Bu Blogda Ara
15 Ocak 2010 Cuma
Darwin ve Beagle Serüveni Kitabı Üzerine
ESER ÜZERİNE
Alan Moorehead in Robert Ladnitz için hazırladığı bir film senaryosundan yola çıkılarak hazırlanan Darwin ve Beagle Serüveni kitabı; ister Darwinizmin her yönü ile ilgilenmiş bir bilim adamı olsun isterse bu konu hakkında daha önce hiçbir fikri olmayan meraklı bir okur olsun herkese, akıcı bir dille ve zihninizde size de bu yolculuğu yaşatacak kadar canlı betimlemelerle, eline alanı kısa bir süre içinde etkisi altına sokup bir sonraki sayfaya geçmek için can atmasını sağlayacak keyifli bir macera vaat ediyor. Görsel materyaller ile de bolca desteklenen bu kitap tarihsel süreci doğrusal şekilde takip ederek bir bilim adamının yaşamının küçük bir tercihle nasıl değişeceğini ve bilimsel kimliğinin, görüşlerinin nasıl şekilleneceğinin açık bir örneğini sunmaktadır bize. Ki bahsettiğimiz bilim insanı kendinden sonra görüşleriyle tüm dünyada bir çok şeyi kökten sarsacak ve bir çok tabuyu alaşağı edecek olan Charles Darwin olunca bu kişisel şekillenme sürecini okumak daha da bir keyifli oluyor. Kişisel olarak Türlerin Kökeni’ni henüz okumamış olmaktan mutlu oldum çünkü öncelikle bu serüveni okumak ve sonrasında Darwin’in eserlerine göz atmak muhtemelen daha efektif olacak benim için.
Kitabın tasvir ettiği ve seyahatte oluşan bilimsel metod konusundaki analizimi yaptıktan sonra okurken not aldığım ve işaretlediğim yerleri tarihsel yahut konusal sırayla ve tasnifle değil beni etkileyişi gibi dağınık ve kişisel bir bakışla inceleyeceğim. Sonunda ise Darwin’in karakter olarak geçirdiği değişim ve gelişimin ufak bir haritasını çıkartıp bu çalışmayı sonlandıracağım.
METOD ÜZERİNE
Ortalama bir öğrenci olan ve bir bilim adamı olmaktan çok bir kilise adamı olmayı hedefleyen Charles’ın hayatının dönüm noktası Kaptan FitzRoy yönetimindeki HMS Beagle gemisinin Güney Amerika kıtasında yapacağı haritacılık çalışmaları sırasında geminin “doğa bilimcisi” olarak onlara eşlik etmesi için davet edilmesi oldu. Yaşadığı dünyadan kuşkusu olmayan ve onu değiştirmeyi aklına pek getirmeyen Charles’ı arkadaşlarından ayıran en büyük özelliğinin doğa bilimlerine duyduğu olağanüstü ve coşkulu ilgi olmasına karşın kendisini hiçbir zaman ciddi ve profesyonel bir doğa bilimci hatta herhangi bir bilimsel iş için uygun bir kişi olarak düşünmemişti; o rahip olacaktı ve bu tuhaf öneri bütün planlarını alt üst ediyordu. Rahip olmadan önce keklik avlamayı ve Kanarya adalarına seyahat etmeyi planlamıştı fakat bu kadarını değil. Farklı nedenlerden ötürü karar konusunda git geller ile geçen bir karar sürecinin ardından 27 Aralık 1831 de kendini geminin içinde ve denizde buldu. Bir denizci olmaması hatta denize hiç de alışık olmamasından ötürü gemi daha önceki iki tarihte – önce 10 daha sonra 21 aralıkta- Plymouth’dan demir almış fakat geri dönmek zorunda kalmıştı çünkü Darwin’i deniz tutmuştu. İlk durakları olan volkanik bir adaya geldiklerinde yazarın Darwin ile ilgili yazdığı iki cümle bizim onun bilimsel yönteminin en önemli noktasını kavramamızı sağlıyordu:
…
Darwin işe başlamıştı bile. Notlar alıyor, ilginç bulduğu şeyleri topluyor, gözlemliyor, hiçbir şeyin dikkatinden kaçmasına izin vermiyordu: Kuşlar manzara, yerliler, toprak ve bitkiler…
…
Görüldüğü üzere Darwin bir hipotezin peşinde koşan ve dedüktif yöntemi benimseyen bir tavırda değildi. Seyahat boyunca indüktif yöntemi kullanmış, sürekli gözlem, analiz ve veri toplama işi ile uğraşıp seyahatten sonra kalan ömrünü bu bulguları sınıflandırarak ulaştığı genellemeler ile tezini oluşturmuştur. Bay Darwin veri toplama işine öylesine dört elle sarılmıştır ki gemi dönüşte mobil bir zooloji ve jeoloji müzesini andırmakta, kimi zaman güvertede biriken örnekler tayfaların canını sıkmaktaydı. Seyahatin ilk dönemlerinde sadece karada yaptığı gözlem ve veri toplama işiyle yetinmeyen doğa bilimcimiz flama kumaşından yaptığı 1,25 metrelik bir ağı geminin arkasından denize sallandırıyor, üzerinden su damlayan, pırıl pırıl bir sürü ufak, renkli deniz canlısını güverteye çekiyordu. Tayfalar ona “bizim sinek avcısı” diyordu. Tüm bunları yaparken pozitivist bir yaklaşım ile olayları ele aldığı açıktır. Bu arada unutmadan vurgulanması gereken bir nokta da şudur: FitzRoy bu yolculuk sırasında aslında bir yandan haritacılık faaliyetleriyle uğraşırken bir yandan da her satırına gönülden inandığı kutsal kitaptaki yaradılış ve Nuh Tufanı efsanelerini bilimsel olarak temellendirecek bulgular elde etmeyi umuyordu ve bu konuda gemide en güvendiği adam -ve bu işi yapacak olan- şüphesiz Darwin’di. Yolculuğun ilk döneminde bu Darwin’e de akıllıca gelmişti fakat karşısına çıkan şeyler o kadar muazzam bir etki yaratıyordu ki dinsel efsaneleri temellendirme fikri sadece bir safsata olarak kalıyor hatta her şey tam tersi yönde gelişiyordu. Bulduğu bir çok bulgu ona göre yaradılış konusundaki genel inanışı kolayca çürütebilecek nitelikteydi. Araştırma evreni, uğradığı her yerin doğası olduğundan bu geniş sahada kısa sürede çok fazla örnek toplayabilmekteydi ve aynı zamanda da gördüklerini notlarına dökmekteydi. Topladığı ve kavanozladığı örnekleri ilk fırsatta paketleyip İngiltere’ye gönderiyordu. Ayrıca hayvan doldurmak gibi bir çok yöntemi de yolculuk sırasında öğrenmişti. Seyahat sırasında aldığı notlar ise eve döndükten sonra inceleyip söylediği gibi “kendisini bile şaşırtacak kadar çoktu”. Beagle dan indikten sonra serüvenin sona erdiğini düşünse de iş yeni başlıyordu. Bulguları sınıflandırmak ve emprik bilgileri kullanarak çıkarımsal genellemelerle teorilere ulaşmak yıllarını hatta ömrünün geriye kalan tüm kısmını meşgul edecekti. Fakat bu meşguliyet o kadar sistemliydi ki mutlu bir aile hayatı kuracak ve 7 tanesi hayatta kalan 10 çocuk yapacaktı. Charles’ın tersine babalarından hiç korkmayarak yetişen bu çocuklardan birisi 4 yaşındayken babasına, çalışma saatlerinde de onunla oynaması için altı peni rüşvet teklif etmişti. Karısı –ve aynı zamanda kuzeni- Emma ise bilim dünyasına uzak olmasına karşın kocasının işine saygı gösteren ideal bir eşti. Bir keresinde beraber gittikleri bir bilimsel konferansta Darwin ona “sanırım bunlar senin için epey sıkıcı şeyler” dediğinde “diğerlerinden fazla değil” diye yanıtlamıştı. Darwin bu diyalogu daha sonra hep sevkle anlatıyordu. Birbirlerini çok iyi anladıkları açıkça belliydi. Kanımca Charles Darwin’in aile hayatı –özellikle babasıyla olan ilişkileri- ayrı bir emek sarf ederek incelemeye değer bir alan.
…
Darwin’in babasını düşündüğü zamanlar suçluluk duymasının bir başka nedeni daha vardı. Kiliseye kesinlikle katılamayacağını eninde sonunda ona söylemesi gerekecekti. Ancak şimdilik bundan kaçınıyordu. Eve yazdığı mektuplarda gelecekten hiç söz etmiyordu. Önemli olan şimdiki zamandı.
…
Bu satırlar Darwin’in Arjantin sularında Beagle’daki kamarasında hissettikleriydi. Tüm ruhunda yolculuk boyunca meydana gelen dinamik değişimin en kritik anlarını özetleyen bir bölüm aslında. Özellikle yolculuğun ilerleyen yıllarında çok iyi anlaştığı ve aynı kamarada yaşadığı Kaptan FitzRoy ile de münakaşalar yaşayacaktı. Öyle ki hayatlarının çok ileriki safhalarında bu ikili tamamen iki ayrı cephede kalacak, meşhur Oxford konferansında bilim adamları ve din adamları Darwin’in Türlerin aynı kökenden geldiği teorisini bir savaş şeklinde tartışırken kalabalığın arasında eriyen bir ses, elinde Kitabı Mukaddesi bir peygamber edasıyla sallayarak “gerçek burada, başka hiçbir yerde değil” diye bağıracaktı. Bu ses Beagle serüveni sonrasında Darwin’in mutlu ailesi ve yaşamına tezat olarak bir çok açıdan hayattan darbe yiyen ve 30 Nisan 1865 Pazar sabahı boğazını keserek 59 yaşındayken intihar edecek olan eski dost, Kaptan FitzRoy’un sesiydi.
BEAGLE’IN ÖTEKİ YÜZLERİ: FUEGOLAR
On dokuzuncu yüzyılda bir keşif gemisinde Kaptanın yanında bir askeri grup, idari sorumlu, mürettebat, süvari, lostromo, marangoz, katipler ve kanımca en özel önemi taşıyan kişi olarak, gidilen yerlerin portrelerini çizen bir ressamın varlığı çok alışılmışın dışında değil. Fakat HMS Beagle’ın bu yolculuğunu farklı yapan bir başka unsur York Minster, Jemmy Button ve Fuegia Basket adında 3 yolcuydu. Bunlar Horn Burnu civarındaki buzlarla kaplı Tierra del Fuego bölgesinin yerlileriydi. Kaptan FitzRoy onları bir önceki seferde gemiye almış (Jemmy’i birkaç düğme karşılığında satın almıştı) ve bu tuhaf isimleri takmış, masraflarını üstlenerek İngiltere’de bir yıl eğitmiş, sonra da onları kral ve kraliçenin huzuruna takdim etmişti. Kraliçe şapkalarından birini Fuegia’ya giydirmiş, parmağına bir yüzük takmış, giyecek alması için de bir kese para vermişti. Onlar şimdi çat pat İngilizceleri, Avrupalı giysileri ve satın aldıkları bir sürü Avrupa öteberisiyle, Hıristiyanlığı ve uygarlığı yaymak için dünyanın öbür ucundaki ülkelerine geri götürülüyorlardı. Richard Matthews adında genç bir misyoner de onlarla gelmek için gönüllü olmuştu. Lakin bu deneme hayalden öte bir şey değildi ve fiyasko ile sonuçlandı. Gittikleri yerdeki toplum tamamen ilkel bir hayat yaşayan yerlilerdi, çay takımları ve Avrupalı kıyafetler, yarı çıplak dolaşan ve gırtlaktan gelen homurtuya benzer bir dille anlaşan bu toplum için hiçbir şey ifade etmiyordu ve 3 yolcu ülkelerine geri döndükten sonra zamanla tekrar eski hayatlarına alıştılar. Bu proje ile bu insanları Hıristiyanlaştırmak hiç gerçekçi durmadığı gibi traji-komik bir durum yaratarak FitzRoy’un çabası fiyasko ile sonuçlanmıştı
.Kabile hakkında çok şey yazılmış ama şu birkaç bölüm gerçekten ilginç:
…
Jemmy Button, Darwin’e Fuegoluların yamyam olduğunu söylemişti, kış çok sert geçtiği zamanlar kadınlarını öldürüp yerlerdi. Darwin de bir fok avcı teknesinin kaptanıyla Fuegolu bir çocuk arasında geçen konuşmayı aktarıyor. Kaptan Fuegolurların neden köpek yemediğini sorduğunda çocuk “köpek samur yakalar, kadınlarsa işe yaramaz, adamlar çok aç” şeklinde yanıt vermişti.
...
Gemi ekibi bu bölgede bir kamp kurmuş ve Londra Misyonerler derneğinin gönderdiği onlarca eşya ile birlikte birkaç ev inşa ederek kıyılardaki ölçüm işleri için bölgeden ayrılmışlardı. Geri döndüklerinde ise gördükleri manzara fiyaskonun tarifiydi.
…
ama şimdi biz fuegoluların hikayesinin sonunu anlatalım. Beagle bir yıl sonra döndüğünde kamp yeri bomboştu. York Minster ve Fuegia, Jemmy’nin eşyalarını da alarak vahşi Fuegoluların yanına gideli epey olmuştu. Jemmy orada kalmış, ancak uygarlığı, sanki öyle bir şeyin varlığından hiç haberi yokmuşçasına terk etmişti. Avrupalı giysilerinin yerini beline sardığı bir kumaş parçası almıştı. Son derece zayıftı. Bir zamanlar tertemiz olan saçları şimdi keçe gibi, boyalı yüzüne dökülüyordu. Darwin “zavallı Jemmy’i tanıyamadık. Bıraktığımız temiz, şık giyimli, tombul delikanlı gitmiş, yerini zayıf, çıplak, pis bir vahşi almış” diyordu.
Ancak yine de davranışı dostçaydı. Kanosuyla Beagle’a gelip FitzRoy ve Bynoe’ya samur derisi, Darwin’e de iki mızrak başı armağan etti, gemide yemeğe kaldı ve “yemeğini de eskisi kadar düzgün bir şekilde yedi.” Ama hayır! Onlarla gelmeyecekti. Şimdi bir karısı vardı (karısı kanodan ona sesleniyor ama gemiye çıkmıyordu). Bunlar onun insanları, burası onun yurduydu, uygarlıkla bir alışverişi kalmamıştı….
…
Onu son olarak kamp ateşi ışığında, Darwin’in deyimiyle “son bir veda” için el sallayan bir siluet olarak gördüler.
…
Burada bana en çarpıcı gelen cümle “ Bunlar onun insanları, burası onun yurduydu, uygarlıkla bir alışverişi kalmamıştı….” oldu. Bu sosyal deneyin başarısızlıkla sonuçlanmasını çok iyi açıklıyordu aslında bu cümle. Bir de şu soru takıldı aklıma, bu adam, yani Jemmy, eski haline dönmesine rağmen neden diğer topluluğun yanında değil de İngilizler’in yaptığı kampta kalmıştı? Yoksa arada kalmak bu muydu? Özüne dönse de kendi toplumu –sebebini bilmesek de- onu kabullenmemiş ve içlerine almamış mıydı? Nasıl evlenmişti? Bu soruların cevabını ve FitzRoy’un olanlardan ne sonuç çıkardığını bilmiyorum ama Darwin için olan biten apaçık ortadaydı. Fuegoluları İngiltere’ye götürmek onlara iyilikten çok kötülük yapmak olmuştu. Uygarlıkla tanıştıkları o kısa süre, kendi ülkelerinde yaşamalarını zorlaştırmaktan başka bir işe yaramamıştı. İnsan doğanın gidişatını bu şekilde saptırdıktan sonra başarılı olmayı artık bekleyemezdi. İlkel ırklar için söylenebilecek tek şey vardı: ancak kendi başlarına bırakılır, özgürce kendi çevrelerine uyum sağlayabilirlerse hayatta kalabilirlerdi. Müdahale edilirse ölüyorlardı. Amerikan yerlileri, Avustralya yerlileri yok oluyordu. Fuegoluların da sırası gelecekti. On dokuzuncu yüzyılın sonuna gelindiğinde, üç Fuego kabilesi neredeyse tümüyle yok olmuştu. Darwin oraya gittiği sıralar nüfusları on bini bulan Batı kanalındaki kano insanları Alacalufeler’in nüfusu 1960 yılında yüz kişiye zor ulaşıyordu.
BİR RAHİP ADAYININ SONU “DOĞAL SEÇİLİM VE TÜRLERİN KÖKENİ”NE UZANAN YOL HARİTASI
Kısmen babasının otoritesi kısmense hayat tercihleri sebebiyle ve “benden önce teklif alan daha kaliteli bilim insanları bu işi kabul etmedilerse bu işte bir bit eniği vardır” düşüncesinin kendisine empoze edilmesiyle ilk gelen teklifi reddeden Charles, dayısı ile yaptığı konuşmalar ve aldığı destek sayesinde sonradan kabul ettiği bu yolculuğa bir rahip adayı olarak başladı. Kimilerine göre dayısının bu tavrı, kızlarını Charles ile kurabilecekleri olası bir münasebetten uzak tutmak içindi. Ne gariptir ki yıllar sonra Beagle serüveninden dönen Charles kuzeni Emma ile evlenecekti. Bu durumda bu konu hakkında söylenenler bir uydurmaydı, yahut dayısının planları tutmamıştı. Yolculuğa başlar başlamaz hem gemide hem karada notlar alan, örnekler toplayan ve kısmen deneyler yapan bu adamın amacı daha çok FitzRoy’un yaklaşımına yakındı, yani tüm bunları “eğer şansı yaver giderse belki de kendi bulgularıyla Kitabı Mukaddes’in dinsel gerçekleri arasında ilişki kurarak FitzRoy’u memnun edecek bir şeyler yapabilmek için” yapıyordu.
Zaman geçtikçe ve özellikle de doğal yaşamdaki hayat savaşını gördükçe bütün bu güzelliklerin bir tehdit içerdiğini düşünüyor “avlanmak ya da avlamak, var olmak buna bağlıydı” diyordu ve belki de doğal seçilim düşüncesinin ilk oluşumları başlıyordu zihninde. Hayatta kalmak için doğaya uygun şekilde kamufle olan “güçsüzler” ve yaşam alanındaki koşullara bağlı olarak vücutlarının yahut bazı bölümlerinin şekli değişen, yaşadığı ortama uyum sağlayan hayvanlar görüyor ve dolayısıyla koleksiyon kavanozları ve not defteri
bu örneklerle dolmaya başlıyordu.
Doğa bilimi üzerine araştırma sahası yalnız bitki ve hayvanlar değildi. İnsanlar ve karşılaştığı toplumlar üzerine de düşünüyordu. Örneğin Darwin köleliğin iğrenç bir şey olduğu düşüncesi ile büyütülmüştü ve bu seyahatten yıllar sonra şöyle yazıyordu: “köleliğin olduğu ülkelere artık hiç gitmeyeceğim için tanrıya şükrediyorum. Bugün bile, ne zaman uzaktan gelen bir çığlık işitsem Pernambuco civarında bir evin önünden geçerken duyduğum iç parçalayıcı sesler aklıma gelir; ancak engellemek konusunda bir çocuk kadar çaresizdim. (…) Bana çok temiz olmayan bir bardakla su verdiği için çıplak kafasına at kırbacıyla üç kez vurulan (ben müdahale edene kadar) altı yedi yaşlarında bir çocuk gördüm; sahibinin bakışlarıyla babasının nasıl titrediğine tanık oldum.”
Dönelim yeniden seyahate…
Darwin gittikçe zihninde de olsa tüm teolojik efsanelere meydan okumaya başlamıştı bile. Aslında buna meydan okuma denmez çünkü etrafındaki olağanüstü deney ve gözlem sahasına kendini o kadar kaptırmıştı ki tanrı yahut efsaneler pek de umurunda değildi. Aslında yaradılışın tek bir hafta içinde gerçekleşip gerçekleşmediği de tartışma konusu olabilir, yaradılış belki de devamlı bir süreçti ve çok uzun zamandan beri devam ediyor diyordu kendi kendine. Bir bölgenin bitki örtüsüyle aynı bölgedeki hayvan sayısı arasındaki bağlantı Darwin’in kafasını kurcalayan başka bir soruydu. “Yerkabuğunu dopdolu bir müze olarak değil, rasgele yapılmış eksik bir koleksiyon olarak düşünmeliyiz” diyordu ve bu kadar çok türün yok olmasına yol açan şey ne olabilirdi? “Dünya’nın uzun tarihi boyunca karşılaşılan hiçbir olgu, yeryüzünde yaşayan canlıların defalarca yok olması olgusu kadar şaşırtıcı değil” diyor ve bu yok oluşu iklim değişikliği ile paralel olarak düşünüyordu. Tufan hikayesinin gerçekliği hakkında FitzRoy ile ilk tartışmaları da o sıralarda başlamış olsa gerek. O kadar büyük yaratıklar Nuh’un gemisine nasıl binmişti? FitzRoy’un yanıtı hazırdı: Bütün hayvanlar gemiye binmeyi başaramamıştı; ilahi bir nedenden dolayı bazıları dışarıda kalmış ve boğulmuştu. Darwin’in yaradılış hakkında gördüklerinden yola çıkarak kafasında oluşan ve üzerine bir ömür harcayacağı soruların hepsi FitzRoy ve onun temsil ettiği düşünceye göre boşunaydı, çünkü tüm bunları “tanrının yaratmış olması” yeterli bir yanıttı. Yolculuğun bu ilk evrelerinde Darwin fikirlerini kuvvetle savunmaya henüz hazır değildi. Kafası karıştıktı, daha çok kanıta ve düşünmek için zamana gereksinimi vardı. Birisinin, kafasını kurcalayan bu yeni ve huzur kaçırıcı fikirlerin yanlış olduğuna kendini ikna etmesine bile istekliydi. Fuegoların evi olan Tierra del Fuego’ya dümen kırdıklarında, Good success körfezinde, Darwin hayatını doğa tarihine adamaya karar verdi, ona “az da olsa katkıda bulunmayı” umut ediyordu.
Darwin doğal seçilim ve evrimde anlattığı “koşullara uyum sağlama ve ayakta kalma” faktörünü birebir yaşıyordu. Yolculuğun ilerleyen bölümünde Darwin fiziksel olarak artık çok daha güçlenmişti. Dağa tırmanmayı ve karada yürüyüş yapmayı beceremeyen denizcilerin çoğundan daha güçlüydü ve şunları yazıyordu:
(…) En büyük lüks, yatak niyetine çakıl taşlarından oluşmuş kıyıya uzanmak. Bu hayata dayanabildiğime kendim de şaşıyorum. Doğa tarihine duyduğum güçlü ve giderek artan ilgi olmasaydı herhalde dayanamazdım. (…)
Kişisel kimliğinde bir rahipten pozitivist-materyalist bir bilim adamına geçiş döneminin tam ortasındaki zamanlarda ruhsal durumunun kelimelere yansıması And Dağlarının üzerinde yaptığı betimlemeyle anlatılabilir. “Eksiksiz bir orkestra eşliğinde Mesih Oratoryosu’ndan bir koro parçası dinlemek gibi bir şey. Yücelik dolu. Yalnız olduğum için mutluyum.” Bu ifadede teolojik kavramlar ile pozitivist bir bilim adamının durumu nasıl iç içe geçmişse işte öyle karıştı Charles. Kendisindeki değişimin artık iyice netleştiği yer Galapagos adalarıydı. Çünkü ileride yazacağı doğal seçilim kuramının en önemli kanıtlarından birini bu adalarda karşılaştığı ispinozaların çeşitliliği ve değişimi konusu oluşturmuştu. Bu seyahatin sonunda Darwin’in tezi kısaca şöyleydi: Bildiğimiz dünya bir anda “yaratılmış” değildi, son derece ilkel bir şeyden evrimleşerek bugüne gelmişti ve değişim sürmekteydi. Başlangıçta Fuegolulardan, hatta insansımaymunlardan bile daha ilkel olan insan da, düşmanlarından daha becerikli olması ve saldırganlığı sayesinde hayatta kalabilmişti. Hatta dünyadaki bütün canlı türlerinin tek bir ortak atadan türemiş olması da mümkündü. Bu insansımaymun meselesi ileride tartıştığı ve şiddetle reddettiği şeyin henüz ne olduğunu bilmeden saldıran teologların ağzında sakız ettiği bir olay olacaktır. Hayvanlarla ortak bir soydan geliyor olma fikri insanları öfkelendirdi. Darwin’in insansımaymundan türediklerini söylediğini sandılar. Oysa bu yanlıştı. Darwin’in düşüncesi, bugünkü insanın ve bugünkü insansımaymunun, tarih öncesi çağlarda ortak bir atadan ayrılarak geliştiğiydi. Bu konu öylesine sulandırılıp karşı tez olarak kullanılmıştı ki Oxford Toplantısı sırasında Oxford psikoposu Wilberforce, Darwinist teoriyi savunanlardan Huxley’e dönüp büyükanne yahut büyükbaba tarafından mı maymun soyundan geldiğini soracak kadar ağır alay konusu edilmişti. Huxley “tanrı onu bana havale etti” diye mırıldanarak ayağa kalktı ve şu cevabı verdi:
Maymun soyundan gelmeyi, kültürünü ve belagatini önyargının ve yalanın hizmetine veren bir insanın soyundan gelmeye tercih ederim.
Açıkçası psikopos ne hakkında konuştuğunu bilmiyordu. Darwin ve teorisi yüzyıllardır tutunduğu dalı ortasından çat diye kırmakla kalmıyor, bağlı olduğu ağacı da köklerinden söküp atıyordu. O gün başlayan ve hala devam eden tartışmanın tek sebebi buydu. Huxley in cevabı infial yaratmıştı. O dönem bir din adamına bunu söylemek sansasyoneldi. Öğrenciler çılgınca alkışlıyorken bazı soylu hanımlar psikoposa ve dolayısıyla dine yapılan büyük saygısızlıktan ötürü baygınlık geçiriyorlardı.
SONUÇ YERİNE
Bir seyahat teklifi ve bunu red ile kabul arasındaki ince çizgi… Kendi değişimini yaratan ve bir bilim adamının tüm tabularından kurtuluş sürecini apaçık yansıtan bu serüvende Darwin, “az da olsa katkıda bulunmak istediği” doğa tarihinde bir dönüm noktası olmuştu. Bilimsel bir hipotez ile değil elinde Kitabı Mukaddes üzerinde aday-rahip kimliğiyle yola çıkmış ve tek tek gözlemler onu “sonuca” ulaştırmıştı. Kanımca Beagle da geçen 5 yıl içerisnde Fuegoların teslimi bir miladı her açıdan. Bu büyük hayal kırıklığı öncesi bir şekilde hala Hıristiyan motifler taşıyan Charles, bu olayın sonrasında ise pozitivist-materyalist bir bilim adamı olarak edindiği empirik bilgiler ile teorisine ulaşmış ve bilimi insanoğlunun hayatındaki yeri açısından daha yukarılarda bir yere alıp koymuştur, o her ne kadar “sıradan bir öğrencilik hayatı geçirip, sadece bir doğa meraklısı” olsa da.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder