Bu Blogda Ara

15 Ocak 2010 Cuma

RCTS Final soruları ve yanıtları

Rus Coğrafyasında Tarih ve Siyaset
Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans Programı
Final Soruları ve Yanıtları



SORULAR

1. Dominic Lieven’in imparatorluk tanımlarını göz önünde bulundurarak Çarlık Rusyası ile Sovyetler Birliği’nin ulusal politikalar konusunda süreklilik ve kopuşlarını, Berg Fragner’ın “Sovyet Milliyetçiliği” tanımlamasını da göz önünde bulundurarak tartışınız.

2. Sovyet arşivleri açıldıktan sonra Sovyetler Birliği tarihçiliğinde yaşanan gelişmeleri, Moshe Lewin’in Sovyet Yüzyılı çalışmasını da göz önünde bulundurarak tartışınız.

3. 2.Dünya Savaşı sonrası Stalin’in milliyetler politikasındaki değişiklikleri nedenleri ile tartışınız.



YANITLAR


1. Romanovlar’dan Sovyetlere; İlminski’den Stalin Politikalarına; Etnikleştirmeden Sovyet Milliyetçiliğine Geçiş:

Romanov Hanedanı ülkesinin, yayılmacı politikalarına paralel olarak Rus (ve Ortodoks) olmayan unsurları da içine almasıyla bir imparatorluk haline dönüşümü ortaya yönetilmesi gereken bir “ötekiler” grubu çıkarmıştır. Çarlık Rusyası’nın bu kitleyi yönetirken uyguladığı Ruslaştırma politikaları özellikle Tatarlar üzerinde bir dirençle karşılaşınca devreye 19.yüzyılda Nikolay İvanoviç İlminski’nin “etnikleştirme” politikası girmiş bu yaklaşım 1917 Ekim devriminin ardından Sovyetler Birliği döneminde Fragner’in “Sovyet milliyetçiliği” kavramıyla açıkladığı bir hal alarak Rus olmayan unsurlar üzerinde etkisini sürdürmeye devam ettirmiştir.
Öncelikle bir imparatorluk tanımı yapmak gerekirse bu noktada karşılaştırmalı tarih ve sosyal bilimler için tanımlanması zor bir kavramdır diyen Lieven’a başvurmak yararlı olacaktır. “Fikrimce, imparatorluk büyük bir güç olmalıdır” diyen yazara göre imparatorluk, sadece uluslararası ilişkileri değil var olduğu dönemdeki kültür ve değerleri de şekillendiren; geniş alanlara yayılmanın getireceği kontrol ve diğer sorunları göze alarak bu politikalarını gerçekleştiren; başlıca vazifesi çoklu-etnisiteyi yönetmek olan, adına yaraşır şekilde bir büyük güç, bir başrol oyuncusudur. Bu yönetim sırasında ise sağlanması gereken en önemli şey “hanedana sadakattir” çünkü imparatorluğun yönetim çemberinde bulunan farklı unsurlardan beklenen tek ve esas ortak davranış budur.
Bu noktada bir din farklılığı olan Tatar unsurlar konusu titizlikle dikkate alınmalıdır. Orta Asya’nın fethi sırasında özellikle Müslüman bölgelerin ele geçirilmesi konusunda Çarlık Rusyası ile işbirliği halinde olan Tatar burjuvazisine, Müslüman topraklarda bir Rus hakimiyeti sağlanmasının ardından eskisine nazaran daha az ehemmiyet gösterilse de Çarlık yetkilileri, Müslümanları “batılılaştırabilecek” olan Tatarlar’a bir süre daha bu nedenle yakınlık göstermeyi sürdürmüştür. Fakat Ruslar, 19.yüzyılın son çeyreği içinde bu politikanın tehlikelerini gördüler: Rus topraklarındaki bir Tatar gücü, yüzyılın ikinci yarısında Rusya’nın esas düşmanı olan Osmanlı İmparatorluğu’nun ekmeğine yağ sürüyordu. Ruslaştırılması mümkün olmayan bu unsurlar Romanov Hanedanlığı için büyük bir tehditti ve öncesinde Kadimciler bir koz olarak Tatarların karşısına çıkarılsa da esas “karşı politika”, Panislamizmin kırıcısı olarak etnik özgünlük yolu seçilmişti. Etnikleştirme olarak isimlendirilen bu politikada en küçük gruba dahil kendi dilini, kültürünü yaşatma özgürlüğü verilecek hatta dili olmayan etnik gruplara yeni diller icat edilecekti. Amaç kuşkusuz bağımsızlığı desteklemek değil en önemli tehdit olarak görülen Panislamizmi, diğer bir değişle Tatar önderliğindeki bir Türkçe konuşan ve dini İslam olan halklar birlikteliğini baltalamaktı. Bu tavır ileride deyineceğimiz Stalin’in analizine de aynen uyuyordu.
İlminski’nin fikirlerinde gelişen etnikleştirme politikalarının hedefi olan azınlık grupları, özgürleştirilme umuduyla KADET’lere desteğini sunuyor fakat yönetime gelmelerinin ardından çıkardıkları anayasada “Rusya’nın birlik ve bütünlüğüne” yapılan vurguların ve kurulu düzenin devamına yönelik tavırlarını görmelerinin ardından onlardan umutlarını kesip desteklerini çekiyorlardı. İlginçtir ki Ekim devrimini gerçekleştiren kadroların aldığı halk desteğinde de aynı ton, yani özgürleştirme vaadi çok etkili rol oynamıştır. Derhal barış; toprak ekenin, su kullananın; isteklerinin yanı sıra “bütün iktidar Sovyetlere” sloganı bu umudu en çok yeşerten şeydi. Devrimin ilk yılındaki özgürlük ortamı ve bunu takip eden yıllarda iç savaşta Beyaz Ordular’a karşı kazanılan zaferin Bolşevik yönetimin iktidarını perçinlemesinin ardından şimdi yüzünü kendine çevirme ve “ne yapacağına karar verme” zamanıydı devrim kadroları için. Zira devrim konusunda inançlı ve korkusuzca hareket etseler de yönetime geldikten sonra ne yapacakları konusunda net bir fikirleri yoktu. İşte tam bu noktada Marksist ideoloji Rus Coğrafyası gerçekleriyle harmanlanarak özgün bir model ortaya çıkacaktı. Özellikle Stalin dönemi uygulamalarında en yoğun halini yaşayan bu modelin adı “Sovyet milliyetçiliği” idi. Aslında İlminski’nin fikirlerinde ve etnikleştirme politikalarındaki “Ortodoksluğun yerine Sosyalizmi koyarsak Stalin’in yaptığı şeyi tarif etmiş oluruz.
Sovyet milliyetçiliği, Sovyet tarihinin erken dönemlerinde Sovyet siyasi sınıf önderlerinin himayesinde geliştirilen, sınıf mücadelesi kavramından çıkarsanmamış, Sovyet siyasi ideolojisi içerisinde var olmuş bağımsız ve özgün bir kavramdı. Burada ilk olarak vurgulanması gereken, bahsedilen kavramın “Sovyetler Birliği’nde milliyetçilik” kavramından farklı olması. Marksist düşünce çerçevesi içinde Ulusal Sorun’un çözümünü sınıf mücadelesinden ayrı tutma konusu Stalin’in, Otto Bauer’in Ulusal sorun ve Sosyal demokrasi eserine serzenişte bulunan “Marksizm ve Ulusal Sorun(1913)” adlı makalesinde yeniden üretilerek kanımca Sovyet milliyetçiliğinin ilk adımı atılmıştır. Sonraki yıllarda Stalin’in görüşleri Lenin tarafından desteklenip onaylanınca, devrimden sonra Stalin Sovyet uluslar politikası konusunda önde gelen isimlerden biri oldu. Sovyet milliyetçiliği Stalin’in temel düşüncesini tekrarlayarak adım adım ilerledi ve İkinci Dünya Savaşı sırasında “Sovyet yurtseverliği”nin icadıyla gelişimini tamamladı.
Sovyet düşüncesinde milliyetçilik kavramı ile sınıf mücadelesi arasında temel bir çelişki yaratmayan bu durum aksine milliyetçiliği kontrol eden bir özgün türdü. Kitleleri harekete geçirici bir aygıt olarak milliyetçiliği elden bırakmayan Sovyetler, milliyetçiliğin bu özgün biçimi sayesinde topraklarındaki tüm milliyetçilik akımlarını kendi kontrolleri altında tutuyorlar, “kendi milliyetçiliğini” yaratarak diğerinin yeşermesine izin vermiyorlardı. Bu özgün milliyetçilik kendi egemenliği altındaki ulusal önderlere bağımsızlık dışında çok geniş haklar tanımıştı. Yöneticiler içerideki politik iktidarlarını dışarıdan gelenleri bertaraf ederek kurabiliyor, kendi altsistemlerini yaratabiliyordu. Toprak ilkesine dayalı bu bölümlerde yaşayan ayrı halklar ise kültürel miras konusunda özgürce tartışabilirken (İbn-i Sina Tacik miydi? Farabi Kazak mıydı? Biruni kimlerdendi? Gibi) bu Rus olmayan unsurlara kendi tarihlerinde iz bırakmış siyasi kahramanlarını yaratma izni verilmiyordu. Büyük Petro veya Ivan Grozni’nin bir eşi olamazdı. Fakat tanınmış Özbek tarihçilerden İbrahim Muminov, Timur’un Özbek tarihinde “ilerici” bir rol üstlenmiş olduğunu öne sürdüğündeyse akademik görevine son verilmişti. Kültürel olarak ayrışabilen alt sistemler politik olarak ayrışamazdı. Bir başka deyişle eskiden Romanovlara duyulan sadakat, şimdi Sovyetlere duyularak bir homo-sovieticus yaratılmalıydı. Tüm bu Sovyet Milliyetçiliği politikasının yegane amacı aslında buydu.
Fragner’in de yardımıyla bu politikanın diğer önemli ve özgün niteliklerini kısaca sıralamak gerekirse:
1) Kitleleri harekete geçiren bir araç olarak kullanılması.
2) Zorla modernleştirme sürecinin ayrılmaz bir parçası olması.
3) Yerel bir milliyetçilik ya da etnosentrik bir bakış açkısından kaynaklanmamış ve sonradan icat edilip Sovyet halklarına sunulmuş olması.
4) Sovyetlerin insan mühendisliği projesinde (homo-sovieticus) merkezi bir unsur olması.
5) Amacının milliyetçi söyleme egemen olmak, milliyetçiliği tekeline almak olması.
6) Sovyet bloğu dışında da etkili olması ve Soğuk Savaş yılları boyunca Batı’nın kültürel söylemlerinde de bir unsur olarak yer alması.


Stalin için özekliğin bahşedilmesi, esas olarak “sosyalist ünitarizm” yolunda idari bir araçtı. Zira yukarıda yaptığımız listedeki beş numaralı madde de bu açıdan Sovyet Milliyetçiliği politikasının ve Stalin’in sosyalist ünitarizm gayesindeki yegane amacı oluşturuyordu. Diğer bir açıdan bakacak olursak, milliyetçiliğe hakim olan ve kendi çıkarı doğrultusunda özgün bir milliyetçilik anlayışı yaratan bahsettiğimi politika bir primative strike niteliğindedir. Küçük birimlerin kendi milliyetçiliğini yaratmasına fırsat vermeden yaratılan bir kapsayıcı ve tepeden belirleyici milliyetçilik… Lewin’in ifadesiyle bürokratik ve iç politika açısından sistemin bir hipermerkezileşme hastalığına yakalandığı Stalin döneminde uygulanan bu politika neticesinde Sovyetler Birliğinin yıkılışının ardından ortaya çıkan bağımsız devletler, halihazırda bulunan alt istemlerini koruyup onları kendi üst birimleri haline getirerek “ulus-devletlerini” oluşturmuşlardır. Taşkent’teki Karl Marx heykelinin yerini Emir Timur’unki almıştır. Timur’un resmedilişinde Lenin heykellerine olan öykünme de dikkat çekicidir.
Marksizmin geleneklerine uydurulmuş ve Marksist amaçlara hizmet etmiş olsa da, Sovyet milliyetçiliğinin Marksizm dışında bir kavram olduğu açıktır. Özellikle Stalinist politikalarda İlminski etnikleştirmesinin bir devamı yahut yeni (Sovyet) versiyonu olarak algılanabilecek bu özgün politika nedeniyle Sovyetler Birliği adeta bir “imparatorluk” sistemiyle yönetilmiş, kimi tarihçilerin kullandığı gibi “son imparatorluk” olan Sovyetler Birliği yıkılışının ardından ortaya çıkan yeni birimler de bu politikanın bir çıktısı olarak kendilerini var etmiştir. Sadece doğduğu topraklarda değil, dışarıda da –özellikle 3.dünya ülkelerinde- etkisini göstermiş, kimi ülkeler bağımsızlık iddialarında Sovyet milliyetçiliği çizgisinin sıkı takipçisi olmuşlardır: “ilerlemeci” ve “devrimci” tarihler yazarak ve hatta icat ederek ,ilahlaştırılan soyut bir halk ve onun adına her şeyi yapmaktan çekinmeyen bir iktidar.






2. Tek kutuplu Sovyet Tarihçiliğinden Çok Kutuplu Sovyet Tarihçiliğine:

Sovyetler Birliği tarihçiliğinde bir dönüm noktası olan arşivlerin açılması olayı kendinden önceki iki akım olan totalitaryen paradigma ile revizyonist yaklaşımı geride bırakıp bunlardan ayrı olarak sorulmamış soruları sorarak bu arşiv devrimine paralel olarak tarih yazımı metodlarının çeşitlenmesi ile birlikte post-revizyonist Sovyet tarihçiliğinin doğuşunun nedeni olmuştur. Polonyalı Moshe Lewin tarafından yazılan ve ilk basım tarihi 2005 olan Sovyet Yüzyılı kitabı da bu yaklaşım çerçevesinde değerlendirilecek bir “arşiv devrimi” sonrası eseridir. Kitap, Stalin üzerine odaklanmış ve dönemi anlayabilmek için hem “liderin kişiliği” hem de “koşulların kişiliği” incelenmeli yaklaşımıyla kaleme alınmıştır. Stephen Kotkin’in deyişiyle, bu dönüşüm sürecinde asıl belirleyici olan yeni ortaya çıkan dokümanların ne söylediğinden çok bu dokümanlara sorulan yeni sorular ve bu soruların sorulma sebepleriydi. Fakat önce işin başına dönüp Sovyet tarihi yazıcılığının gelişimini incelemekte fayda var.
Sovyet tarihini anlamak ve açıklamak için geliştirilen ilk büyük model, bugün Sovyet Rusya tarihçileri tarafından “totalitaryen paradigma” olarak adlandırılan, bu okula mensup sosyal bilimcileri tercih ettiği isimle “sovyetoloji”, büyük ölçüde Soğuk Savaş koşulları altında ve keskin bir anti-komünist hissiyat ile şekillenen bir yaklaşımdır ve esasen toplumdan ayrı ve onun üzerinde hüküm süren ceberrut bir devlet tahayyülüne sırtını dayar. Ford, Carnegie, Rockefeller gibi büyük vakıfların da desteklediği Sovyetolog akademisyenler Harward, Columbia, University of California, University of Washington gibi üniversitelerde kurulan özel enstitülerde çalışmakla birlikte CIA, FBI, Amerikan Hava Kuvvetleri ve diğer bazı resmi kuruluşlarla yakın ilişki içinde olmuşlardır. Bu durum açıkça göstermektedir ki bir antitez ve ABD resmi politikası olarak gelişen akım, düşmanı olduğu sistemi ve ülkeyi elindeki sınırlı kaynaklarla açıklamaya ve yermeye meyletmektedir. Bu akıma göre Sovyetler Birliği’ndeki dışarıya kapalı, otoriter ve baskıcı rejimin yönetim aracı terördür ve bu paradigmanın devrime bakış açısı, Ekim devriminin herhangi bir sosyal sınıfın desteğinden yoksun, mevcut kaos ortamını ustaca değerlendirmiş küçük fakat iyi örgütlenmiş radikal bir grubun eseri olduğu yönündedir. Sovyet propaganda materyallerinde olduğu gibi totalitaryen okulun çalışmalarında da Sovyet rejimi yekpare, kararlı, güçlü ve toplum üzerinde son derece etkili olarak tarif edilmiştir. Gözle görünen bilgiler ve tek taraflı politik kaynakların dışında totalitaryen paradigmanın bilimsel olarak nitelendirilebilecek ana malzemesi Harward Sözlü Tarih projesi kapsamında Rus göçmenlerle yapılan mülakatlardır.
1960’ların sonundan itibaren Amerikan dış politikasının içine girdiği kriz süreciyle birlikte bu paradigma cepheden eleştirilmeye başlanmıştır. Sosyalist sistemin kuruluşunu, işleyişini ve sürekliliğini sadece propaganda, baskı ve terör ile açıklamanın mümkün olmadığını savunan bu yeni eleştirel akım “revizyonizm” adıyla anılır. Akımın ana kadrosunu oluşturan “tarihçiler” bu bahsettiğimiz Harward Sözlü Tarih projesi kapsamındaki kaynakların güvenilirliğini sorgulayarak alternatif kaynakları kullanmaya yönelmişlerdir. Kısmen de olsa Sovyet kaynaklarından bir şekilde yararlanan bu akım yeni sorular sorarak yeni cevaplar almış, analiz düzeyini mikro tarih seviyesine çekmeye çalışmıştır. Örneğin ilk revizyonistlerin hararetle tartıştıkları konulardan biri Ekim devriminin sosyal temelleri meselesidir. Bir başka örnekte de emek tarihçileri, totalitaryen okulun iddia ettiği gibi Stalinist politikaların halk desteğinden yoksun oluşunu halkın terör ile sindirilmiş olmasına değil Stalinist endüstrileşme politikalarının sınıf dayanışmasını zayıflatacak uygulamaları da beraberinde getirdiğine bağlamaktadır.
Dönüm noktası Stephen Kotkin’in 1995’te yayımlanan Magic Mountain: Stalinization as a Civilization adlı çığı açıcı çalışması olan Post-revizyonist sürecin Sovyetler Birliği’nin yıkılışı, Soğuk Savaş etkisinin ortadan kalkması ve arşivlerin açılması ile birlikte başladığını, Sovyet Rusya tarihçilerinin klasik revizyonist-totalitaryen ikiliğini aşıp her iki paradigma tarafından sorulmamış yeni soruları sormaya başlayarak geliştiğini söyleyebiliriz. Bu noktada analiz düzeyi devlet yahut toplumdan direk bireye kadar inmiştir. Örneğin Kotkin’in eseri dünyanın en kolay erişebilen demir cevherini çıkartmak ve işlemek amacıyla 1929 yılında kurulan iki yüz bin kişilik dev bir endüstri şehrinin mikro tarihidir. Şüphesiz ki bu eseri yazabilmeyi sağlayan en önemli araç da hem devlet arşivlerinin hem de yerel arşivlerin kullanıma açılmasıdır. Yakın dönemde Sovyet tarihi, Rus diline hakim bir tarihçi açısından, arşivlerin açılması ile birlikte bir “bilgi okyanusuna” dönüşmüştür.
İşte bu bilgi okyanusundan topladığı veriler ışığında kayda değer bir dönem analizi olarak ortaya çıkan Sovyet Yüzyılı kitabı başta da değindiğimiz gibi Stalin dönemi odaklıdır. Özellikle 1930’ları değerlendiren yazar dönemin ana başlıklarını şu şekilde özetliyor ve bunu özetlerken de dönemin resmi belgelerini, mektupları, konuşmaları kullanıyor: kentleşme, sanayileşme, kolektivizasyon, temizlik hareketleri ve göstermelik mahkemeler, eğitimin yaygınlaşması demagojiyle kültürün değersizleştirilmesi, enerjilerin ve insanların seferber edilmesi, hayatın pek çok alanında suçun yaygınlaşması, yeni idari yapılar kurma telaşı… Stalinist dönemin temel iki özelliği olarak Stalin’in kendi hükümet yöntemlerindeki kişisel keyfilik ve despotizm ile Sovyet hükümetinin bürokratikleşmesi ve parti, Sovyet, devlet yönetiminin iç içe girmesidir.
Arşivlerin kullanımı Lewin’in eserindeki Toplumsal Hareketlilik ve Sistematik Paranoya başlıklı bölümde net olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bölüm nüfus hareketlerini ve sosyo ekonomik konjonktürü ele alıyor, araç olarak da başta nüfus sayımları olmak üzere çeşitli resmi kaynakları kullanıyor, rakamları karşılaştırarak derinlemesine bir analiz sürecine giriyor. Varsayımlar üzerinden yapılan çıkarsamaların yerini istatistikler üzerinden yapılan doğrudan karşılaştırmaların aldığı bu dönemin tipik bir eseri konumda olan Sovyet Yüzyılı kitabı, yazar Lewin’in her ne kadar totaliteryan paradigmadan etkilendiği gerçeği göz ardı edilmeyecek olsa da arşiv devriminin ardından yazılan Post-revizyonizm çerçevesinde incelenecek bir eserdir. Çağdaşlarından ayırt edici özelliği ise mikro tarih yerine Sovyet sisteminin genel bir haritasını çıkarmak oluşu ve makro bir bakış açısını devam ettirme yaklaşımı olabilir. Zira kitabın sonuç bölümündeki son başlığın ismi de bu fikrimi doğrulayacak niteliktedir: Sovyet sistemi neydi?
Sonuç olarak 20.yüzyılın ikinci yarısında başlayan Sovyet Rusya tarihçiliğinde hakim paradigmalar totalitaryen paradigmadan, revizyonizme, oradan da post revizyonizme doğru evrilmiştir. Bir önceki tarih yazımı ekollerinin birikimlerinden de faydalanan yeni ekoller temelde eski metodlara eleştirel bakmış ve yeni sorulara yeni cevaplar aramıştır. Arşivlerin açılması ile birlikte bu dönüşüm süreci önceki dönemlerin çok ötesinde bir akademik üretim hızıyla bugün halen devam etmektedir. Elit merkezli ilk dönem paradigmasından, halk kitlelerini ve sosyal sınıfları merkeze alan bir bakış açısına evrilen tarih yazımı içinde siyasi bağlamı öne çıkaran yaklaşım yerini iktisadi, kültürel ve sosyal bağlamları vurgulayan ve bunların politikayla olan ilişkilerinin altını çizen bir anlayışa bırakmıştır.





3. Milliyetler Politikasının Evrimi:

Rus hanedanlığı bünyesindeki toprakların genişleyerek ülkenin bir imparatorluğa dönüşmesi sonucu içinde barındırdığı halklar içinde en büyük nüfusa sahip olan Tatarlar’dı. Rus nüfusun ardından ikinci büyük nüfusu oluşturan tatarların bir kısmı Ruslaştırılmış fakat kalan büyük kesim kültürünü ve dilini devam ettirmekteydi. Üstelik Tatarlar, Rus coğrafyasında bir Panislamist hareketin öncülüğünü yapmaya başlıyorlar, bu birleşme fikri İsmail Gaspıralı’nın faaliyetlerinde vücut buluyordu. Ruslar, gerici İslam’ın din adamlarına karşı hoşgörülü olmakla birlikte bu panislamist hareket onla için ciddi bir tehditti. Çünkü içerisinde milliyetçi unsurlar barındıran bu düşünce akımı eğer dönemin en büyük dış tehdidi Osmanlı İmparatorluğu faktörüyle birlikte hareket ederse hanedanlığın ve ülkenin geleceği karanlık gözükmekteydi. Çarlık, bu birleşme ve rakip güç oluşturma fikrinin karşına bahsettiğimiz gerici İslam önderlerini koysa da bu hamle kalıcı etkiler yaratacak ve sonuca ulaştıracak bir çözüm değildi. O nedenle Gaspıralı’nın “dilde,fikirde,işte birlik” projesinin karşısına İlminski’nin “etnikleştirme” projesi çıkartıldı. Amaç Tatarlara ayrı bir kimlik vererek (ve diğer halklara da) onları Türklük yahut İslam kimliğinden soyutlamak ve özgünleştirmekti.
Etnikleştirme (milliyetler) politikası İlminski’nin ilk çalışmalarından itibaren Orta Asya’da ve Kafkaslarda çeşitli suni halkların oluşturulması, toprağa ve dile bağlı bir sınıflama ve tanımlamanın yapılması, son aşamada ise siyasal ve stratejik bir mantıkla toprakların bölünüp ayrıştırılarak yönetilmesi üzerine kurulmuştu. Fakat devrimin hemen ardından Bolşevik liderler fikir ayrılığına düşüyordu. Lenin “eski usul bir imparatorluk otokrasisi” kurma yanlısı olarak gördüğü Stalin’e karşıydı. Bir mektubunda açıkça “Rus şovenizmine savaş ilan ediyorum” dese de Lenin ve milliyetler politikasının toptan değiştirilmesi gerektiğini savunan Troçki mağlup olmuş, Stalin kazanmıştı. Böylelikle Stalinizmin oluşumundaki birinci aşama tamamlanıyor, iktidar Stalin’e geçiyor ve ikinci safha olan temizlik hareketleri sonucunda tarihsel partinin imha edilmesi ve tarihin yenide yazılması süreci başlıyordu. 30’lu yılların sonuna gelindiğinde Nazi tehdidinin Stalin’in eline verdiği “Alman unsurlarla işbirlikçilik ve ajanlık suçlaması” kozunun da önemli yardımıyla son büyük temizlik hareketi yapılıyor ve 1939 yılına gelindiğinde devrim kadrolarından Stalin dışında kimse kalmıyordu. Süreçteki üçüncü ve son safha ise ideolojik yükümlülükten vazgeçerek Çarlık ideolojisiyle karşılaştırılabilecek milliyetçi bir “büyük güç” ideolojisine sarılarak bunun simgelerini benimsemekten oluşacaktı. Ve Stalinizmin bu son dönemindeki değişim yüksek oranda 2.Dünya Savaşı sonrası yaşanan bir zihniyet değişiminin sonucuydu.
Nazi işbirlikçiliği suçlaması her ne kadar Stalin’in iktidar yöntemi konusunda işine gelen bir koz olsa da Rus olmayan unsurlara karşı Nazilerin ilgisi gerçek dışı bir şey değildir. Özellikle bir çok siyasetçi ve entelektüel büyük bir başkaldırı için Nasyonel Sosyalistlerce Stalin’e karşı cesaretlendiriliyordu. 2. Dünya Savaşın Rusya’ya da sıçraması bu ihtimal halinde olan tehdidi somut bir hale dönüştürüyor, kritik bölgedeki Rus olmayan unsurlar, Rus coğrafyasındaki Sibirya gibi iç bölgelere sürülüyordu. Ayrıca savaş sırasında ele geçen Sovyet askerlerinden oluşturulan Alman lejyonları Sovyet ordusuna karşı savaştırılıyordu ve Stalin bu lejyonlardaki askerlerin tavrını “büyük kardeşleri” olan gelişmiş ve ileri Rus halkına karşı işlenmiş “kolektif bir ihanet” olarak adlandırılıyordu.
Bu lejyonlar her ne kadar savaşın gidişatına çok az etki etse de savaş sonrasında Stalin’in görüşlerini ve politikalarını –özellikle milliyetler politikasında- derinden sarsacaktır. Stalinizmin içinde şekillenen milliyetler politikasının Sovyet milliyetçiliği ve homo-sovieticusu yaratma çabasından Rus şovenizmine doğru evrilişi aslında bize Stalin’in Sovyetler Birliği’nin içindeki yapısal sorunlarla başa çıkmakta yaşadığı zorluğu göstermektedir. Yönetilmesi gereken “ötekiler” konusu imparatorluk döneminden beri tarz-ı siyaset açısından hep bir sorun olmuştur. Ancak 2.Dünya Savaşı’nın ardından muzaffer tek adam olarak çıkan Stalin için bir şeyleri değiştirmenin vakti gelmiştir. Savaş sırasında Rus olmayan unsurların tavrı, Rusların gözünde güven kaybına yol açmış ve artık Rus hakimiyetinin ötesinde, Ruslara duyulan sadakat temelli bir Sovyetler Birliği anlayışına geçiş olmuştur. Merkezi otoritenin müdahale yeteneği ve savaş galibiyetinin iç politikada yarattığı meşruiyetten alınan güç ile birlikte sadakat ilişkilerine bağlı yeni otonom bölgeler kurulmaya başlanmıştır. Aslında Stalinizm içinde evrilen ve en büyük kırılma noktasını 2.Dünya Savaşı ile yaşayan milliyetler politikasının son hali Kremlin’de Kızılordu şerefine verilen bir resepsiyonda Stalin’in kadehini kaldırırken kurduğu cümlede kendini özetler: “Kadehimi tüm Sovyet halkına; ama her şeyden önce Rus halkının sağlığına kaldırmak istiyorum!”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder