılların ardından sanayi kapitalizminin yerini finans kapitalizminin almasıyla birlikte artık bir zamanlar çizmeye can attığı sınırları yok etme eğilimi başlar. Piyasaları artık sınırlarötesi gören burjuvazi için ulus devlet işlevini yitirmiş ve yeni bir kavram yerini almıştır, “küreselleşme”. Peki burjuvazi bunun için kiminle iş birliği yapıp ulus devleti yıkıyordu? Bahsettiğimiz süreç halihazırda yaşanmakta olduğu için bundan önceki basamaklar gibi net bir görüş sunmak o kadar kolay değil fakat şunu söyleyebiliriz ki “uluslar arası ilişkiler arenasında devletin yanına eklenen diğer aktörler işte bu sürecin birer parçası olarak ortaya çıkmışlardır.”

Özellikle 1920 ler uluslar arası ilişkiler tarihi açısından önemlidir. Realist görüşün hakim olduğu bu dönem bu akımın bir çıktısı olarak “milletler cemiyeti” denemesini içinde barındırmaktadır. Birinci dünya savaşında devletlerin çarpışan çıkarlarının “çarpışan devletler” hatta “çarpışan bir dünya” ortaya çıkarması, yaşanan yıkım süreci idealist bir yaklaşımla ortaya çıkan bir uluslar arası birlik ortaya çıkarmıştı. Her ne kadar bu deneme belki bu çapta bir ilk olmasının verdiği tecrübesizlik ve somut olana yanıt verememe sonucu hedeflediği idealleri realize edememesinin sonucunda tarih sayfalarına gömülse de yenilerini yaratma sürecinde bir ilk adım olmuştur. Kaçınılmaz denen çatışma 2.bir “dünya çarpışması” yaratmıştır. İşte uluslar arası ilişkilere giren diğer aktör “uluslararası örgütler” bu çarpışmaların ardından yaşanan arayışla varlık bulmuştur. Öncelik diplomaside ve barışçı yollarda aranmalıdır mantığı devletleri uluslar arası alanda başına buyruk hareket etme özgürlüğünden kısmen de olsa men etmiştir. Elbette dünya üzerindeki savaşlar ve çatışmalar son bulmamıştır ama uluslar arası örgütlenmenin varlığı dünya ve insanlık adına en önemli gelişmelerden biri olmuştur.

Şimdiki zamana biraz daha yaklaştığımızda ve arenaya baktığımızda aktörlerin arttığını görmek mümkün. Özellikle iki kutuplu dünyanın sonu ve küresel çağın başlaması ile birlikte artık burjuvazi dolaylı olarak (devlete yön vererek) değil doğrudan doğruya söz sahibi olma eğilimindedir. Ticaret örgütleri, ulusüstü ve uluslar arası şirketler, hatta ve hatta kişiler… Bugün dünya siyasetinde tekil bir birey olarak söz sahibi, çok yetenekli ve ünlü bir sosyolog tanıyor musunuz? Ben de tanımıyorum. Fakat George Soros ismini sanırım pek küçümsememek lazım. İşte Soros bu doğrudan yönlendirebilmenin en net örneğidir. Burjuvanın devletlere ihtiyacı eskiye oranla bir hiçtir. Ve diğer açıdan baktığımızda Soros ismi kadar aşina olduğumuz bir başka isim daha vardır. Bir kişi değil bir grubun genellemesini oluşturan bir isim: Somalili korsanlar!

Devlet otoritesinin yokluğunda kendi iktidarlarını kuran bu grup kendine rakip bir silahlı güç bulunmamasından ötürü (burada bahsettiğimiz şey ordu ve polis) birkaç uzun namlulu silahla kendi diktasını kurabiliyor. Bazı düşünürler Somali'yi zaten devlet olarak görmedikleri için “devletin çöküşü” olarak dillendirmeseler de bu topraklarda hakim olan kaos ve anarşi ortamının gerçekliği karşımızda duruyor ve işin bizi asıl ilgilendiren boyutu burada başlıyor: bu silahlı otoritenin yarattığı güvelik sorunu. Burada söz konusu olan Somali ulusal sınırları içindeki güvenlik değil açık denizlerin, ticaretin güvenliği. Neo-korsanların kaçırdığı gemilerin birilerinin işine taş koyduğu kesin. Yani bu adamların etkilediği bir kesim var “burjuvazi”. İşte tam da bu noktada bir çözüm şart oluyor. Zira Somalideki ölümlerin X şirketinin patronunu çok fazla ilgilendirdiğini sanmıyorum, ta ki orada cinayetleri işleyen adamlar X şirketinin taşımacılığına balta vurup şirketi zarar ettirene kadar. Ekonomik gücün, siyasal güç getirmesi ve bu siyasal güçle ekonomik gücün perçinlenmesi burjuvanın yol haritasıyken, bir başka yol haritası daha vardır madalyonun diğer tarafında: “silahlı güçle gelen ekonomik güç ve bu gücün tekrar silahlı gücü arttırmaya yönelik eğilim” (korsanlar tarafından). Peki bunca kaçırma olayından sonra neden hala kalıcı bir çözüm için bir baskı ortamı yaratılmadı servet sahipleri tarafından? Yoksa oradaki korsanların uluslar arası arenada bir aktör olmasını ve eylemlerine devam etmesini daha karlı bulan bir Y şirketi sahibi silah tüccarının karı, X in zararından daha mı baskın?

Çıkar savaşları hep ekonomi üzerinden gidecek ve tüm savaşların olduğu gibi bu savaşın (tabi buna savaş tanımı yapabilirsek) da maliyetinden en fazla karı sağlayan bu savaşı kazanacak. Sahneye baktığımızda ise yüzyıllar sonra elinde bir tüfekle Somalili haydut sırıtmakta, sanki Büyük İskender’e nispet yaparmışçasına.

Kızılderili Şef'in Söylemi

On yıllar önceydi... Özgür topraklara "özgürlük" getirmeye gitmişlerdi yine "yankee"ler. Tıpkı bugün gibi... Tıpkı dün gibi... Ve şöyle dedi o toprakların asıl sahiplerinin büyük şefi onlara:

Washington' daki Beyaz Reis, bize topraklarımızı satın almak istediğini söylüyor. Ama rahat bir yaşam sürmemizi sağlayacak kadarını bize bırakacakmış. Bu ne ince bir davranış, çünkü karşılığında bizim dostluğumuzu pek gereksinmediğini biliyoruz.

Nasıl satın alabilirsiniz ki havayı? Hava değerlidir bizler için; soluğunu, beslediği yaşamın üzerinden geçirir. Büyükbabama ilk soluğunu veren rüzgar, onun son iniltisini de karşıladı. Ve rüzgar yaşamı solur çocuklarımıza. Ay birkaç kez daha dönsün, birkaç kış daha geçsin. Belki sonrasında kardeş dahi olabiliriz. Bu toprağın her parçası halkımın gözünde kutsal. Her bir yamaç, her bir vadi, her bir ova ve koru, artık çok gerilerde kalmış günlerden birinde mutlu ya da acı bir olayla kutsanmıştır.

Yalnızlığa adanmış bir yer yoktur yeryüzünde. Geceleyin, köylerinizin ve kentlerinizin sokaklarında el ayak çekildiğinde, onlar bir zamanlar üzerinde gezinen ve bu güzel ülkeyi hala seven ev sahipleriyle dolup taşacak. Beyaz Adam hiç yalnız kalmayacak. Adil olsun ve halkıma iyi davransın, çünkü ölüler güçsüz değildir.

Ölü mü dedim? Ölüm yoktur ki. Yalnızca dünya değiştirir insan...

Şans Oyunları Üzerine

İktisadi gelişme dersinde kapitalist ekonomik sistem üzerine tartışırken bir cümle dikkatimden kaçmadı. Bir insan eğer şans oyunları oynamak için bir bilet alıyorsa işte o an sisteme entegre olmuş demektir. İlginç ve bir o kadar da dikkat çekici bir analiz.

Eşitlik ve özgürlük anlayışı bakımından sakat doğan bu sistem bireyler arasındaki ekonomik uçurumun açılmaya mahkum olduğu günahkar yapısını birçok şekilde tolare etmekte: sosyal haklar, sadaka kültürü, şans oyunları, vs. Bu saydıklarımızdan ilki uzun mücadeleler sonunda kazanılmış ve hala kazanılmaya devam eden, yahut eldekilerin de kaybedildiği hareketli bir alandır. Sosyal devlet anlayışı çoğu siyaset bilimciye göre kapitalizmin emniyet sübabı olmuştur. Sosyalist iktisat anlayışını benimsemeden de kapitalizmin içinde insanı düşünen manevralar yapmanın mümkün olduğunu kanıtlaması demek, kapitalistleri kurtarırken komünistleri sinirlendirmesi ve kendine düşman hale getirmesi demektir. Öyle ki bugün komünizm savunucularının neredeyse hepsi kapitalistlerden daha çok sosyal demokratlardan tiksinmektedir. Çünkü komünizme giden "mutlak sömürü" hali tıkanmış, halkın isyanına giden yola bir set çekilmiş, durum; bir çıta aşağıya çekilip sarı alarm seviyesinde tutulmuş, devrimin yolu kesilmiştir. Hal böyleyken iktidarlar da kar maksimizasyonu ile hareket etmeye başlamıştır. Doyan daha da doymuş, aç kalan bir deri bir kemik kalmıştır. Açlığı ile siyasi bilinci doğru orantılı olmayan insan, günlük kaygısı "karnını doyurmak" olunca zaten düşük olan gündem takibi yahut siyaset analizi, parti tercihi gibi şeylerden tamamen uzaklaşmıştır. Bu durumdaki aç insana doldurduğu kesesinden küçücük bir kırıntı atan iktidar ise aç adamın gözünde bir kurtarıcı bir "kral" hatta ve hatta "tanrı" haline gelmiştir. İşte sadaka kültürü ve bu durumun paradoksal olmasının yarattığı çaresizlik durumu, hele ki bu kültürün toplumun tümüne yayılmış olması (üniversite mezunu bir genç için siyasi iktidara yakın yerlerden bulduğu torpil sayesinde verilen küçük bir iş, onun için sadaka sayılır ve o da iktidara karşı minnet duymaya başlar) çaresizliği kat be kat arttırmıştır. Çoğunluğun elinde az aş, azınlığın elinde tüm tencereler varken ikinci bir ilaç da şans oyunları olmuştur. Sistemde altta kalan çoğunluğun içindeki bireyler gerek medya, gerekse sistemin diğer aygıtları tarafından azınlığın yaşadığı lüks hayata özendirilmektedir. Bu umut ve bir gün öyle olabileceği hayali tüm alt sınıfı dolaylı da olsa sisteme entegre eder. Azıcık aşlarından bir kısmıyla "şans oyunu" oynarlar. Ellerinde 10 varsa bunun 1 ini ortaya koyarlar. Şans oyunu havuzunda bu 1 lerin toplamından oluşan 1.000.000.000 vardır ve büyük ödül sadece 1.000.000 olduğu haldeyken bile bunu 1 koyup kazanacak küçük adam için rakam oldukça tatmin edicidir. Hepinizin elinden aldıkları 1 lerden biriktirip 1 kişiye hepsini veriyorlar dersek yalan olur. Çünkü geriye kalan 999.000.000 yine sistemnin kumandanlarına kalır. Rakam biraz abartılı olabilir ama bunu sadece durumu daha çarpıcı hale getirmek adına yaptığımı söylemeye sanırım gerek yoktur.

Şimdi yazımı burda bitirmeliyim, çünkü bahis oynadım ve maçlar başladı. Dün kaçırdığım 300 lirayı bugün telafi edebilirim sanırım.

-10 Ağustos 2009-

21 Ocak 2010 Perşembe

Henri Pirenne - Orta Çağ Avrupa'sının Ekonomik ve Sosyal Yapısı (Kitap Analizi)




Avrupa nosyonunu tarif etmeye çalışırken başvurulan siyasi tarih anlatımları kıtanın ve modernitenin mihenk taşlarını tanımlarken ve süreci analiz ederken dönemin arka planını oluşturan sosyo-ekonomik yapıyı çok kısa anlatımlarla verir. Bu durum ortaya çıkan devrimlerin, değişimlerin, döngülerin analizini daha analitik hale getirir aslında fakat anlatımın “bir yanı hep eksik kalır” diyebiliriz. Ortaçağ Avrupasının Ekonomik ve Sosyal Tarihi şimdiye kadar –kişisel olarak bende de- eksik kalan bu önemli yanı kapatmada önemli fayda sağlayacak bir yazındır.

Gerek doğrusal bir tarih akışı izlemesi (yani kastettiğim şey kronolojik anlatımdır) gerekse neden-sonuç ilişkisinin berrakça yapıldığı sade bir anlatım diline sahip olması eseri; okuyan kişinin Avrupa kavramını zihninde açıklamaya çalışma sürecinde bir referans bilgi kaynağı olarak kabul etmesini sağlar. Yazar kendi ifadesiyle uluslar arası bir hareket noktası benimsemiş ve her şeyden önce farklı ülkelerde değil fakat aynı ülkenin farklı kesimlerinde aldıkları özel görünümleri ikinci planda tutarak, betimlenen olayın asli karakterini ortaya koymaya uğraşmıştır. Amacının gerçekler tarafından yönlendirilmek olduğunu söyleyen Pirenne, bilgi dağarcığımızda o kadar boşluk var ki, olayları açıklamak, onların içsel bağlantılarını izleyebilmek için olasılıklara ya da varsayımlara başvurmak zorunlu oluyor itirafında da bulunuyor.

Özetle kitabın içeriğini tarif etmek gerekirse Avrupa’nın ekonomik tercihleri ve yapısı İslam fetihleri kapsamında deniz yollarının kaybedilmesi ile birlikte toprağa sarılan Avrupa halkının yüzyıllar içinde üretim sistemi gereği ortaya çıkan yeni ticari anlayışı ve bu deniz yollarının yeniden ele geçirilmesi ile birleşen bir çıkış yolu bulması, değişen üretim ilişkilerinin ileride karşımıza çıkacak iktidar talebi ve devrimlerde nasıl rol oynadığı konusunda bir arka plan bilgisi verme üzerinedir diyebiliriz. Yazar anlatımını koşulların getirdiği zorlamaları tarihsel bir perspektife oturtarak bölgesel özellikler ve önem ile aktörler (tüccarlar, aristokrasi, lonca teşkilatları, para, kentler, kilise vs gibi kavramlar) üzerinden yapmıştır.

Sekizinci yüzyılın başından itibaren Akdeniz’in üstünlüğünün kaybedilişi İbn’i Haldun’un deyimiyle “hristiyanları burada (Akdenizde) bir tahta bile yüzdüremeyecek” hale getirmiştir. Sahip olunan verilere göre açıktır ki Batı Avrupa sekizinci yüzyıl sonlarından itibaren tamamen tarımsal bir topluma geri döndü. Toprak tek yaşama kaynağı ve zenginliğin biricik koşulu oldu. Ticaret, ancak kıtlık zamanlarında eksik olan şeyin tedariki için yapılan bir eylemdi ve ticaretin olmadığı yerde “malikane” sistemi ortaya çıkmıştı. Feodal sistem yalnızca, her birinin toprağın bir bölümüne sahip olduğu, bağımsızlaşmış ve kendine devredilen otoriteyi miras haklarının bir parçası olarak gören kendi unsurlarının elinde kamusal otoritenin dağılışını temsil eder. Aslında Batı Avrupa’da dokuzuncu yüzyıl boyunca feodalizmin ortaya çıkışı, toplumun tamamen kırsal medeniyete geri dönüşünün siyasal plandaki yansımasından başka bir şey değildi diyor Pirenne ve feodal sistemin ürettiği en önemli birimlerden olan malikanenin hikayesini şöyle anlatıyor:

…ama şimdi bunu yapamaz duruma geldi, çünkü artık ne tacirler ne de kentler vardı. Artık alıcı olmadığına göre kime satış yapacaktı ve ihtiyaç olmadığı için talep edilmeyen ürünleri nerede elden çıkaracaktı? Şimdi herkes toprağında yaşadığı, dışarıdan yiyecek satın almadığı ve talebin büsbütün yok oluşu nedeniyle, toprak sahibi kendi üretimini tüketmek zorundaydı. Böylelikle her mülk, tam da doğru olmayarak “kapalı mülk ekonomisi” şeklinde tanımlanan ve gerçekte pazarı olmayan basit bir ekonomi türüne kendisini bağımlı kıldı. Bunu isteyerek değil, zorunluluk sonucu yaptı. Satmak istemediği için değil, fakat alıcıları artık onun alanına girmediği için bunu yaptı. Lord, yalnızca demesnesinin geliri ve kendi köylülerinden sağlayacağı resimlerle yaşamını sürdürmek için değil, fakat bunları başka yerden sağlayamadığına göre, topraklarının işlenmesi için gerek duyduğu alet ve gereçlerle, hizmetkarlarının giysilerini de malikanesinde üretmek için gerekli düzenlemeleri yaptı. Bundan dolayı erken orta çağ malikane organizasyonunun pek karakteristik bir öğesi olan bu atölye ya da “gynaeceas”, tamamen ticaret ve endüstrinin yokluğunu telafi etmek amacıyla kurulmuştu.



Dönemin en büyük lordu ise “kilise” olarak tanımlanıyor Pirenne tarafından. Katı bir hiyerarşiye sahip bu toplum yapısında birinci ve en önemli yer, aynı zamanda ekonomik ve manevi üstünlüğü olan kiliseye aitti. Zenginlik peşinde koşmak, tamah batağına saplanmaktı. Yoksulluk ilahi kökenli ve Tanrı tarafından takdir edilendi. İşte bu görüş zaten yapısal olarak varlığını sürdüremeyen ticaretin durumuna bir de manevi darbe indiriyordu. İleriki bölümlerde şehirlerin ve ticaretin canlanışını anlatırken yazar aslında bu görüşün nasıl kırıldığına pek değinmiyor, yapısal olarak bir tasvir yaparak açıklamakla yetiniyor.

Ticaretin canlanışını anlatırken ilk değindiği yerler Batı Avrupa’nın üretim yapısıyla tam bir zıtlık gösteren Venedik. Kuzey Denizi ve Baltık Denizi ticareti ile Vikinglerin kısa bir açıklaması ise ikinci sırayı oluşturuyor. Ticaretin canlanışı konusunda ise tarımdan bağımsız bir ticaretin düşünülemeyeceğini ve bu kıpırdanmalar sırasınca ve boyunca kilisenin başından sonuna kadar ticari karları bir tehlike olarak görme alışkanlığını sürdürdüğünü görüyoruz. Yerel kıtlıkların sürekli olduğu bir çağda spekülasyonun, ilk ticari servetlerin oluşumuna geniş ölçüde katkıda bulunması bunu işin bir tür başlangıç noktası yapıyor. Ayrıca ulaşım araçlarının, ucuz ve ağır eşyanın dolaşımını sağlamaya uygun olacak ölçüde henüz yeterince gelişmemiş olduğu bir çağda, uluslar arası ticarette birinci sırayı değeri yüksek, orta ağırlıktaki eşyalar alıyordu. Onuncu yüzyılın ilk yarısı boyunca gözlenebilen kentsel hayatın canlanışı da bu ticari canlanış ile paralellik göstermekteydi. Feodal lordların surlarla çevrili kontrol merkezlerinin dışında güvenlik sıkıntısı yaşayan tüccar gruplarının da kendilerini de sur ya da daraba içine almaları ve böylelikle bir burg oluşturmaları “bourgeois” terimini kullanmanın esas nedenidir. Tacirlerin elverişli noktalarda toplanmaları zanaatkarların da aynı yerde toplanmasına yol açtı. Avare dolaşan topraksız insanlara kendini sunan yeni bir tür hayat, ortaya koyduğu kazanç vaadiyle, onlar için karşı konulmaz bir cazibe teşkil ediyordu. Burjuvazinin ihtiyaç ve eğilimleri Batı Avrupa’nın gelenek ve örgütlenmesiyle öyle bağdaşmazdı ki, derhal şiddetli bir muhalefet yarattı. İhtiyaçların en kaçınılmazı “kişisel özgürlüktü”, yani gidip gelebilmek, iş yapabilmek mal satabilmek. Yeni bir hayat aramak için kente yerleşen köylünün, kendini güvende hissetmesi, kaçıp geldiği manorlara zorla geri götürülmekten korkmaması zorunluydu. İşte bu durum kentsel kurumları ve hukuku yaratan başlıca sebepti. Yargısal özerkliğe yönetsel özerklik eşlik etti ve belediye düzeni ortaya çıktı. Mevcut düzen içinde buna model olabilecek hiçbir şey yoktu çünkü onun tarafından karşılanması öngörülen ihtiyaçlar yeni idi. Bu da yaratılan şeyin orjinalliğinin nedenidir. Kale duvarlarının yapımı kentler tarafından üstlenilen ilk bayındırlık işi oldu.Aslında burjıvazinin en temel özelliği, nüfusun geriye kalan bölümü için de ayrıcalıklı bir sınıf oluşturmasıydı. Burg’lu için kırsal nüfus, yalnızca sömürülmek için vardı. Kendi ayrıcalık ve haklarından onları yararlandırmak bir yana, bunlardan en küçük bir pay vermeyi bile inatla reddettiler.

Yeniden bir adım geriye dönüp dönemi bu sefer de toplumsal sınıflar açısından irdelerken tarımsal toplumun en önemli birimi olarak manor örgütlenmesini görüyoruz. Lordun hakimiyetindeki “büyük mülk” diyebileceğimiz bu olgunun oluşmasını sağlayan herhangi bir plan söz konusu değildi; her türlü ekonomik endişeden bağımsız, tarih onu nasıl yapıyorsa öyleydi. Merkezinde bir kilise ya da katedral olması dönem içinde dinin yeri konusunda da bize açık bir fikir vermektedir. Lordun dışında bir manorun arazisi içinde yaşayan herkes serf ya da deyim yerindeyse yarı-serfti. Esasen patriyarkal olan manor örgütlenmesi yalnızca ekonomik değil fakat toplumsal bir kurumdu. Pazar talebine bağlı olarak, satış için üretim yapılmadığından, yalnızca yük olacak bir fazlayı adamlarından ve toprağından söküp almak için dehasını zora koşmaya ihtiyaç duymuyor ve ürettiğini kendi tüketmek zorunda olduğu için üretimini ihtiyaçlarıyla sınırlı tutmak ona yetiyordu. Zaman içerisinde ölümleri aşan doğum oranları sebebiyle artan insan sayısı, baba mülkünü terk etmek zorunda kalan insanları yaratmaya başlıyordu. Özellikle toprakları miras yoluyla büyük oğla geçen ikinci dereceden soylular, bir “küçük erkek çocuklar” kalabalığıyla bunalıyorlardı. Manastır önderliğinde bir kolonizatör görevinde olan hötelerin tarıma açtığı topraklar bunun sonucuydu. Pirenne bunu şöyle yorumluyor:

Böylece manastırların tarıma açtıkları yeni topraklar, kendileriyle birlikte yeni bir ekonomik örgüt türü ortaya çıkardılar. İşte bu, nüfus artışının nasıl sonuna kadar kazanç sağlayacağını keşfeden akıllı bir sistemdi. Bu sistem, eski toprak düzeninde istihdam edilemeyen o işgücü fazlasına başvurdu.


Tarımsal açıdan yeni kentlerin başlıca özelliği özgür işgücüydü. Yeni kentte demesne arazisi yoktu, her köylü emeğinin tümünü kendi toprağına harcıyordu. Benzerliklerinin çokluğundan ötürü bu yeni kentin sakinleri çoğu kez burg’lu olarak tanımlanmıştır. Özetlemek gerekirse ayrıntılardaki farklara rağmen genel olarak olay her yerde aynıydı. Eski Karolenj imparatorluğunun kapsadığı dönem boyunca, nüfusun artan yoğunluğu, yerleşilen merkezlerin sayısında büyük bir artış meydana getirdi ve özgür işgücü, yeni tarlalar ele geçirmek için büyük bir enerji ile buralardan boş ve işlenmemiş arazilere akın ettiler.

Naturalwirtschaft yani doğal ekonomiden geldwirtschafta yani para ekonomisine geçişi, o zamana kadar lorları ve kendileri için toprağı süren köylülerin artık burgluların tüketimi için bir üretim fazlası sağlamaya yönelik tarım yapmalarıyla başladığı ile açıklıyor yazar. Kentlerin sayısı ve önemi arttıkça tahıl, zahire ambarından çıkıyor, ya komşu kente bizzat köylünün kendisi tarafından taşınmak ya da bu işin ticaretini yapan tüccara yerinde satılmak suretiyle dolaşıma giriyordu. Eskiden her manor mümkün olan en çok tahıl çeşidini üretmek zorunda kalıyordu çünkü bunlar piyasadan sağlanamıyordu. Sonrasında artık ihracat yapma imkanı olan her yerde toprak, en ucuz ve en bol verebileceği ürüne göre işlenmeye başlandı. Şimdi artık köylü, ürünleri için komşu kasabada bir pazar bulabildiğine göre, kar etmenin tadıyla birlikte tasarruf etmenin de tadına vardı. Bu evrilme ile birlikte serflik ne kadar değişikliğe uğramış olursa olsun, köylü yine de senyörün yargı hakkı, ondalık vergiler, örfi resimler ve yönetimlerin onu korumadığı ya da yetersiz koruduğu her türlü güç suistimalleriyle karşı karşıya bulunuyordu. Tarihsel süreçte bu ekonomik ve toplumsal değişim, siyasal ve hukuksal bir değişimi de talep edecekti.

Paranın daha çok kullanılır olmasının nedeni artık ona olan ihtiyaçtır. Zira daha önceki üretim modelinde paranın kullanılabileceği bir ortam yoktu, her manor kendi kendini tüketiyordu ve “satın almaya” ihtiyaç yoktu. Fakat değişen durum para konusunu da gündeme getirdi. Paranın daha sık kullanılır oluşu ülkeleri para basmaya itti ve birçok lord bizzat paranın kendisi üzerinden para kazandı. Tabii ki bahsettiğimiz şey “finans ekonomisi” değil. Şöyle;

Para ilk aşamada en değerli maden olan altından yapılmaktaydı. Zamanla ekonomide dolaşan para miktarını arttırmaya yönelik ihtiyaç, paranın hammaddesini değiştirmeye yöneltti ve artık gümüş paralar vardı. Bu dolaşım sırasında ise sahtekarlığı önlemek adına tedavüldeki para sık sık toplanıyor, eritilip yeniden basılıyordu. Fakat bu işlem sırasında her seferinde paranın ayarı düşürülüyor, artık kısım ise bu para basma işlemini yapanların eline gidiyordu (önce imparatorlar, sonra da imparatordan bu hakkı alan lordlar).

Amacı yörede yerleşik nüfusun günlük hayatı için gerekli olan ihtiyaçları sağlamak olan yerel pazarlardan tamamen farkı bir işleve sahip olan “panayırlar” tarih sahnesinde bu dönemde yerini almıştır. Merkez yerine çevrede, insandan uzak geniş bir alanda kurulan panayırlar, tacirlerin buluştuğu, alım satımların (tacirler arası) gerçekleştiği ve ilginçtir eski borç hesaplarının kapatıldığı yerler olagelmiştir. Panayırların önemi, kurulduğu yerin öneminden bağımsızdır. Bu kolaylıkla anlaşılabilir çünkü panayır, uzaktaki müşteriler için belirli aralıklarla kurulan bir buluşma yerinden başka bir şey değildi ve buna katılanların sayısı, yerel nüfusun yoğunluğuna bağlı değildi. İşin bir başka ilginç noktası şudur, tacirlerin toplanması o alanda yaratılacak “özgürlüğe” bağlıdır. Daha önce de dediğimiz gibi, ticaret için ilk başta “özgürlük” gerekir. İşte bu nedenle, yöneticiler için panayırların bir “suçlu avlama yeri” olmamasını sağlamak için “panayır dışında taahhüt edilmiş borçlarda ya da işlenmiş olan suçun cezasını çekmede ve müsadere gibi konularda, panayıra gelen tacire bağışıklıklar sağlanması, panayırın asayişi devam ettiği sürece davaların ve infazların askıya alınması, hepsinden daha değerlisi olarak mukaddes kitabın yasakladığı faiz karşılığı borç vermenin de askıya alınması gerekmiştir, ve bunlar da gerçekleştirilmiştir. Panayırlar zamanla avrupanın “para piyasası” haline geldiler. Her panayırda satışların yer aldığı açılış döneminden hemen sonra bir ödemeler dönemi geliyordu. Bu ödemeler, yalnızca panayırda taahhüt edilen borçları temizlemekle sınırlı kalmıyor, fakat çoğu kez önceki panayırlarda yükümlenilen borçları da bir karara bağlıyordu. On ikinci yüzyıldan başlayarak bu uygulama kredi işlemlerinin örgütlenmesine yol açtı ki, herhalde poliçelerin kökenini burada aramalıyız. Nakliyeciliğin gelişmesi, gezginci ticaretin yerini daha yerleşik uygulamalara yerini bırakması ve bu dönemde yaşanan bazı savaşlar panayırların yavaş yavaş sonunu getirmiştir.

Pirenne, kitabının son kısımlarında ise uluslararası ticaretin ve girişimciliğin ortaya çıkışı ile kentlerin bir ekonomi merkezi haline gelişini tasvir ederek şimdiye kadar anlattıklarını…

…bir yandan Akdeniz’le Karadeniz, öte yandan Baltık ve Kuzey Denizi büyük ticarete sahne olur, bunların kıyıları boyunca ve adalarında limanlar ve ticaret merkezleri fışkırırken, kıta Avrupa’sı, yeni orta sınıfın faaliyetlerinin her yana yayıldığı kentlerle bezendi. Bu yeni hayatın etkisi altında para dolaşımı yetkinlik kazandı, her türlü yeni kredi biçimleri kullanılmaya başlandı ve kredi kullanımı sermayeyi özendirdi. Nihayet nüfusun artışı toplumun sağlık ve canlılığının yanılmaz bir göstergesi oldu…


şeklinde özetleyerek konuyu on dördüncü yüzyılda başlayan deyim yerindeyse “ekonominin duraklama ve içine kapanma” dönemini ve aktörlerini anlatarak bağlıyor.

Son söz yerine şunu söylemek gerekir. Henri Pirenne’in “Orta Çağ Avrupa’sının Ekonomik ve Sosyal Tarihi” kitabı; dönem üzerine yapılan her araştırma için temel bir referans kaynağı, Avrupa mefhumunu üzerine çalışanların sosyo-ekonomik perspektifini geliştirecek önemli bir eser olma özelliğini taşımaktadır.

Hamzaviler

HAMZAVİLER

Osmanlı topraklarında doğup gelişen ikinci dönem Melamiliğin (Bayrami-Melamilik) 16.yüzyılda tarikatı Balkanlara yayan şeyhi Bosnalı Hamza Bali’nin 1561 yılında İstanbul’da idam edilmesinin ardından aldığı isimdir. Üzerindeki siyasi baskı nedeniyle zamanla gizli bir tarikat hüviyetine büründüklerinden ötürü tarikatın tarihi seyrini izlemek hayli zordur. Üstelik önemli 3 liderinin şeyhülislam fetvasıyla idamı ve en sonunda da tarikatın sindirilerek neredeyse yok edilmiş olması, araştırma sürecinde kaynak bulma ihtimalini oldukça düşürüyor. O nedenle çok farklı siyasi tarih kitabı ve makalelerinin içinden yoğun bir tarama sonucu parça parça bulduğum bilgileri birleştirerek bu tarikatın net bir fotoğrafını çekmeye çalıştım. Şimdi tarihi bir perspektiften bu tarikatın dönüşüm süreci ve kırılma noktalarını inceleyerek “bir padişahın benimseyip müridi olduğu Bayramilerin nasıl olup da bir yüzyıl sonra aynı padişahın büyük büyük dedesi tarafından sistemli bir şekilde yok edildiğini” görelim.


Hacı Bayram-ı Veli…

On beşinci yüzyılın başlarında Ankara bölgesinde kurulan Bayramiye tarikatının kurucusudur. Hamzavilerin şeceresinin en tepe noktası olmakla beraber kuruluş aşamasında heterodoks islamın temsilcisi olsa da sunni çizgide oluşu vurgulanması gereken en önemli noktadır. Dönemin yapısal ruhu içinde tarikatların etkisi ve varlığı olağan ve yoğun olsa da kuruluşundan kısa bir dönem sonra müridlerinin sayısındaki inanılmaz artış nedeniyle dikkati çeken bu tarikat zamanla bir tehlike olarak görünüyor ve şeyh Bayram Veli prangalanarak Edirne’ye, 2.Murad’ın huzuruna götürülüyor. Fakat Murad, şeyhin “ne kadar büyük bir zat” olduğunu anladıktan sonra özür dileyerek serbest bırakıyor, kendisi de Bayrami oluyor ve “bölgedeki Bayrami dervişlerden vergi alınmayacak” emrini buyuruyor. Şeyh Ankara’ya döndüğünde hem padişahın bu tavrı hem de yüksek ihtimalle vergi muafiyetinden ötürü zaten yüksek olan müridlerinin sayısı daha da katlanarak artıyor. Efsane midir bilinmez ama sadece vergi meselesi yüzünden, çıkar için tarikatı benimseyenlerden kurtulmak adına Hacı Bayram Veli şöyle bir çare düşünüyor. Padişahın görevlileri kaç müridi olduğunu sormaya geldiklerinde şeyh çadırın içine elinde bir bıçakla giriyor ve “kim benim müridimse arkamdan gelsin” diyor. Bir kişi içeri giriyor ve şeyh bir koyun keserek kanını çadırın altından dışarıya doğru akıtıyor. Bunu gören kalabalık korkudan kaskatı kesiliyor fakat içlerinden bir kadın “Allah yolunda kurban olmaya” razı olduğunu haykırıp içeriye giriyor. Şeyh bir koyun daha kesiyor ve yine kanı gören diğer müridler kadının da kurban edildiğini sanıp kaçıyorlar. Çadırdan dışarı çıkıp kimsenin kalmadığını gören Hacı Bayram: “Bir buçuk müridim vardır, geri kalanlardan vergi alınsın” diyor. Buradaki buçukluk olayı anladığım kadarıyla müridinin birinin kadın olması ve o dönem şeriat kanunlarınca mahkemede 2 kadının şahitliğinin tek kişi gibi sayılması yani kadının hukuksal olarak “yarım” varoluşundan kaynaklanıyor.


Şeyhin ölümü ve en belirleyici yol ayrımı…

Tarikatta en kritik dönüşüm daha en başta, Hacı Bayram Veli’nin ölümüyle (1430) yaşanıyor. Oluşumun içinde çağdaşı başka lider kişilikler olsa da şeyhin halefi, ileride tüm dünya siyasetini derinden etkileyecek bir dönüşüm noktası olarak İstanbul’u fetheden Sultan Mehmet’in akıl hocası Akşemseddin oluyor. Yeni şeyh Göynük’e yerleşiyor ve tarikat faaliyetlerine burada devam ediyor fakat yöntem konusunda anlaşamadığı Ömer Sikkini ile derin tartışmalar yaşıyor. Kendi zikir halkasına katılmayıp birkaç mürid ile birlikte kenarda bekleyen Sikkini’ye “eğer zikir halkasına katılmazsa -liderliğin ve ehil olmanın sembolü olan- hırka ve tacını elinden alacağını” söylüyor. Ömer Sıkkini de hırka ve tacı yakıyor. Hikayeye göre “haydı o zaman bir ateş yakalım ve ortasına oturalım, eğer sen haklıysan biz yanarız tac ve hırka kalır. Ama yok eğer biz kalır onlar yanarsa demek ki tac ve hırkada hiçbir keramet yoktur” diyor ve ateşin içine giriyor. Tac ile hırka yanıyor ve Ömer Sikkini tarikatın ikinci kolunu oluşturuyor. Bu yeni kol melamet tavrını benimseyen, sunni çizgiden ayrılıp ehlibeyt sevgisine atıfta bulunan ve hatta ikinci dönem horasan erenleri olarak anılacak ve bundan sonraki dönemde siyasi baskıya maruz kalacak olan ve zamanla Osmanlı içindeki bir “karşı düşünce” hareketine dönüşecek yahut bu şekilde algılanacak olan oluşumdur.


Devletin baskısında 6 sembol şeyh…

Bayrami Melamilerin bir karşı düşünce ve tehdit olarak algılanması döneminde üç tanesi idam edilen iki tanesi çok ciddi tahkikatlar sonunda serbest kalan ve biri de zindanda ölen yahut öldürülen altı önemli ismi kronolojik bir düzen içinde önce idam edilen üçü sonra da soruşturma geçiren diğer üçü şeklindeki tasnifle inceleyeceğim. İsmail Maşuki, Bosnalı Hamza Bali, Sütçü Beşir Ağa, Hüsameddin Ankaravi, Gazanfer Dede ve Ali İdris’ten oluşan bu altılı vahdet-i vücutçu düşünceleri ve melamet tavrı yüzünden mürid sayılarının artışı ile kazandıkları nüfus ve gücün tehdit olarak algılanmasından ötürü sindirilmeye, yok edilmeye ve bundan sonrakiler için “ibretlik” olmaya mahkum edilmişlerdir. Fakat ne garip çelişkidir ki baskı gördükçe onlara olan ilgi artmış, devletten görüdükleri sistemli zulüm inançlarını pekiştirmiştir. Öyle ki Fener Parkı’nda boğdurulan son Bayrami Melamileri ölürken “sayılmayız parmak ile yok olmayız kırmak ile” diye haykırabilmişleridir.


İsmail Maşuki

Çelebi şeyh yahut “oğlan şeyh” lakaplı Maşuki kentlerde örgütlenen Bayrami Melamilerinden olmasının yanı sıra onu asıl önemli kılan özelliği öldürülen ilk Bayrami-Melami lider olmasıdır. Ebu Suud efendinin de bulunduğu mahkeme heyetinde Kemal Paşazade’nin fetvasıyla “zındıklık ve mülhidlik” suçlamasından ötürü 1528’de Atmeydanı’ndaki Çukurçeşme üzerinde boynu kesilerek idam edilmiştir. İstanbul ve Edirne’de etkili olan şeyhin müridleri arasında üst düzey devlet memurlarının bile oluşunun yarattığı tehdit algısı vahdet-i vücutçu düşünceleri ve özellikle ibadet şekillerinin farklılığı ile birleşince idam olunan ilk oldu ve bundan daha önemlisi bundan sonraki tüm soruşturmalarda “emsal teşkil eden” bir konuma ulaştı. Zira sonraki hiçbir soruşturma Maşuki’nin davası kadar derinlemesine olmamıştır. Hatta idam kararlarında “oğlan şeyh yolunda olduğundan ötürü” yazması söz konusu davadaki sanığın yok edilme kararının son cümlesi oluyordu. Bu arada belirtmek gerekir ki Maşuki’nin, Sunni inancın Hanefi fıkhı terbiyesinde yetişen devlet adamlarını en çok irkilten düşüncesi “raks da hal-i kıyama dahildir” fikridir. Siyasi otoritesini ve kimliğini dini inanç üzerine temellendiren ve kendi tebaası üzerindeki hakimiyetini bu yoldan sağlayan bir iktidar için bu ciddi bir sapmadır ve işte o yüzdendir ki bu kadar şiddetle cezalandırılmıştır. Atmeydanı’nda boynu kesilen sadece Maşuki değil, onun söz ve davranışlarını açıkça savunan 12 mürididir. Ve tabi ki daha sonra farklı yerlerde idam olunan diğer şeyhler ve müridleri…




Bosnalı Hamza Bali…

Kanuni Sultan Süleyman döneminde idam olunan Bosnalı Bali Ağa,Ankaralı Bayrami-Melami Şeyh Hüsameddin Ankaravi’nin öğrencisidir. Bir süre pirinin hizmetinde bulunduktan sonra tarikatı yaymak için Rumeli’ye geri dönmüştür. Cezbe kuvveti yüksek bir insan oluşu, bazı söz ve davranışları ve hepsinden önemlisi yine artan mürid sayısı gerek Bosna’nın ulema takımının gerekse diğer tarikat şeyhlerinin tepkisine yol açmış, bu Hamza Muhalifi grup “bu adam cahildir ve mürid yetiştirmeye ehil değildir; eğer tedbir alınmazsa bu tavırlarıyla fitne ve fesada sebebiyet verir” diyerek kadıya baskı yapmışlar ve kadı da durumu İstanbul’a bildirmiştir. İstanbul’dan gelen müfettişler tahkikat neticesinde şeyhin tutuklanmasına karar vermiş ve Bali Ağa’yı başkente götürmüşlerdir. Dönemin şeyhülislamı Ebu Suud, fetvadan önce bazı tarikat şeyhlerinden Hamza Bali hakkında bilgi alıyor, bu şeyhler ise Bali Ağa’nın dördüncü esmada kaldığını, şeyhliğe ehil olmadığını ve oğlan şeyh yolunda olduğunu belirtiyorlar ve Hamza Bali “Oğlan şeyh zendeka ve ilhada (dinsizlik ve Allahsızlık) binaen idam olunmuştu. Şeyh Hamza da onun gibi zındık ise katli meşrudur” diye verilen fetva ile Süleymaniye’de Deveoğlu Çeşmesi önünde idam ediliyor. Mezarı ise bugün Silivrikapı tarafında, Yenikapı Mevlevihanesi ile Halveti tekkesinin arasındadır. Ölümünden sonra Bayrami-Melamiler “Hamzavi” olarak anılmıştır. Bu yalnız halkın onları anlatırken kullandığı bir tabir değildir. Sonraki Melamiler de Hamza’yı pir olarak kabul ettiğinden kolun adı Hamzaviye olmuştur.

Şeyh Hamza Bali’nin dünya görüşü ve inançları ekseninde şekillenen yaşamı ve tavırları sadece onu tehdit olarak gören ulema ve diğer şeyhler tarafından değil kimi zaman kendi tarikatı içindeki dostları ve hatta piri, hocası Hüsameddin Ankaravi tarafından bile yanlış anlaşılmıştır. Bu durumu en iyi örnekleyen olay aşağıdaki küçük hikayedir:

Şeyh Hüsameddin Ankaravi yeni mescidinin açılışı için Cuma namazını kılmaya hazırlanırken “Bali Ağa hala gelmedi mi” diye sorar. İstanbul’dan gelecek olan Bosnalı Bali hakkında müridlerden biri “henüz gelmedi pirim, fakat rivayetlere göre Bali Ağa ibadetini aksatırmış, kendini de zevke sefaya vermiş, her gün tavuk çorbası yerim diye kıvanır dururmuş” diyerek Ankaravi’yi bilgilendirir. Namazdan az bir süre önce Bali Ağa gelir. İbadetin ardından Şeyh Ankaravi konuşmasında Bali Ağa’ya hitaben “evladım, ibadetini eskisi gibi yapmazmışsın, her gün tavuk çorbası yediğini söyler, övünürmüşsün” diye sitemde bulunur. Bali Ağa ise ibadeti aksattığını kabul ederek “yalnız bir husus var, tavuk çorbası olayı yanlış aksettirilmiş. İstanbul’da her evin önünde köpeklere ve tavuklara verilmek üzere artık yemeklerin ve çorbaların konduğu bir büyük taştan kase bulunur. Ben de tavuklar için konan bu artık çorbalardan yiyerek nefsimi köreltirim pirim” der. Bu anlatılanlar Ankaravi’nin hoşuna gider ve Bali Ağa’ya peygamberin amcasının ismi olan Hamza ismini verir ve bundan böyle Bali Ağa, Bosnalı Hamza Bali olarak anılır.

Buradan anlayacağımız üzere Melamiler aslında bir yandan da Ortodoks islamın öngördüğü Cuma namazı gibi ibadetleri de yerine getiriyordu. Hatta Bosnalı Hamza Bali’nin “ibadeti aksatması”ndan kasıt muhtemelen bu tür ibadetlerdi ve aslında şeyh Hamza “köktenci bir melamet” tavrındaydı. Bu tavrının Bosna’ya gittiğinde merkezi otoriteden uzaklaşmasının verdiği rahatlıkla daha da açığa çıkmış olacağını tahmin etmek pek de zor değildir. Ve yöre ulemasının hoşuna gitmeyen “bazı hal ve davranışlar” ile ima edilen şey de sanırım bu yaşayış biçimi ve marjinal dünya görüşü ile ibadet şeklidir.

Sütçü Beşir Ağa…

1662 yılında 90 yaşını geçkinken idam edilerek öldürülen son Melami şeyhidir. Bundan sonra Hamzaviler (Melamiler) kendilerini gizleyerek yaşayışlarını sürdürmüşleridir. Çünkü şeyhleri öldürüldükten sonra yandaşları çok ciddi bir tepki gösterip, devlete deyim yerindeyse bir rest çekerek gemilerini yaktılar: “Ya şeyhimizi zulmen öldürdüğünüzü halka itiraf edin yahut bizi de idam edin” diyorlar ve bunun sonucunda 40 Hamzavi dervişi daha Fener’de boğularak öldürülüyor. Sayılmayız parmak ile yok olmayız kırmak ile beyiti de bu son idamlara atfen ortaya çıkıyor. Olaylar öyle yankı uyandırıyor ki sadece Hamzaviler değil bazı ulema ve devlet görevlileri de yapılanı zulüm olarak görüp kararı verenler üzerinde baskı oluşturuyor bunun sonucunda Veziriazam Köprülü Ahmet Paşa bu tepkiyi bastırmak adına suçu şeyhülislama yıkarak fetvayı veren Sunizade’nin yerine Yahya Efendiyi atıyor.


İki Sorgu Artı Bir Muamma Eşittir Üç Baskı Daha…

1557 yılında Ankara kalesinde bir ölüm daha görüyoruz. Ama bu sefer ecel söz konusu. Tabi bu ecelin devlet kontrolünde olduğu şüphesi de hiç yabana atılmayacak derecede. Ölen kişi kola ismini veren Hamza Bali’nin piri Hüsameddin Ankaravi. Hakkında kovuşturma açılıp tutuklandıktan sonra (Zal Paşa’nın adamlarından birisinin bir at nedeniyle garaz bağlayıp aslı esası olmayan yalanlar söylemesi üzerine ) zindanda ölümü bir muamma olan şeyhin aslında öldürüldüğünü 1568 tarihli şu fermandan anlamak mümkündür.

“Maslup (asılmış olan) Şeyh Hüsam’a ait metrukatın yazılmasına dair Ankara Beğine ve Seferihisar Kadısına hüküm ki bundan önce asılmış olan Şeyh Hüsam’ın ne miktarda m metrukatı (mirası) varsa deftere yazılmasını emir buyurdum”

Bu dönemde Ankara’da asılan başka şeyh yoktur ve bu fermanda Hüsam olarak anılan şahsın Şeyh Hüsameddin olduğunu söylemek mümkündür. O zaman 3 resmi idama bir de gayrı resmi idam ekleniyor.

Tüm bunların yanı sıra 1548 yılında Kanuni ile beraber katıldığı bir doğu seferi kafilesinin Ankara’da duraklaması sırasında Şeyh Hüsam Efendi ile tanışan ve onun müridi olarak bölgede kalıp şeyhinin ölümünün ardından İstanbul’a gelişinin ardından Bayramiye tarikatına 60 yıl şeyhlik eden “bulunsun ve mutlak hakkından gelinsin” diye padişah emrine rağmen gizlenmeyi başaran ve 1615 yılında ölen Ali İdris ile Ebu Suud döneminde bir kez İstanbul’a getirilip soruşturmadan geçirilmiş ve önce “oğlan şeyh yolundadır dedikleri gerçek ise bu adamda hayır yoktur” denen fakat daha sonra iki üç meclis daha uzatılan soruşturma sonucu asla yoruma olanak bırakmayacak önlemleri aldıktan sonra “eğer adı geçen kişi, bir kötülüğe ve kargaşaya neden olmamışsa bırakılması yasal bir işlem olur” denen Gazanfer Dede, Bayrami Tarikatının seyrinde diğer iki önemli liderdir. Ali İdris olayı melamet tavrının gizliliğinin ötesinde üzerindeki baskı nedeniyle Bayramilerin nasıl bir hayat ve faaliyet gösterdiğinin, Gazanfer Dede olayı ise bir Bayrami şeyhinin asılmasında asıl önemli olgunun “etki gücü ve nüfus” olduğunun örnekleridir.


Sonuç yerine…

“Bu dönem Osmanlı başkentinde ve ülkede gerici akımların iyice güç kazandığı, hatta çığırından çıktığı bir dönemdir. Fakat devlet yönetimi gözünü daha çok Melamiler gibi muhalif kesimlere dikmiştir. Daha önce belirtildiği üzere ehl-i sünnet anlayışı içindeki, işi silaha sarılmaya dek vardıran gerici akımlar genellikle görmezden gelinmiş, ancak iş yönetimi tehdit eder hale gelince harekete geçilmiştir. Halbuki Melamilerde bir ayaklanma gündeme gelmemiştir. Fakat dünya görüşlerinin farklılığı Osmanlı yönetimini önce bu kesimi ezmeye yöneltmiştir. Gerici akımların kol gezdiği, çoğunluğunun birer hafiye gibi çalıştığı bir ortamda Melamiler kendilerini oldukça gizleyerek çalıştılar. Yine de çok yandaş kazandılar. Fakat Beşir Ağa ve 40 kadar yoldaşının öldürülmesi halkın gözünü çok korkuttu. Melamiler daha da gizlendiler. Birbirleriyle bağlantıları koptu. Halkın içinde görüş açıklamaktan, konuşmaktan kaçındıklarından yandaş edinmeleri de ortadan kalktı. Bu durum, bu akımın dinamik özünü yok etti ve onu zayıflattı. Bu dinamik özün, bundan sonraki şeyhlik postuna oturan Hamzavi önderlerince özellikle hadımlaştırılması, bu yolun giderek çökmesine neden oldu.

Hamzaviler de susturulunca 18.yüzyılın başından itibaren Osmanlı ülkesinde ilerici bir akım görmek olanaksızlaştı. Tepkiler, resmi düşüncenin en geri biçimiyle ve resmi düzlemde, kişilere yönelik olarak dile getirilir oldu. Başkentteki hareketler, isyan da dahil, yönetime karşı değil, yönetimi onarmaya yönelik hareketlerdi artık… ”