Bu Blogda Ara
21 Ocak 2010 Perşembe
Henri Pirenne - Orta Çağ Avrupa'sının Ekonomik ve Sosyal Yapısı (Kitap Analizi)
Avrupa nosyonunu tarif etmeye çalışırken başvurulan siyasi tarih anlatımları kıtanın ve modernitenin mihenk taşlarını tanımlarken ve süreci analiz ederken dönemin arka planını oluşturan sosyo-ekonomik yapıyı çok kısa anlatımlarla verir. Bu durum ortaya çıkan devrimlerin, değişimlerin, döngülerin analizini daha analitik hale getirir aslında fakat anlatımın “bir yanı hep eksik kalır” diyebiliriz. Ortaçağ Avrupasının Ekonomik ve Sosyal Tarihi şimdiye kadar –kişisel olarak bende de- eksik kalan bu önemli yanı kapatmada önemli fayda sağlayacak bir yazındır.
Gerek doğrusal bir tarih akışı izlemesi (yani kastettiğim şey kronolojik anlatımdır) gerekse neden-sonuç ilişkisinin berrakça yapıldığı sade bir anlatım diline sahip olması eseri; okuyan kişinin Avrupa kavramını zihninde açıklamaya çalışma sürecinde bir referans bilgi kaynağı olarak kabul etmesini sağlar. Yazar kendi ifadesiyle uluslar arası bir hareket noktası benimsemiş ve her şeyden önce farklı ülkelerde değil fakat aynı ülkenin farklı kesimlerinde aldıkları özel görünümleri ikinci planda tutarak, betimlenen olayın asli karakterini ortaya koymaya uğraşmıştır. Amacının gerçekler tarafından yönlendirilmek olduğunu söyleyen Pirenne, bilgi dağarcığımızda o kadar boşluk var ki, olayları açıklamak, onların içsel bağlantılarını izleyebilmek için olasılıklara ya da varsayımlara başvurmak zorunlu oluyor itirafında da bulunuyor.
Özetle kitabın içeriğini tarif etmek gerekirse Avrupa’nın ekonomik tercihleri ve yapısı İslam fetihleri kapsamında deniz yollarının kaybedilmesi ile birlikte toprağa sarılan Avrupa halkının yüzyıllar içinde üretim sistemi gereği ortaya çıkan yeni ticari anlayışı ve bu deniz yollarının yeniden ele geçirilmesi ile birleşen bir çıkış yolu bulması, değişen üretim ilişkilerinin ileride karşımıza çıkacak iktidar talebi ve devrimlerde nasıl rol oynadığı konusunda bir arka plan bilgisi verme üzerinedir diyebiliriz. Yazar anlatımını koşulların getirdiği zorlamaları tarihsel bir perspektife oturtarak bölgesel özellikler ve önem ile aktörler (tüccarlar, aristokrasi, lonca teşkilatları, para, kentler, kilise vs gibi kavramlar) üzerinden yapmıştır.
Sekizinci yüzyılın başından itibaren Akdeniz’in üstünlüğünün kaybedilişi İbn’i Haldun’un deyimiyle “hristiyanları burada (Akdenizde) bir tahta bile yüzdüremeyecek” hale getirmiştir. Sahip olunan verilere göre açıktır ki Batı Avrupa sekizinci yüzyıl sonlarından itibaren tamamen tarımsal bir topluma geri döndü. Toprak tek yaşama kaynağı ve zenginliğin biricik koşulu oldu. Ticaret, ancak kıtlık zamanlarında eksik olan şeyin tedariki için yapılan bir eylemdi ve ticaretin olmadığı yerde “malikane” sistemi ortaya çıkmıştı. Feodal sistem yalnızca, her birinin toprağın bir bölümüne sahip olduğu, bağımsızlaşmış ve kendine devredilen otoriteyi miras haklarının bir parçası olarak gören kendi unsurlarının elinde kamusal otoritenin dağılışını temsil eder. Aslında Batı Avrupa’da dokuzuncu yüzyıl boyunca feodalizmin ortaya çıkışı, toplumun tamamen kırsal medeniyete geri dönüşünün siyasal plandaki yansımasından başka bir şey değildi diyor Pirenne ve feodal sistemin ürettiği en önemli birimlerden olan malikanenin hikayesini şöyle anlatıyor:
…ama şimdi bunu yapamaz duruma geldi, çünkü artık ne tacirler ne de kentler vardı. Artık alıcı olmadığına göre kime satış yapacaktı ve ihtiyaç olmadığı için talep edilmeyen ürünleri nerede elden çıkaracaktı? Şimdi herkes toprağında yaşadığı, dışarıdan yiyecek satın almadığı ve talebin büsbütün yok oluşu nedeniyle, toprak sahibi kendi üretimini tüketmek zorundaydı. Böylelikle her mülk, tam da doğru olmayarak “kapalı mülk ekonomisi” şeklinde tanımlanan ve gerçekte pazarı olmayan basit bir ekonomi türüne kendisini bağımlı kıldı. Bunu isteyerek değil, zorunluluk sonucu yaptı. Satmak istemediği için değil, fakat alıcıları artık onun alanına girmediği için bunu yaptı. Lord, yalnızca demesnesinin geliri ve kendi köylülerinden sağlayacağı resimlerle yaşamını sürdürmek için değil, fakat bunları başka yerden sağlayamadığına göre, topraklarının işlenmesi için gerek duyduğu alet ve gereçlerle, hizmetkarlarının giysilerini de malikanesinde üretmek için gerekli düzenlemeleri yaptı. Bundan dolayı erken orta çağ malikane organizasyonunun pek karakteristik bir öğesi olan bu atölye ya da “gynaeceas”, tamamen ticaret ve endüstrinin yokluğunu telafi etmek amacıyla kurulmuştu.
…
Dönemin en büyük lordu ise “kilise” olarak tanımlanıyor Pirenne tarafından. Katı bir hiyerarşiye sahip bu toplum yapısında birinci ve en önemli yer, aynı zamanda ekonomik ve manevi üstünlüğü olan kiliseye aitti. Zenginlik peşinde koşmak, tamah batağına saplanmaktı. Yoksulluk ilahi kökenli ve Tanrı tarafından takdir edilendi. İşte bu görüş zaten yapısal olarak varlığını sürdüremeyen ticaretin durumuna bir de manevi darbe indiriyordu. İleriki bölümlerde şehirlerin ve ticaretin canlanışını anlatırken yazar aslında bu görüşün nasıl kırıldığına pek değinmiyor, yapısal olarak bir tasvir yaparak açıklamakla yetiniyor.
Ticaretin canlanışını anlatırken ilk değindiği yerler Batı Avrupa’nın üretim yapısıyla tam bir zıtlık gösteren Venedik. Kuzey Denizi ve Baltık Denizi ticareti ile Vikinglerin kısa bir açıklaması ise ikinci sırayı oluşturuyor. Ticaretin canlanışı konusunda ise tarımdan bağımsız bir ticaretin düşünülemeyeceğini ve bu kıpırdanmalar sırasınca ve boyunca kilisenin başından sonuna kadar ticari karları bir tehlike olarak görme alışkanlığını sürdürdüğünü görüyoruz. Yerel kıtlıkların sürekli olduğu bir çağda spekülasyonun, ilk ticari servetlerin oluşumuna geniş ölçüde katkıda bulunması bunu işin bir tür başlangıç noktası yapıyor. Ayrıca ulaşım araçlarının, ucuz ve ağır eşyanın dolaşımını sağlamaya uygun olacak ölçüde henüz yeterince gelişmemiş olduğu bir çağda, uluslar arası ticarette birinci sırayı değeri yüksek, orta ağırlıktaki eşyalar alıyordu. Onuncu yüzyılın ilk yarısı boyunca gözlenebilen kentsel hayatın canlanışı da bu ticari canlanış ile paralellik göstermekteydi. Feodal lordların surlarla çevrili kontrol merkezlerinin dışında güvenlik sıkıntısı yaşayan tüccar gruplarının da kendilerini de sur ya da daraba içine almaları ve böylelikle bir burg oluşturmaları “bourgeois” terimini kullanmanın esas nedenidir. Tacirlerin elverişli noktalarda toplanmaları zanaatkarların da aynı yerde toplanmasına yol açtı. Avare dolaşan topraksız insanlara kendini sunan yeni bir tür hayat, ortaya koyduğu kazanç vaadiyle, onlar için karşı konulmaz bir cazibe teşkil ediyordu. Burjuvazinin ihtiyaç ve eğilimleri Batı Avrupa’nın gelenek ve örgütlenmesiyle öyle bağdaşmazdı ki, derhal şiddetli bir muhalefet yarattı. İhtiyaçların en kaçınılmazı “kişisel özgürlüktü”, yani gidip gelebilmek, iş yapabilmek mal satabilmek. Yeni bir hayat aramak için kente yerleşen köylünün, kendini güvende hissetmesi, kaçıp geldiği manorlara zorla geri götürülmekten korkmaması zorunluydu. İşte bu durum kentsel kurumları ve hukuku yaratan başlıca sebepti. Yargısal özerkliğe yönetsel özerklik eşlik etti ve belediye düzeni ortaya çıktı. Mevcut düzen içinde buna model olabilecek hiçbir şey yoktu çünkü onun tarafından karşılanması öngörülen ihtiyaçlar yeni idi. Bu da yaratılan şeyin orjinalliğinin nedenidir. Kale duvarlarının yapımı kentler tarafından üstlenilen ilk bayındırlık işi oldu.Aslında burjıvazinin en temel özelliği, nüfusun geriye kalan bölümü için de ayrıcalıklı bir sınıf oluşturmasıydı. Burg’lu için kırsal nüfus, yalnızca sömürülmek için vardı. Kendi ayrıcalık ve haklarından onları yararlandırmak bir yana, bunlardan en küçük bir pay vermeyi bile inatla reddettiler.
Yeniden bir adım geriye dönüp dönemi bu sefer de toplumsal sınıflar açısından irdelerken tarımsal toplumun en önemli birimi olarak manor örgütlenmesini görüyoruz. Lordun hakimiyetindeki “büyük mülk” diyebileceğimiz bu olgunun oluşmasını sağlayan herhangi bir plan söz konusu değildi; her türlü ekonomik endişeden bağımsız, tarih onu nasıl yapıyorsa öyleydi. Merkezinde bir kilise ya da katedral olması dönem içinde dinin yeri konusunda da bize açık bir fikir vermektedir. Lordun dışında bir manorun arazisi içinde yaşayan herkes serf ya da deyim yerindeyse yarı-serfti. Esasen patriyarkal olan manor örgütlenmesi yalnızca ekonomik değil fakat toplumsal bir kurumdu. Pazar talebine bağlı olarak, satış için üretim yapılmadığından, yalnızca yük olacak bir fazlayı adamlarından ve toprağından söküp almak için dehasını zora koşmaya ihtiyaç duymuyor ve ürettiğini kendi tüketmek zorunda olduğu için üretimini ihtiyaçlarıyla sınırlı tutmak ona yetiyordu. Zaman içerisinde ölümleri aşan doğum oranları sebebiyle artan insan sayısı, baba mülkünü terk etmek zorunda kalan insanları yaratmaya başlıyordu. Özellikle toprakları miras yoluyla büyük oğla geçen ikinci dereceden soylular, bir “küçük erkek çocuklar” kalabalığıyla bunalıyorlardı. Manastır önderliğinde bir kolonizatör görevinde olan hötelerin tarıma açtığı topraklar bunun sonucuydu. Pirenne bunu şöyle yorumluyor:
Böylece manastırların tarıma açtıkları yeni topraklar, kendileriyle birlikte yeni bir ekonomik örgüt türü ortaya çıkardılar. İşte bu, nüfus artışının nasıl sonuna kadar kazanç sağlayacağını keşfeden akıllı bir sistemdi. Bu sistem, eski toprak düzeninde istihdam edilemeyen o işgücü fazlasına başvurdu.
Tarımsal açıdan yeni kentlerin başlıca özelliği özgür işgücüydü. Yeni kentte demesne arazisi yoktu, her köylü emeğinin tümünü kendi toprağına harcıyordu. Benzerliklerinin çokluğundan ötürü bu yeni kentin sakinleri çoğu kez burg’lu olarak tanımlanmıştır. Özetlemek gerekirse ayrıntılardaki farklara rağmen genel olarak olay her yerde aynıydı. Eski Karolenj imparatorluğunun kapsadığı dönem boyunca, nüfusun artan yoğunluğu, yerleşilen merkezlerin sayısında büyük bir artış meydana getirdi ve özgür işgücü, yeni tarlalar ele geçirmek için büyük bir enerji ile buralardan boş ve işlenmemiş arazilere akın ettiler.
Naturalwirtschaft yani doğal ekonomiden geldwirtschafta yani para ekonomisine geçişi, o zamana kadar lorları ve kendileri için toprağı süren köylülerin artık burgluların tüketimi için bir üretim fazlası sağlamaya yönelik tarım yapmalarıyla başladığı ile açıklıyor yazar. Kentlerin sayısı ve önemi arttıkça tahıl, zahire ambarından çıkıyor, ya komşu kente bizzat köylünün kendisi tarafından taşınmak ya da bu işin ticaretini yapan tüccara yerinde satılmak suretiyle dolaşıma giriyordu. Eskiden her manor mümkün olan en çok tahıl çeşidini üretmek zorunda kalıyordu çünkü bunlar piyasadan sağlanamıyordu. Sonrasında artık ihracat yapma imkanı olan her yerde toprak, en ucuz ve en bol verebileceği ürüne göre işlenmeye başlandı. Şimdi artık köylü, ürünleri için komşu kasabada bir pazar bulabildiğine göre, kar etmenin tadıyla birlikte tasarruf etmenin de tadına vardı. Bu evrilme ile birlikte serflik ne kadar değişikliğe uğramış olursa olsun, köylü yine de senyörün yargı hakkı, ondalık vergiler, örfi resimler ve yönetimlerin onu korumadığı ya da yetersiz koruduğu her türlü güç suistimalleriyle karşı karşıya bulunuyordu. Tarihsel süreçte bu ekonomik ve toplumsal değişim, siyasal ve hukuksal bir değişimi de talep edecekti.
Paranın daha çok kullanılır olmasının nedeni artık ona olan ihtiyaçtır. Zira daha önceki üretim modelinde paranın kullanılabileceği bir ortam yoktu, her manor kendi kendini tüketiyordu ve “satın almaya” ihtiyaç yoktu. Fakat değişen durum para konusunu da gündeme getirdi. Paranın daha sık kullanılır oluşu ülkeleri para basmaya itti ve birçok lord bizzat paranın kendisi üzerinden para kazandı. Tabii ki bahsettiğimiz şey “finans ekonomisi” değil. Şöyle;
Para ilk aşamada en değerli maden olan altından yapılmaktaydı. Zamanla ekonomide dolaşan para miktarını arttırmaya yönelik ihtiyaç, paranın hammaddesini değiştirmeye yöneltti ve artık gümüş paralar vardı. Bu dolaşım sırasında ise sahtekarlığı önlemek adına tedavüldeki para sık sık toplanıyor, eritilip yeniden basılıyordu. Fakat bu işlem sırasında her seferinde paranın ayarı düşürülüyor, artık kısım ise bu para basma işlemini yapanların eline gidiyordu (önce imparatorlar, sonra da imparatordan bu hakkı alan lordlar).
Amacı yörede yerleşik nüfusun günlük hayatı için gerekli olan ihtiyaçları sağlamak olan yerel pazarlardan tamamen farkı bir işleve sahip olan “panayırlar” tarih sahnesinde bu dönemde yerini almıştır. Merkez yerine çevrede, insandan uzak geniş bir alanda kurulan panayırlar, tacirlerin buluştuğu, alım satımların (tacirler arası) gerçekleştiği ve ilginçtir eski borç hesaplarının kapatıldığı yerler olagelmiştir. Panayırların önemi, kurulduğu yerin öneminden bağımsızdır. Bu kolaylıkla anlaşılabilir çünkü panayır, uzaktaki müşteriler için belirli aralıklarla kurulan bir buluşma yerinden başka bir şey değildi ve buna katılanların sayısı, yerel nüfusun yoğunluğuna bağlı değildi. İşin bir başka ilginç noktası şudur, tacirlerin toplanması o alanda yaratılacak “özgürlüğe” bağlıdır. Daha önce de dediğimiz gibi, ticaret için ilk başta “özgürlük” gerekir. İşte bu nedenle, yöneticiler için panayırların bir “suçlu avlama yeri” olmamasını sağlamak için “panayır dışında taahhüt edilmiş borçlarda ya da işlenmiş olan suçun cezasını çekmede ve müsadere gibi konularda, panayıra gelen tacire bağışıklıklar sağlanması, panayırın asayişi devam ettiği sürece davaların ve infazların askıya alınması, hepsinden daha değerlisi olarak mukaddes kitabın yasakladığı faiz karşılığı borç vermenin de askıya alınması gerekmiştir, ve bunlar da gerçekleştirilmiştir. Panayırlar zamanla avrupanın “para piyasası” haline geldiler. Her panayırda satışların yer aldığı açılış döneminden hemen sonra bir ödemeler dönemi geliyordu. Bu ödemeler, yalnızca panayırda taahhüt edilen borçları temizlemekle sınırlı kalmıyor, fakat çoğu kez önceki panayırlarda yükümlenilen borçları da bir karara bağlıyordu. On ikinci yüzyıldan başlayarak bu uygulama kredi işlemlerinin örgütlenmesine yol açtı ki, herhalde poliçelerin kökenini burada aramalıyız. Nakliyeciliğin gelişmesi, gezginci ticaretin yerini daha yerleşik uygulamalara yerini bırakması ve bu dönemde yaşanan bazı savaşlar panayırların yavaş yavaş sonunu getirmiştir.
Pirenne, kitabının son kısımlarında ise uluslararası ticaretin ve girişimciliğin ortaya çıkışı ile kentlerin bir ekonomi merkezi haline gelişini tasvir ederek şimdiye kadar anlattıklarını…
…bir yandan Akdeniz’le Karadeniz, öte yandan Baltık ve Kuzey Denizi büyük ticarete sahne olur, bunların kıyıları boyunca ve adalarında limanlar ve ticaret merkezleri fışkırırken, kıta Avrupa’sı, yeni orta sınıfın faaliyetlerinin her yana yayıldığı kentlerle bezendi. Bu yeni hayatın etkisi altında para dolaşımı yetkinlik kazandı, her türlü yeni kredi biçimleri kullanılmaya başlandı ve kredi kullanımı sermayeyi özendirdi. Nihayet nüfusun artışı toplumun sağlık ve canlılığının yanılmaz bir göstergesi oldu…
şeklinde özetleyerek konuyu on dördüncü yüzyılda başlayan deyim yerindeyse “ekonominin duraklama ve içine kapanma” dönemini ve aktörlerini anlatarak bağlıyor.
Son söz yerine şunu söylemek gerekir. Henri Pirenne’in “Orta Çağ Avrupa’sının Ekonomik ve Sosyal Tarihi” kitabı; dönem üzerine yapılan her araştırma için temel bir referans kaynağı, Avrupa mefhumunu üzerine çalışanların sosyo-ekonomik perspektifini geliştirecek önemli bir eser olma özelliğini taşımaktadır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder