Bu Blogda Ara

26 Ocak 2010 Salı

Korsan Ütopyaları

Bir kalaşnikof ve bir şarjör mermi… Bu topraklarda otoritenin minimal ihtiyacı olan şey budur. Namlunun ucunda yönetilen, daha doğrusu yönetimin yok olduğu yerde namlunun ucundaki bir halk. Devletin çöktüğü topraklar neo-liberal çağın korsanları tarafından yönetilirken çok çetrefilli tartışmalar da beraberinde başladı. Devletin uluslar arası ilişkilerdeki tek aktör olduğu aydınlanma döneminden bu yana çok yol katedilmiş olmalı ki, korsanlar çağında bir silah şirketi bile bu arenanın aktörü olmuş ve sattığı tek bir tüfek bile oradaki ve ordan dünyaya yayılan eylemleri yönlendiriyor.

Ad-hoc diplomatların, kibirli imparatorların isteklerini ilettikleri ve belki de ülkelerine başsız olarak döndükleri çağlarda tek aktör devlet ve tek devlet imparator idi. Nüfus alanında sonsuz bir iktidara sahip olan monark, bu iktidarının kuvveti ölçüsünde dış yaptırım gücüne sahip iken, herhangi bir başka etmenin tek başına bir etkisinden –tabi bahsettiğimiz etki devletler arasındaki ilişkilere olan etkidir- bahsetmek mümkün değildi. Ta ki burjuvazi bir ulus devlete ihtiyaç duyana kadar. 1930 sonrası dönemde devletin yanına katılan, uluslar arası örgütler, şirketlerin nasıl söz sahibi konuma geldikleri hakkında kelam etmeden önce diplomasi konusunda birkaç şey söylemek yerinde olur. Ulus devlet artık ad-hoc değil sürekli diplomasiye duyulan ihtiyacı gereği dış siyaset kurumunu ayrı bir bakanlık olarak kurumsallaştırmış ve bu dış siyaset hiçbir koşulda iç siyasetten bağımsız olmamıştır. Temsili demokrasilerde halkın iktidarı temelinde yönetim gerçekleştiğine göre dolaylı da olsa artık “halk” da dış siyaset kurumunun içindeydi. Hem verdiği oylarla bu kurumu idare edecekleri belirliyor hem de demokrasi ve ulus-devlet kavramlarının birlikte yarattığı siyasi katılım, kamuoyu oluşturma gibi yetilerle aktif olarak siyasete yön veriyordu. Artık yöneten, aşağıdan gelen sesi, efkar-ı umumiyi önemsemek zorundaydı ki bana kalırsa bu ilk net adımdır. Yani devlet, uluslar arası arenadaki tek hakimiyetini ilk önce kendi halkıyla paylaşmıştır.

Bu paylaşımın arka planında, ulus devleti yaratan süreçte yine ekonomik çıkar sahipleri (burjuvazi) vardır; tıpkı önce kral ile birleşip kiliseyi bertaraf ederek merkezi otoriteyi sağlamaları ve toprak zenginlerinin yerini almaları (ticaretle uğraşan kesim için bu hayati önemdedir) gibi, şimdi de kendi çıkarları doğrultusunda halk ile birleşip kralı bertaraf etmişlerdi. Yeni oyunun adı ulus-devlet idi. Ulusal sınırların belli olması demek aslında görünmez elin hakim olduğu pazarın “görünür” olması demekti. Bir ülkenin sınırı aynı zamanda ticaretin de sınırı demekti. Tabi bunu ihracat faktörünü hariç tutarak söylüyoruz. Uzun yılların ardından sanayi kapitalizminin yerini finans kapitalizminin almasıyla birlikte artık bir zamanlar çizmeye can attığı sınırları yok etme eğilimi başlar. Piyasaları artık sınırlarötesi gören burjuvazi için ulus devlet işlevini yitirmiş ve yeni bir kavram yerini almıştır, “küreselleşme”. Peki burjuvazi bunun için kiminle iş birliği yapıp ulus devleti yıkıyordu? Bahsettiğimiz süreç halihazırda yaşanmakta olduğu için bundan önceki basamaklar gibi net bir görüş sunmak o kadar kolay değil fakat şunu söyleyebiliriz ki “uluslar arası ilişkiler arenasında devletin yanına eklenen diğer aktörler işte bu sürecin birer parçası olarak ortaya çıkmışlardır.”

Özellikle 1920 ler uluslar arası ilişkiler tarihi açısından önemlidir. Realist görüşün hakim olduğu bu dönem bu akımın bir çıktısı olarak “milletler cemiyeti” denemesini içinde barındırmaktadır. Birinci dünya savaşında devletlerin çarpışan çıkarlarının “çarpışan devletler” hatta “çarpışan bir dünya” ortaya çıkarması, yaşanan yıkım süreci idealist bir yaklaşımla ortaya çıkan bir uluslar arası birlik ortaya çıkarmıştı. Her ne kadar bu deneme belki bu çapta bir ilk olmasının verdiği tecrübesizlik ve somut olana yanıt verememe sonucu hedeflediği idealleri realize edememesinin sonucunda tarih sayfalarına gömülse de yenilerini yaratma sürecinde bir ilk adım olmuştur. Kaçınılmaz denen çatışma 2.bir “dünya çarpışması” yaratmıştır. İşte uluslar arası ilişkilere giren diğer aktör “uluslararası örgütler” bu çarpışmaların ardından yaşanan arayışla varlık bulmuştur. Öncelik diplomaside ve barışçı yollarda aranmalıdır mantığı devletleri uluslar arası alanda başına buyruk hareket etme özgürlüğünden kısmen de olsa men etmiştir. Elbette dünya üzerindeki savaşlar ve çatışmalar son bulmamıştır ama uluslar arası örgütlenmenin varlığı dünya ve insanlık adına en önemli gelişmelerden biri olmuştur.

Şimdiki zamana biraz daha yaklaştığımızda ve arenaya baktığımızda aktörlerin arttığını görmek mümkün. Özellikle iki kutuplu dünyanın sonu ve küresel çağın başlaması ile birlikte artık burjuvazi dolaylı olarak (devlete yön vererek) değil doğrudan doğruya söz sahibi olma eğilimindedir. Ticaret örgütleri, ulusüstü ve uluslar arası şirketler, hatta ve hatta kişiler… Bugün dünya siyasetinde tekil bir birey olarak söz sahibi, çok yetenekli ve ünlü bir sosyolog tanıyor musunuz? Ben de tanımıyorum. Fakat George Soros ismini sanırım pek küçümsememek lazım. İşte Soros bu doğrudan yönlendirebilmenin en net örneğidir. Burjuvanın devletlere ihtiyacı eskiye oranla bir hiçtir. Ve diğer açıdan baktığımızda Soros ismi kadar aşina olduğumuz bir başka isim daha vardır. Bir kişi değil bir grubun genellemesini oluşturan bir isim: Somalili korsanlar!

Devlet otoritesinin yokluğunda kendi iktidarlarını kuran bu grup kendine rakip bir silahlı güç bulunmamasından ötürü (burada bahsettiğimiz şey ordu ve polis) birkaç uzun namlulu silahla kendi diktasını kurabiliyor. Bazı düşünürler Somali'yi zaten devlet olarak görmedikleri için “devletin çöküşü” olarak dillendirmeseler de bu topraklarda hakim olan kaos ve anarşi ortamının gerçekliği karşımızda duruyor ve işin bizi asıl ilgilendiren boyutu burada başlıyor: bu silahlı otoritenin yarattığı güvelik sorunu. Burada söz konusu olan Somali ulusal sınırları içindeki güvenlik değil açık denizlerin, ticaretin güvenliği. Neo-korsanların kaçırdığı gemilerin birilerinin işine taş koyduğu kesin. Yani bu adamların etkilediği bir kesim var “burjuvazi”. İşte tam da bu noktada bir çözüm şart oluyor. Zira Somalideki ölümlerin X şirketinin patronunu çok fazla ilgilendirdiğini sanmıyorum, ta ki orada cinayetleri işleyen adamlar X şirketinin taşımacılığına balta vurup şirketi zarar ettirene kadar. Ekonomik gücün, siyasal güç getirmesi ve bu siyasal güçle ekonomik gücün perçinlenmesi burjuvanın yol haritasıyken, bir başka yol haritası daha vardır madalyonun diğer tarafında: “silahlı güçle gelen ekonomik güç ve bu gücün tekrar silahlı gücü arttırmaya yönelik eğilim” (korsanlar tarafından). Peki bunca kaçırma olayından sonra neden hala kalıcı bir çözüm için bir baskı ortamı yaratılmadı servet sahipleri tarafından? Yoksa oradaki korsanların uluslar arası arenada bir aktör olmasını ve eylemlerine devam etmesini daha karlı bulan bir Y şirketi sahibi silah tüccarının karı, X in zararından daha mı baskın?

Çıkar savaşları hep ekonomi üzerinden gidecek ve tüm savaşların olduğu gibi bu savaşın (tabi buna savaş tanımı yapabilirsek) da maliyetinden en fazla karı sağlayan bu savaşı kazanacak. Sahneye baktığımızda ise yüzyıllar sonra elinde bir tüfekle Somalili haydut sırıtmakta, sanki Büyük İskender’e nispet yaparmışçasına.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder