---Alıntı---
Merkantilizm, 16. ve 17. yüzyıllarla 18. yüzyılın başında ticaret yapan ulusların büyük bir kısmında uygulanan bir iktisat politikasıdır. Bu politikanın ana amacı, ihracatı teşvik yoluyla altın birikimini sağlamak ve ulusun servetini ve gücünü artırmaktı.
Merkantilistler, ticareti ve sanayileşmeyi ana amaç edinmişlerdir. Ödemeler bilançosu fikrini geliştirerek ihracatın ithalatı karşıladıktan sonra bir fazlalık vermesini ve ülkeye değerli maden sağlanmasını amaçlamışlardır. Bunun için, merkantilist programın bir parçası olarak hükümetler, ihraç endüstrilerinde büyük yatırımların yapılmasını teşvik etmişler, içte üretilebilecek malların ithalini kısmak için yüksek gümrük duvarları kurmuşlar, yerli endüstri tarafından kullanılabilecek yerli hammaddelerin ihracatını yasaklamışlar, nitelikli işçilerin göç etmesine engel olmuşlar, nitelikli işçilerin yurt dışından ülkeye gelmesini teşvik etmişler, değerli madenlerin yabancılara satılmasını yasaklamışlardır.
Ülkelerin büyük bir kısmında benzer tedbirler alındığı ve bir ülkenin altın kazancı, diğer bir ülkenin altın kaybına neden olduğu için, merkantilist politika her ülkede başarıya ulaşamamaktaydı. Ticarette kıyasıya rekabete girişilmişti. Başarılı olan ülkede, merkantilist politikalar, ülke kaynaklarının tam istihdamını sağlamakta ve hızlı bir ekonomik büyümeye olanak vermekte idi.
İngiltere'de merkantilist yazarlar, genel olarak tüccardı ve yazıları kısa risaleler halinde yayınlanıyordu. Merkantilizmin Alman-Avusturya kanadına "kameralizm" adı verilmiştir. Yazarları, hükümet danışmanları, kamu yöneticileri ve bazı hocalardı. Bunların yazıları kitap halinde yayınlanmıştır. Ticari genişlemeden çok sanayileşmeye ağırlık vermişlerdir. Amaçları yerli sanayii geliştirmek ve kendi kendine yeterli bir ekonomi yaratmaktı.
Von Hornigk gibi kameralistler, belirli sanayilerin himaye edilmesini ve sübvansiyonunu savunmuşlardır. Fransız tipi merkantilizme "colbertizm" adı verilmiştir. Fransa'da merkantilizm, Jean Baptiste Colbert'in buyruğu altında yetişmiş memur kadroları tarafından yürütülmekteydi. Fransa, devlet kontrolünü ve müdahaleyi aşırı derecede uygulamış, fakat sağladığı başarı kısıtlı olmuştur.
Merkantilist Düşüncenin Ortaya Çıkışı
Aslında; yaklaşık olarak 16. yüzyılın başından 18. yüzyılın sonuna kadar olan dönemi kapsayan merkantilist dönemin benzer, tek bir düşünce etrafında kenetlenip, o yönde politikalar ürettiğini söylemek oldukça güç, hatta imkânsızdır. Feodalizmin kıta Avrupası genelinde ortadan kalkışının farklı farklı tarihlerde gerçekleşmesi, merkantilist düşüncenin ortaya çıkışı ve gelişmesininde de benzer farklılıkları beraberinde getirmiştir.
Ortaçağ’ın bitimini sembolize eden Reform ve Rönesans hareketleri, yeni iktisadî görüşleri ve beraberinde feodal iktisat düzeninin sonunun geldiğini de haber veriyordu. Yaşanan bu değişim, feodal yapının özelliklerine uygun bir biçimde, yerel bazda gerçekleşmekteydi. Yukarıda da belirtildiği üzere ülkeden ülkeye farklılıklar gözlemlenmekteydi. Bir ada ülkesi olmasının da getirdiği avantajla millî birliğini daha önce tamamlayan İngiltere’deki iktisadî değişim, Almanya veya Fransa’dan daha farklı bir süreci yaşamaktaydı.
Denilebilir ki; Ortaçağ siyasî yapısında yaşanan kökten değişiklikler ve sonucunda millî devletlerin yavaş yavaş tarih sahnesine çıkmaya başlaması, uluslararası kapsamda yaşanan ticarî devrim ve ortaçağ iktisat sisteminde yaşanan çöküş, merkantilizm olarak adlandırılan dönemin kapılarını açmıştır. Bu dönemde bir yandan kantitatif yönetemler geliştirilirken, söz konusu dönemin sonlarına doğru liberalizme öncülük eden görüşler ortaya çıkmaya başlamıştır. İktisat politikalarının, bir devleti güçlü kılma yolunda hizmet verecek şekilde belirlenmensi gerektiği düşüncesi de bu değşimde etkili olan bir başka etkendir.
Merkantilist Düşüncenin Gelişimi
Merkantilizm, savaş ve çatışmadan başka hiçbir şeyin ön planda olmadığı bir dönem anlamına da gelmektedir. Ticarî anlaşmalar her zaman siyasî idi ve iktisadî rekabet aynı zamanda siyasî rekabet demek oluyordu. Merkantilizmin gelişme sürecinde iç ve dış siyaset kavramlarında da bir takım değişiklikler meydana gelmişti. İç siyasette, ücret ve fiyatların düzenlenmesi ön plandaydı. Bununla birlikte; iş gücü haklarına yönelik kanunî düzenlemeler zayıf kalırken, tüketim konusunda ayrıntılı yasalar hazırlanıyordu. Dış siyasette ise; dış ticaret fazlası, deniz ticareti ve sömürge sistemi en fazla önem verilen konu başlıklarıydı.
16. Yüzyıl
16.yüzyıl, iktisat biliminin doğduğu dönem olarak kabul edilebilir. İktisadî konular ve sorunlar üzerine yazılı ilk ciddi eserler bu dönemde karşımıza çıkmaktadır. 1571 yılında ölen John Hales, ekonomi ile ilgili görüşlerin ayrı bir bilimdalı olarak ele alınması gerektiğini belirten ilk kişidir. Hales kendisinden sonra gelen Locke, Hume, Adam Smith, John Stuart Mill gibi düşünürlere önderlik etmiştir.
Miktar Teorisi de ilk kez yine bu yüzyıl içinde ortaya çıkmıştır. 1552 yılında ünlü bilgin Copernicus, Prusya Meclisi’ne sağlam bir para sisteminin nasıl kurulabileceğini anlatmış, 1556 yılında da Polonya Kralı’nın emriyle bu konudaki düşüncelerini yazılı ortama aktarmıştır. Copernicus’a göre, para bollaştığı zaman değerini kaybetmektedir.
Amerika kıtasının altın ve gümüş stoklarının Avrupa’ya; öncelikle de İspanya’ya akmasıyla 1550’li yıllarda Avrupa’da fiyat devrimi olarak adlandırılan ani fiyat artışları kaydedilmiştir. Değerli madenlerin bollaşması ile fiyat artışları arasındaki ilişki birçok düşünürün dikkatini çekmiş ve bir İspanyol rahip, Navarrus 1556’da teoloji konusunda yazdığı bir kitapta faiz konusunu da ele almıştır. “Para , nerede daha kıtsa orada, bol olduğu yere göre daha kıymetlidir. Para talebi nerede kuvvetli ve arzı azsa orada daha kıymetli olur” diyerek miktar teorisini ortaya koymuş; miktar teorisini, arz – talep teorisinin bir uygulaması olarak ele almıştır.
Miktar teorisinin asıl sahibi olarak ise bir Fransız hukuçusu olan Jean Bodin kabul edilmektedir. Bodin, miktar teorisini 1568’de yazdığı “Bay Malestroit’nun Paradokslarına Bir Cevap” adlı eserinde ilk kez ortaya koymuştur. Ona göre fiyat artışlarının temel olarak beş ayrı sebebi bulunmaktaydı. Altın ve gümüşün bolluğu, monopoller, ihracat ve israf sebebiyle ortaya çıkan mal kıtlıkları, kralların ve asillerin lüks içindeki yaşantıları ve madenî paranın ayarının bozulmasıdır. Bodin’e göre fiyat artışlarındaki en önemli etken, altın ve gümüş bolluğuydu. Bodin bunun yanısıra faize dinî sebeplerle karşı çıkmış, dış ticareti onaylamış ancak ihracatın fiyatları yükseltirken, ithaların düşüreceğini savunmuştur.
17. Yüzyıl
17.yüzyıla gelindiğinde, merkantilizm ile ilgili olarak karşımıza çıkan ilk önemli kişilk, Gerard de Malynes’dir. Döviz işlemlerinin sıkı bir kontrol altında tutulması gerektiğini savunan Malynes bu yüzden kendisinden sonra gelen merkantilistler tarafından “külçeci” (bullionist) olarak adlandırılmıştır. “Saint George for England Allegorically” adlı eserinde Malynes, iktisadî etkenleri mecazî bir dille açıklamış ve faiz ile döviz kurlarını kontrol edilmeleri gereken en tehlikeli unsurlar olarak ilk sıraya yerleştirmiştir. İngiliz İmparatorluğu’nu bir eve benzeterek, harcamaların gelirden fazla olması durumunda sıkıntı doğacağını belirtmiş; ticarî bilanço deyimini kullanmamakla birlikte bir ülke açısından ihracat ve ithalat denkliğinden söz ederek, bu denkliğin eksiye dönmesinin söz konusu ülkenin zenginliğini kaybetmesi anlamına geleceğini iddia etmiştir.
1608 ile 1654 yılları arasında yaşayan Edward Misselden adlı tacir, “Free Trade or the Means to Make Trade Flourish” adlı eserinde ticaretle bireysel olarak ilgilenen kişileri desteklemiş ve tekelci firmaları, başta da ünlü East India Company’yi şiddetle eleştirmiştir. Kitabının adında serbest ticaretten bahsetse de, bir merkantilist olarak Misselden’in kast ettiği, ihracatı artırıp ithalatı sınırlandırmak için ihracatı dizginleyen bir takım kurallardan kurtulmak ve özellikle East India Company gibi tekelci ihracatçıların etkisinin sınırlandırılmasıdır. Böylece İngiltere dışına olan değerli maden akımı sınırlandırılarak, ülke zenginliğinin artırılacağını öngörmekteydi.
İngiliz East India Company’nin yöneticilerinden olan Thomas Mun, merkantilist düşüncenin en önde gelen temsilcilerinden birisidir. “A Discourse of Trade from England unto the East Indies” ve “England’s Treasure by Foreign Trade” adlı eserleri, gerek merkantilist gerekse iktisadî düşüncenin gelişmesinde son derece etkili olmuştur. İlk kitabında o dönemki iktisadî durgunluğun sebebi olarak Mun; yabancı paralardaki devalüasyona karşın Ingiliz parasının değerinin aynı kalmasını öne sürüyordu. Fakat bu durumdan çıkış İngiliz parasının da devalüe edilmesi değildi. Ona göre çare; yabancı malların az tüketilmesi, ihracatın artırılması, ithalatı ikame edecek mal üretiminin ve balıkçılığın teşvik edilmesi ve aşırı yiyecek – giyecek tüketiminin önüne geçilmesiydi. İkinci ve görece daha modern olan kitabında ise Mun, ekonomik kalkınma ile dış ticaret arasındaki ilişkiyi konu edinmiştir. İhracatın her zaman ithalattan fazla olması gerektiğini, ithal mallarını ikame edici üretime önem verilmesini ve ihrac edilen ürünlerin hammadde değil, işlenmiş son ürünler olması gerektiğini savunmuştur. Mal ihracının yanı sıra; denizcilik, bankacılık ve sigortacılık gibi hizmet satışlarının da ülkeye döviz kazandıracağını belirterek Mun, modern ödemeler dengesinin en önemli kalemlerinden biri olan görünmeyen işlemleri de ticaret dengesine eklemiş oluyordu. Önceki merkantilistlerin aksine Mun; bir ülkenin zenginlik göstergesi olarak biriktirilen külçelerin yanı sıra, eldeki mal ve kaynakların da çok önemli olduğunu söylemiş ve ticaret, hazine ve siyasî gücün bir ve aynı şeyler anlamına geldiğini iddia etmiştir. Dış politika ve özellikle dış ticaret politikası adeta bir savaş aracı olarak kabul edilmiştir. Klasik İktisat düşüncesi bunun tam tersini savunurken, 1929 Büyük Buhranı’nın hemen ardından düşünceleri öncelikli olarak kabul görmeye başlayan Keynes, merkantilizmden bu sebepten dolayı övgüyle bahsetmiştir.
Fransız kralı 14.Louis’nin maliye bakanı olan Jean Baptiste Colbert zamanında merkantilizm Fransız devletinin resmî politikası haline gelmiş ve bu yüzden Fransız merkantilizmi “Colbertizm” olarak adlandırılmıştır. Fransız merkantilizmi, İngiliz merkantilizminin aksine devlet müdahaleleriyle yönlendiriliyordu. Bir başka deyişle İngiliz merkantilizmi büyük bir hızla devlet müdahalelerinden kurtulmaya yönelmişken, Fransız merkantilizminde bu müdahaleler kurumsal hale getirilmiştir. Colbert döneminde sanayi çeşitli şekillerde desteklenmiş ve gümrük vergileriyle korunmuştur. Fransa içerisindeki eyaletler arası gümrük vergileri kaldırılmış, tek bir Fransız Gümrük Tarifesi getirilmiştir. Her şeyin devlet gözetiminde olduğu bu sistemde, Fransız sanayiinin dışa olan bağımlığını azaltmak için mümkün olan tüm tedbirler alınıyordu. Fransız sömürgeleri artıyor, ticaret gelişiyor ve Colbert feodalizmden kalan tüm düzenlemeleri ortadan kaldırarak Fransız ulus-devletinin hakimiyetini tam anlamıyla yaymak istiyordu.
Merkantilizmin tek bir tanımını yapmanın güçlüğüne delil oluşturacak olan bir diğer örnek de Alman tipi merkantilizmdir. Kammeralizm olarak adlandırılır. Kralın veya prensin hazinesi anlamına gelen “Kammer” kelimesinden türemiştir. Çünkü amaç, devlet hazinesinin zenginleştirilmesi, gelirlerin artırılmasıydı. Bu akımın ortaya çıktığı dönemde Almanya, birbirleriyle sürekli mücadele halinde olan birçok prensliğe bölünmüş durumdaydı. İngiltere, Fransa ve Hollanda’nın hızla geliştiği o tarihlerde Kameralizm, Alman devlet memurlarını eğiterek iktisadî kalkınmayı sağlamaya yönelik bir araç haline gelmiştir. Kameralist düşünce de, İngiliz ve Fransız meslektaşlarına benzer görüşleri savunmuş, bazı noktalarda ise onlardan ayrılmışlardır. Altın ve gümüş biriktirerek millî zenginliğin artacağını öne sürmüş, devlet müdahalesini savunmuşlardır. Ancak; İngiltere’de tüccar ve işadamları kısa broşürlerle merkantilist düşünceyi savunurken, Almanya, hukuk profesörleri ve maliyecilerin ortaya koyduğu son derece ayrıntılı ve uzun eserlere şahit olmuştur. Kameralistler dış ekonomik ilişkiler, ticaret ve ödemeler dengesi gibi konularla çok az ilgilenmiş, ağırlığı yurtiçi tarım ve sanayi konularına vermişlerdir. İngiltere'deki sistemin aksine, birey ile devlet arasında iktisadî açıdan bir menfaat birliği olması bir yana, sürekli bir çıkar çatışması yaşanacağını ileri sürmüş, devletin mutlak otoritesi lehine fikirler geliştirmişlerdir.
Merkantilist Düşüncenin Zayıflaması
17.yüzyılın ortalarından itibaren, işadamları ve tüccarların yanı sıra bazı düşünürler de iktisadî konularla ilgilenmeye başladılar. Bunun sonucunda, kişi hürriyetine daha fazla önem veren ve devletin müdahaleci sistemine karşı çıkan; dolayısıyla merkantilizme karşı gelen bir zümre ortaya çıkmış oldu. Bunlara göre, ekonomi kendi kendine şekil verebilecek, dışarıdan herhangi bir müdahaleye ihtiyaç hissetmeyen bir sistemdi. Dış etki ne kadar az olursa, ekonomi de o kadar iyi çalışırdı. Ayrıca kısıtlama ve müdahalelerin ortadan kalkması, hem kişiler hem de ekonomi için çok daha iyi olacaktı. Nasıl ki merkantilist düşüncenin uygulanışı ülkeden ülkeye değişiyorsa, ortaya çıkan bu yeni liberal düşüncelerin etkileri de farklı farklı olmuştur. Çok sayıda sanayici ve tüccarı içinde barındıran orta sınıfın İngiltere’de yaygın olması, liberal fikirlerin benimsenmesini hızlandırırken, daha yavaş ve dar kapsamlı olsa da Fransa ve Hollanda bu akımda İngiltere’ye eşlik etmişlerdir. Fakat, bir ulus-devlet olma yolunda diğerlerini geriden takip eden Almanya ve İtalya ise merkantilizme sıkı sıkıya bağlı kalmış ve libaral düşüncelere sınırlarını en azından bir süre daha sıkı sıkıya kapatmışlardır.
Merkantilist düşünce sisteminin sağlam temeller üzerine oturmasında en önemli rollerden birisinin Thomas Mun’a ait olduğundan bahsedilmişti. Mun’un ardından iktisadî düşüncede iki yeni temayül belirmişti. Birincisi, kantitatif yöntemlerin iktisadî düşünce içinde kabul görmeye başlaması; diğeri ise, ekonomik sistem üzerindeki devlet müdahalesinin azaltılmasını savunan liberal düşüncedir.
Liberal Düşünceye Doğru
İktisadın, bir bilim dalı olma yolunda önemli adımlar atılmasını sağlayan merkantilizm, liberal düşünce sisteminin de kapılarını aralamıştır. Bu geçiş döneminin en önde gelen isimleri; John Locke, Josiah Child, Nicholas Burbon, Dudly North, John Law, Richard Cantillion, George Berkeley ve David Hume gibi kişilerdir. Genel olarak merkantilizmden liberalizme geçiş dönemini şekillendiren, yeni ve farklı fikirler üreterek liberal düşüncenin temellerini atan bu bilim adamlarından Dudly North, merkantilizmi tümden redderek liberalizme geçişi savunmuştur. David Hume ise, iktisadın bağımsız bir sosyal bilim olarak kabul edilmesini sağlamıştır. Otomatik denge mekanizması, tam serbest ticaret, liberal dış ticaret dengesi, külçecilikten uzaklaşma, kâğıt paranın tavsiye edilir olması, para, faiz, emek vb kavramlar üzerine derinlemesine analizler yapılmaya bu dönemde başlanmıştır. James Steuart, devlet müdahalesini savunan “son merkantilist” olarak tarihteki yerini almıştır.
Fransa’da uygulanan ve Colbertizm adı verilen merkantilist sistem, ağırlıklı olarak sanayi üretimine önem verdiğinden, tarımla uğraşan kesimin yoğun tepkisine sebep olmaktaydı. Uzun yılların getirdiği birikimin sonucu olarak, halk kurulu düzeni ortadan kaldırmak istemekteydi. Bunun sonucunda, liberalizme giden yoldaki en önemli adım atılmış ve “fizyokrasi” olarak adlandırılan iktisadî düşünce akımı ortaya çıkmıştır. Fizyokratlar; bir lidere sahip ve yazar kadrosu ile bir dergi etrafından bütünleşmiş olan ilk modern iktisadî düşünce okulu olarak kabul edilmektedirler. Kurucusu François Quesnay’dır. Doğal düzeni ve doğa kanunlarını ön plana almışlar; olayların gidişatına bırakıldığında bir şekilde kendi dengesini bulacağını iddia etmişlerdir. Bu düşünce akımının babası olarak John Locke gösterilmektedir. Dünyaca ünlü “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” (Laissez faire, laissez passe) söyleminin sahibi yine fizyokratlardır.
Böylece liberal düşünceye doğru olan eğilim gittikçe artmış ve Adam Smith’in 1776 yılında yayınlanan “Ulusların Zenginliği” adlı eseriyle, klasik iktisat düşüncesi ve liberalizm tam anlamıyla başlamıştır.
http://www.tarihonline.org/2009/06/merkantilizm.html
Bu Blogda Ara
29 Kasım 2009 Pazar
23 Kasım 2009 Pazartesi
Modernleşme mefhumu ve demokrasi paradoksu
Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti arasındaki farkları analiz etme konusunda en kapsayıcı olacak “modenleşme” kategorisini seçerek hem siyasal hem de toplumsal alandaki dönüşümleri daha geniş bir perspektiften irdeleme şansımız doğmakta. Tabi söz konusu modernleşme olunca Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyetin ilk dönemine odaklanan bir yazı olması kaçınılmaz olur. Bu noktada işe modernleşme kavramının tanımını yapmakla başlayalım.
Kavram ile ilgili çok sayıda tanımlama olmasına ve hatta bazı tanımlamalarda bu kavramın öyle bir cümleyle tanımlanamayacağı savına dayanarak bir makale yazılmasına rağmen kısaca açıklamak gerekirse, kelime anlamıyla modernleşme “modern olmayandan modern olana doğru gidiş sürecidir”. Öyleyse bir hedef söz konusudur. Modernlik dediğimiz bu hedef ise batıyla özdeşleşen, batıya ait bir kavram olup, ulaşılmaya çalışılan şeydir. Modernliğin batıdan doğmuş ve batıyı yükseltmiş olmasın çeşitli sebepleri olmakla birlikte bizim asıl üzerinde duracağımız şey Türk modernleşme sürecidir.
Evvela ilk ayırım şudur ki; Osmanlı, modernleşmeyi mutlak monarşik ve meşruti monarşik yönetim yapısı içinde uygularken Cumhuriyet, bu süreci bir “ulus-devlet” yapısında götürmektedir ve altını çizmek gerekir ulus-devletin bizatihi bir modernleşme getirisidir. Anlaşılacağı üzere bu süreç Osmanlıdan cumhuriyete uzanan bir bütündür ve Osmanlı’nın son dönem modernleşme çabaları ulus-devletin doğuşunun altyapısını hazırlamıştır.
Bu altyapının taşlarını incelerken en önemli olandan “Abdülhamit’in otokratik modernleşme deneyiminden” başlamak gerekir. “Neden batıdan geriye düştük” sorusunun kaybedilen savaşların ardından sorulmasından ötürü ilk modernleşme çabaları askeri alanda görülmekte, bunu Tanzimat-ıslahat fermanı gibi örneklerden da görüleceği üzere toplumsal-hukuksal alan izlemektedir. Fakat modernleşmenin asıl can alıcı ve içselleştirici tarafı ise eğitimde modernleşmedir. Eğitim modernleşmesinden kasıt, batı tarzı okulların kurulmasıdır ve özellikle hem Müslüman hem gayrimüslim çocukların aynı anda okuduğu ilk okul olan Mekteb-i Sultani bu konuda simgeleşen bir örnektir. Ayrıca dönemin en çağdaş, en ileri eğitim standartlarını sağlayan okulların “harbiye” ve “tıbbiye” mektepleri olması modernleşmenin pragmatik yönünü gözler önüne serer.
Abdülhamit istibdatı yahut modernleşmesi sürecine geri dönecek olursak bu eğitimde modernleşme fikri kendisi için bir bumerang etkisi yaratmıştır. Zira kendi politikalarının sonucunda batı tarzı eğitim alan ve bu eğitimin yarattığı akılcılık anlayışıyla ufkunu genişleten gençler dönüp, Abdülhamit’in sonunu getirmiştir. Benzer bir sonu cumhuriyet dönemi tek parti iktidarında da görmekteyiz. Savaş koşullarının ardından, topyekün bir sistem, bir rejim değişikliğinin ağırlı altında hızlı ve tepeden inme bir modernleşme sürecinin sancıları derin bir muhalefet yaratmış, bu muhalefet ise tek parti iktidarının sonunu hazırlamıştır. Burada kilit nokta şudur; cumhuriyet dönemi tek parti iktidarı, devrimlerle bir toplum mühendisliği projesine girişmiş, modernleşmenin hedefi olan bireyin ve aklın üstünlüğü, laiklik, demokrasi ve sanayileşmeyi gerçekleştirmeye çalışırken bunu otokratik şekilde yapması asıl sorunu oluşturmuştur. Zira Abdülhamit otokrasisi rejim gereği kısmen meşruluk kaynağı bulabilirken Cumhuriyet otokrasisi meşruiyet boşluğundan doğan bir köşeye sıkışmışlık, bir çelişki yaşamaktaydı. Öyle ya, demokratik bir cumhuriyette başka bir partinin varlığına izin verilmemesi neyle açıklanabilirdi? Benzer bir “demokrasi” çelişkisini Popper’ın demokrasi paradoksu kavramı bağlamında Demokrat Parti ve 60 darbesinde inceleyecek olursak, demokratik yollardan iktidara gelmiş bir partinin anti-demokratik bir tutumla her türlü muhalefeti baskı altına alması ve demokrasiyi ortadan kaldırma tehdidine karşılık ne yapmak gerekir sorusu sorulur. Yaşanan tarihte cevap askeri darbe olmuştur. Peki o zaman bir soru daha, demokratik yollardan iktidara gelerek demokratik rejimi ve cumhuriyet kazanımlarını yok etmeye çalışan bir iktidar mı daha demokrattır yoksa demokrasiyi korumak ve cumhuriyet kazanımlarını yaşatmak adına anti-demokratik bir eylemle silahlı olarak yönetime el koyma hareketi mi daha demokrattır? İşte bu soruya verilemeyecek cevap, bizi Popper’ın demokrasi paradoksu patikasına çıkarır.
Kavram ile ilgili çok sayıda tanımlama olmasına ve hatta bazı tanımlamalarda bu kavramın öyle bir cümleyle tanımlanamayacağı savına dayanarak bir makale yazılmasına rağmen kısaca açıklamak gerekirse, kelime anlamıyla modernleşme “modern olmayandan modern olana doğru gidiş sürecidir”. Öyleyse bir hedef söz konusudur. Modernlik dediğimiz bu hedef ise batıyla özdeşleşen, batıya ait bir kavram olup, ulaşılmaya çalışılan şeydir. Modernliğin batıdan doğmuş ve batıyı yükseltmiş olmasın çeşitli sebepleri olmakla birlikte bizim asıl üzerinde duracağımız şey Türk modernleşme sürecidir.
Evvela ilk ayırım şudur ki; Osmanlı, modernleşmeyi mutlak monarşik ve meşruti monarşik yönetim yapısı içinde uygularken Cumhuriyet, bu süreci bir “ulus-devlet” yapısında götürmektedir ve altını çizmek gerekir ulus-devletin bizatihi bir modernleşme getirisidir. Anlaşılacağı üzere bu süreç Osmanlıdan cumhuriyete uzanan bir bütündür ve Osmanlı’nın son dönem modernleşme çabaları ulus-devletin doğuşunun altyapısını hazırlamıştır.
Bu altyapının taşlarını incelerken en önemli olandan “Abdülhamit’in otokratik modernleşme deneyiminden” başlamak gerekir. “Neden batıdan geriye düştük” sorusunun kaybedilen savaşların ardından sorulmasından ötürü ilk modernleşme çabaları askeri alanda görülmekte, bunu Tanzimat-ıslahat fermanı gibi örneklerden da görüleceği üzere toplumsal-hukuksal alan izlemektedir. Fakat modernleşmenin asıl can alıcı ve içselleştirici tarafı ise eğitimde modernleşmedir. Eğitim modernleşmesinden kasıt, batı tarzı okulların kurulmasıdır ve özellikle hem Müslüman hem gayrimüslim çocukların aynı anda okuduğu ilk okul olan Mekteb-i Sultani bu konuda simgeleşen bir örnektir. Ayrıca dönemin en çağdaş, en ileri eğitim standartlarını sağlayan okulların “harbiye” ve “tıbbiye” mektepleri olması modernleşmenin pragmatik yönünü gözler önüne serer.
Abdülhamit istibdatı yahut modernleşmesi sürecine geri dönecek olursak bu eğitimde modernleşme fikri kendisi için bir bumerang etkisi yaratmıştır. Zira kendi politikalarının sonucunda batı tarzı eğitim alan ve bu eğitimin yarattığı akılcılık anlayışıyla ufkunu genişleten gençler dönüp, Abdülhamit’in sonunu getirmiştir. Benzer bir sonu cumhuriyet dönemi tek parti iktidarında da görmekteyiz. Savaş koşullarının ardından, topyekün bir sistem, bir rejim değişikliğinin ağırlı altında hızlı ve tepeden inme bir modernleşme sürecinin sancıları derin bir muhalefet yaratmış, bu muhalefet ise tek parti iktidarının sonunu hazırlamıştır. Burada kilit nokta şudur; cumhuriyet dönemi tek parti iktidarı, devrimlerle bir toplum mühendisliği projesine girişmiş, modernleşmenin hedefi olan bireyin ve aklın üstünlüğü, laiklik, demokrasi ve sanayileşmeyi gerçekleştirmeye çalışırken bunu otokratik şekilde yapması asıl sorunu oluşturmuştur. Zira Abdülhamit otokrasisi rejim gereği kısmen meşruluk kaynağı bulabilirken Cumhuriyet otokrasisi meşruiyet boşluğundan doğan bir köşeye sıkışmışlık, bir çelişki yaşamaktaydı. Öyle ya, demokratik bir cumhuriyette başka bir partinin varlığına izin verilmemesi neyle açıklanabilirdi? Benzer bir “demokrasi” çelişkisini Popper’ın demokrasi paradoksu kavramı bağlamında Demokrat Parti ve 60 darbesinde inceleyecek olursak, demokratik yollardan iktidara gelmiş bir partinin anti-demokratik bir tutumla her türlü muhalefeti baskı altına alması ve demokrasiyi ortadan kaldırma tehdidine karşılık ne yapmak gerekir sorusu sorulur. Yaşanan tarihte cevap askeri darbe olmuştur. Peki o zaman bir soru daha, demokratik yollardan iktidara gelerek demokratik rejimi ve cumhuriyet kazanımlarını yok etmeye çalışan bir iktidar mı daha demokrattır yoksa demokrasiyi korumak ve cumhuriyet kazanımlarını yaşatmak adına anti-demokratik bir eylemle silahlı olarak yönetime el koyma hareketi mi daha demokrattır? İşte bu soruya verilemeyecek cevap, bizi Popper’ın demokrasi paradoksu patikasına çıkarır.
Etiketler:
demokrasi paradoksu,
makale,
mümtazer türköne,
türk modernleşmesi
Küreselleşmeyi Yeniden Düşünmek (çeviri)
David Held ve Anthony McGrew,
David Goldblatt ve Jonathan Perraton
Küreselleşmeyi yeniden düşünmek: Analitik bir çerçeve
Küreselleşme nedir? Basit olarak küreselleşme; genişleme, derinleşme ve küresel bağlılık durumu olmasına rağmen tanım daha ötede bir açıklamaya gerek duyar. Aynı döneme ait bir çok farklı tanımlama olmasına rağmen tanımlarının üstünde bir örnekleme yapmak gerekirse mekansal sınırları olan bir süreç ve ulusal ve bölgesel karşılıklı bağımlılığın yayılması diyebiliriz. Bu kavramsal zorluğa bir çare olarak bu çalışma küreselleşmenin bölücü, ayrıcı niteliğini kabul eden bir anlayışla işe başlıyor.
Küreselleşme yerel, ulusal ve bölgesel bir bütünün üzerine oturtulabilir. Bu bütünlüğün bir ucu yerel yahut ulusal temellerde organize edilen sosyal ve kültürel ilişki ağları iken bir ucu da bölgesel ve küresel ölçekte belirginleşen sosyal ve kültürel ilişki ağlarıdır. Küreselleşme insan faaliyetlerinin bölgeler ve kıtalar arasına varan boyutta büyümesine yol açan bir süreçtir. Genişleyen mekansal bağlantılara atıfta bulunmadan, net ve tutarlı bir formülasyon yapmak mümkün değildir küreselleşme kavramıyla ilgili.
Dolayısıyla, küreselleşme kavramı adı üstünde, ilk ve en önde gelen olarak, sosyal, politik ve ekonomik aktivitelerin sınırların ötesine esnemesidir. Bir bölgede alınan bir kararın, yaşanan bir olayın uzaktaki bir birey ya da toplum için mana ifade etmesi, etkilemesi gibi. Bu mantıkla küreselleşme, bölgeler arası karşılıklı bağlılığı, genişleyen sosyal aktivite ağını ve uzaklara el uzatma ihtimalini (sınır ötesi iktidarı) vücuda getirir. Bunun ötesinde, sınır ötesindeki bağlantıları tesadüfü ve rasgele olmasının yerine düzenli ve kurallara uygun bir şekle sokar. Buna ilaveten küreselleşmenin büyüyen ve yoğunlaşan karşılıklı bağımlılık durumu küresel etkileşimin hızlanmasına da yol açar; dünya çapında ulaşım sistemleri, fikirlerin potansiyel yayılma hızındaki artış, tabi aynı şekilde malların, bilgilerin, sermayenin ve insanların. Bu artışlar birbirine uzak mesafede gerçekleşen gelişmelerin birbirini etkilemesi yahut bir bölgesel gelişmenin küresel sonuçlara yol açmasına da neden olmaktadır. Bu mantıkla, yerel, mahalli işler ile küresel işler arasındaki sınır muğlaktır. Küreselleşme tanımı yaparken dört ana bileşen var değinilmesi gereken: genişleme, yoğunluk, hız ve etki.
Bu durumda bir küreselleşme tanımı önerisi yapacak olursak:
Kıta aşırı yahut bölgeler arası akışlar ve ağlar zinciri üreten, sosyal ilişkilerde ve işlemlerde bir dönüşümü vücuda getiren bir süreç yahut süreçler bütünüdür.
Bu metinde “akışlar” dan kasıt fiziksel insan yapıtları, insanlar, semboller, hatıralar ve zaman ve mekanın ötesinde bilgi. Aynı zamanda ağlar dediğimiz şey de bağımsız birimler arasındaki düzenlenmiş ve modellenmiş etkileşimlerdir.
Bu formülasyon aslında küreselleşme tanımını çağdaş diğer 3 tanımdan ayıran özellikleri barındırır. Ve bu tanımlama küreselleşmeyi, daha dar kapsamlı sosyal gelişimden ayırır. Yerelleşme dediğimiz şey basitçe, özel ve sınırlı bir yerdeki akışların ve ağların birleşmesi. Ulusallaşma ise sosyal ilişkilerin ve işlemlerin ulusal sınırlarla çerçevelendiği bölge içindeki gelişim sürecidir. Bölgeselleşmede ise ağlar, akışlar, ve etkileşim birkaç ülkenin belirli bir coğrafi alandaki birlikteliği ile gerçekleşmektedir. Modern anlamda küreselleşme, örneğin ticaret ve finans konusunda dünya ölçeğinde büyük bölgeler arasında, dünya ekonomisi dediğimiz şeyin içindeki dolaşımı, bu kavramı eşit düzeydeki akışlar gibi gözüken yerel, ulusal yahut bölgesel durumdan farklı kılar.
Daha kesin bir tanımlama önerisi sunmak için şunu özellikle vurgulamak önemlidir; küreselleşme, mekansal-sınırlı süreçlerin karşısındaki düşman olarak değil tam tersine onlarla kompleks ve dinamik bir ilişki içinde olarak algılanmalıdır. Öte yandan bölgeselleşme gibi süreçler, kolaylaştırmak ve tamamlamak için gerekli olan sosyal ekonomik ve fiziksel altyapıyı yaratırlar. Bu bakımdan örneğin ekonomik bölgeselleşme (Avrupa Birliği gibi), üretimin ve ticaretin küreselleşmesine bir engel, bariyer olmamış aksine teşvik etmiştir. Öte yandan bu tip süreçler küreselleşmeye, aküreselleşmeye teşvik etmediği sürece, limitler dayatabilirler. Ne var ki, yerelleşmenin yahut bölgeselleşmenin küreselleşmeye karşı yahut aykırı bir hali olduğunu varsaymak için önsel bir neden yoktur. Bu süreçlerin ekonomik ve diğer sahalar ile alakası daha çok deneysel (gözleme dayalı) bir durumdur.
Küreselleşmeye kuşkuyla bakanların tezi bizi bir konuda alarma geçirdi: uluslar arası yahut küresel karşılıklı bağlılıklar yeni bir olguyu ifade etmemektedir. Gözden kaçan şey küreselleşmenin çağlar arasında değişiklik gösteren belirli biçimler alabileceğidir. Küreselleşmenin her döneme ait yeni özelliklerini ayırt etmek, karşılaştırmalı tarihsel bakışlar için analitik bir takım çerçevelere ihtiyaç duyar. Bir çerçeve olmadan dönemler arasındaki özellikleri, devamlılıkları ve farkları tanımlamak zor olur. Bu yüzden, küreselleşmenin sistematik ve karşılaştırmalı analizini inşa etmek için küreselleşmenin tarihsel formları fikri yaklaşımın merkezi olarak temel alınmıştır. Bu kavramı kullanmak bize birbiriyle alakalı farklılıkları ve benzerlikleri yakalamamızda ve sistemleştirmemizde fayda sağlar. Bu bağlamda küreselleşmenin tarihsel formları şuna atıfta bulunur:
Farklı tarihsel süreçlerdeki küresel bağlantılılığın, mekansal-zamansal ve organizasyonel vasıfları…
Daha önce yaptığımız ayrımların üzerine inşa edersek, küreselleşmenin tarihsel formları 4 mekansal-zamansal boyuta göre tarif edilebilir ve karşılaştırılabilir.
• Küresel ağların genişlemesi
• Küresel birbirine bağlılığın yoğunlaşması
• Küresel akışların (hareketlerin) hızlanması
• Küresel birbirine bağlılığa güçlü eğilim
Böyle bir çerçeve küreselleşmenin tarihsel modellerinin niceliksel ve niteliksel değerlendirmesini yapmamızı sağlar. Böylelikle (1) ilişkiler ve bağlantılardaki genişleme (2) Bu ağ ve bağlantılardaki akış ve seviyenin yoğunluğu (3) karşılıklı değişimlerin hızı (4) bu fenomenin her bir toplulukta yarattığı etki, olarak analiz mümkündür. Küreselleşmeye bu tarz bir tarihsel yaklaşım hem küreselleşmenin temelde yeni bir şey olup olmadığı konusundaki varsayımlardan kaçınmamızı sağlar.
Bu hakiki tanımla birlikte, emprik bir yaklaşımla, zaman içindeki akışlar, ağlar, yoğunluk, genişlik, derinleme ve etkilerin haritasını çıkarmak olanaklı hale gelir. Fakat küreselleşmenin özellikle bir boyutunu işlenebilir hale getirmek zordur: Küresel akışlara, ağlara ve hareketlere olan güçlü eğilim. Henüz etkinin doğası üzerine net bir kavrayış olmadığından, küreselleşme kavramı muğlaklığını koruyor. Güçlü eğilim nasıl idrak edilecek?
Bu çalışmanın amacı olarak analitik olarak şu dört farklı etki tipini ayırt etmeliyiz: kararsal, kurumsal (geleneksel), dağıtımsal, yapısal. Kararsal etkiler, küresel güç ve durumlardan etkilenen hükümetlerin, şirketlerin, toplulukların ve hane halkının karşılaştığı, politik tercihlerin göreli maliyet ve faydalarını ifade eder. Kurumsal etki, örgütsel ve müşterek gündemlerin etkin tercihleri, yahut küreselleşmenin sonucu olarak mümkün olan tercihlerin menzilini vurgular. Dağıtımsal etkiler, küreselleşmenin sosyal grupları toplumun içinden ya da üzerinden şekillendirme yollarına atıfta bulunur. Son olarak küreselleşmenin, yerel sosyal, ekonomik ve politik yapılanmayı ve davranışları belirleyecek kadar fark edilir yapısal etkileri vardır. Küreselleşmenin yapısal sonuçlarını hem kısa hem uzun vadede sosyal, ekonomik ve siyasal yapıların kendilerini küresel güçlere uygun hale nasıl getirdiği konusunda da görüyoruz. Fakat bu uyarlama otomatik olmuyor. Küreselleşmenin insanlar, toplumlar ve hükümetler için, yönetilen, aracılık edilen, tartışılan ve direnilen; bazı durumlarda hassasiyetlerin yahut savunmasız kalma durumunun gösterildiği bir süreç olduğunu söyleyebiliriz. Kararsal ve yapısal etkiler doğrudan, geleneksel ve dağıtımsal etkiler dolaylıdır.
Altyapı, kurumsallaşma, katmanlaşma, ve etkileşim şekilleri bu ayrımlarla eşlenebilecek diğer ayrımlardır. Örneğin küresel akışlar ve hareketlerle ilgili konuştuğumuzda bir altyapıdan söz etmemiz gerekir. Mesela ulaşım alt yapısı.
Altyapı olayının bir başka önemi de küresel hareketlerdeki kolaylık. Ortaçağdaki dünya sistemi iletişimin limitleriyle sınırlıydı. Fakat şimdi iletişimin boyutlarını internet özetliyor olmalı.
Altyapının kurumsallaşmaya etkisi de küresel ağları, akışları ve ilişkileri düzene sokmasıyla ilintilir.
Altyapı ve kurumsallaşma tartışmaları doğrudan doğruya güç konusuyla ilgilidir. Güçten kasıt sosyal birimlerin, mercilerin ve müesseselerin bu deneyimi ve değişimi destekleyecek ve şekillendirecek durumda olmasıdır. Güç, ilişkisel bir fenomen olarak algılanmalıdır. Bir yapılanma yahut müessese kendi üyelerinin davranışlarını belirleyebilir ya da sınırlayabilir. Onlar, yöneten ile yönetilen, nesneler ve hükmedenler arasındaki güç dengesini kurumsallaştırır.
Küreselleşme kurumu, dağılımı ve yetki kullanımını dönüştürür. Bu açıdan farklı dönemlerdeki küreselleşme kavramı global katmanlaşmanın hususi örnekleriyle ilintilendirilebilir. Küreselleşmenin tarihsel formlarını eşleştirmek gerekirse, katmanlaşmanın örneklerine özel bir dikkat göstermek gerekir. Bu metinde katmanlaşma hem sosyal hem de mekansal bir boyuta sahiptir: hiyerarşi ve engebe. Burada hiyerarşi biraz daha yönetimsel, engebe ise biraz daha toplumsal bir alanı ifade etmekte kullanılıyor.
Küreselleşmenin her evresi arasında etkileşim şekilleri konusunda da farklar vardır. Etkileşim şekilleri emperyal, zorlayıcı, işbirliği ile, rekabetçi, zıtlaşmacı olabilir. Gücün araçları, ordu ve ekonomik araçlardır. Tartışmaya açık olarak 19. yüzyılın sonundaki batı yayılmacılığı daha çok askeri güce ve emperyalizme dayanırken, 20. yüzyılın sonunda rekabet ve işbirliği için ekonomik araçlar, askeri gücün yerini almıştır.
Tablo
Zamansal-Mekansal Boyutta
1. küresel ağların genişlemesi
2. küresel birbirine bağlantılılığın yoğunlaşması
3. küresel akışların hızı
4. Küresel birbirine bağlantılılığa güçlü eğilim
Örgütsel Boyutta
1. Küreselleşmenin altyapısı
2. Yetki kullanımının ve küresel ağların kurumsallaşması
3. Katmanlaşmanın modeli
4. Küresel etkileşimin hakim şekilleri
Bir bütün olarak ele alındığında, küreselleşmenin tarihsel formları kutudaki sekiz boyutta analiz edilebilir. Ortaklaşa olarak her dönemde küreselleşmenin şeklini belirlerler.
Çeviri: Ali Emrah Tokatlıoğlu
David Goldblatt ve Jonathan Perraton
Küreselleşmeyi yeniden düşünmek: Analitik bir çerçeve
Küreselleşme nedir? Basit olarak küreselleşme; genişleme, derinleşme ve küresel bağlılık durumu olmasına rağmen tanım daha ötede bir açıklamaya gerek duyar. Aynı döneme ait bir çok farklı tanımlama olmasına rağmen tanımlarının üstünde bir örnekleme yapmak gerekirse mekansal sınırları olan bir süreç ve ulusal ve bölgesel karşılıklı bağımlılığın yayılması diyebiliriz. Bu kavramsal zorluğa bir çare olarak bu çalışma küreselleşmenin bölücü, ayrıcı niteliğini kabul eden bir anlayışla işe başlıyor.
Küreselleşme yerel, ulusal ve bölgesel bir bütünün üzerine oturtulabilir. Bu bütünlüğün bir ucu yerel yahut ulusal temellerde organize edilen sosyal ve kültürel ilişki ağları iken bir ucu da bölgesel ve küresel ölçekte belirginleşen sosyal ve kültürel ilişki ağlarıdır. Küreselleşme insan faaliyetlerinin bölgeler ve kıtalar arasına varan boyutta büyümesine yol açan bir süreçtir. Genişleyen mekansal bağlantılara atıfta bulunmadan, net ve tutarlı bir formülasyon yapmak mümkün değildir küreselleşme kavramıyla ilgili.
Dolayısıyla, küreselleşme kavramı adı üstünde, ilk ve en önde gelen olarak, sosyal, politik ve ekonomik aktivitelerin sınırların ötesine esnemesidir. Bir bölgede alınan bir kararın, yaşanan bir olayın uzaktaki bir birey ya da toplum için mana ifade etmesi, etkilemesi gibi. Bu mantıkla küreselleşme, bölgeler arası karşılıklı bağlılığı, genişleyen sosyal aktivite ağını ve uzaklara el uzatma ihtimalini (sınır ötesi iktidarı) vücuda getirir. Bunun ötesinde, sınır ötesindeki bağlantıları tesadüfü ve rasgele olmasının yerine düzenli ve kurallara uygun bir şekle sokar. Buna ilaveten küreselleşmenin büyüyen ve yoğunlaşan karşılıklı bağımlılık durumu küresel etkileşimin hızlanmasına da yol açar; dünya çapında ulaşım sistemleri, fikirlerin potansiyel yayılma hızındaki artış, tabi aynı şekilde malların, bilgilerin, sermayenin ve insanların. Bu artışlar birbirine uzak mesafede gerçekleşen gelişmelerin birbirini etkilemesi yahut bir bölgesel gelişmenin küresel sonuçlara yol açmasına da neden olmaktadır. Bu mantıkla, yerel, mahalli işler ile küresel işler arasındaki sınır muğlaktır. Küreselleşme tanımı yaparken dört ana bileşen var değinilmesi gereken: genişleme, yoğunluk, hız ve etki.
Bu durumda bir küreselleşme tanımı önerisi yapacak olursak:
Kıta aşırı yahut bölgeler arası akışlar ve ağlar zinciri üreten, sosyal ilişkilerde ve işlemlerde bir dönüşümü vücuda getiren bir süreç yahut süreçler bütünüdür.
Bu metinde “akışlar” dan kasıt fiziksel insan yapıtları, insanlar, semboller, hatıralar ve zaman ve mekanın ötesinde bilgi. Aynı zamanda ağlar dediğimiz şey de bağımsız birimler arasındaki düzenlenmiş ve modellenmiş etkileşimlerdir.
Bu formülasyon aslında küreselleşme tanımını çağdaş diğer 3 tanımdan ayıran özellikleri barındırır. Ve bu tanımlama küreselleşmeyi, daha dar kapsamlı sosyal gelişimden ayırır. Yerelleşme dediğimiz şey basitçe, özel ve sınırlı bir yerdeki akışların ve ağların birleşmesi. Ulusallaşma ise sosyal ilişkilerin ve işlemlerin ulusal sınırlarla çerçevelendiği bölge içindeki gelişim sürecidir. Bölgeselleşmede ise ağlar, akışlar, ve etkileşim birkaç ülkenin belirli bir coğrafi alandaki birlikteliği ile gerçekleşmektedir. Modern anlamda küreselleşme, örneğin ticaret ve finans konusunda dünya ölçeğinde büyük bölgeler arasında, dünya ekonomisi dediğimiz şeyin içindeki dolaşımı, bu kavramı eşit düzeydeki akışlar gibi gözüken yerel, ulusal yahut bölgesel durumdan farklı kılar.
Daha kesin bir tanımlama önerisi sunmak için şunu özellikle vurgulamak önemlidir; küreselleşme, mekansal-sınırlı süreçlerin karşısındaki düşman olarak değil tam tersine onlarla kompleks ve dinamik bir ilişki içinde olarak algılanmalıdır. Öte yandan bölgeselleşme gibi süreçler, kolaylaştırmak ve tamamlamak için gerekli olan sosyal ekonomik ve fiziksel altyapıyı yaratırlar. Bu bakımdan örneğin ekonomik bölgeselleşme (Avrupa Birliği gibi), üretimin ve ticaretin küreselleşmesine bir engel, bariyer olmamış aksine teşvik etmiştir. Öte yandan bu tip süreçler küreselleşmeye, aküreselleşmeye teşvik etmediği sürece, limitler dayatabilirler. Ne var ki, yerelleşmenin yahut bölgeselleşmenin küreselleşmeye karşı yahut aykırı bir hali olduğunu varsaymak için önsel bir neden yoktur. Bu süreçlerin ekonomik ve diğer sahalar ile alakası daha çok deneysel (gözleme dayalı) bir durumdur.
Küreselleşmeye kuşkuyla bakanların tezi bizi bir konuda alarma geçirdi: uluslar arası yahut küresel karşılıklı bağlılıklar yeni bir olguyu ifade etmemektedir. Gözden kaçan şey küreselleşmenin çağlar arasında değişiklik gösteren belirli biçimler alabileceğidir. Küreselleşmenin her döneme ait yeni özelliklerini ayırt etmek, karşılaştırmalı tarihsel bakışlar için analitik bir takım çerçevelere ihtiyaç duyar. Bir çerçeve olmadan dönemler arasındaki özellikleri, devamlılıkları ve farkları tanımlamak zor olur. Bu yüzden, küreselleşmenin sistematik ve karşılaştırmalı analizini inşa etmek için küreselleşmenin tarihsel formları fikri yaklaşımın merkezi olarak temel alınmıştır. Bu kavramı kullanmak bize birbiriyle alakalı farklılıkları ve benzerlikleri yakalamamızda ve sistemleştirmemizde fayda sağlar. Bu bağlamda küreselleşmenin tarihsel formları şuna atıfta bulunur:
Farklı tarihsel süreçlerdeki küresel bağlantılılığın, mekansal-zamansal ve organizasyonel vasıfları…
Daha önce yaptığımız ayrımların üzerine inşa edersek, küreselleşmenin tarihsel formları 4 mekansal-zamansal boyuta göre tarif edilebilir ve karşılaştırılabilir.
• Küresel ağların genişlemesi
• Küresel birbirine bağlılığın yoğunlaşması
• Küresel akışların (hareketlerin) hızlanması
• Küresel birbirine bağlılığa güçlü eğilim
Böyle bir çerçeve küreselleşmenin tarihsel modellerinin niceliksel ve niteliksel değerlendirmesini yapmamızı sağlar. Böylelikle (1) ilişkiler ve bağlantılardaki genişleme (2) Bu ağ ve bağlantılardaki akış ve seviyenin yoğunluğu (3) karşılıklı değişimlerin hızı (4) bu fenomenin her bir toplulukta yarattığı etki, olarak analiz mümkündür. Küreselleşmeye bu tarz bir tarihsel yaklaşım hem küreselleşmenin temelde yeni bir şey olup olmadığı konusundaki varsayımlardan kaçınmamızı sağlar.
Bu hakiki tanımla birlikte, emprik bir yaklaşımla, zaman içindeki akışlar, ağlar, yoğunluk, genişlik, derinleme ve etkilerin haritasını çıkarmak olanaklı hale gelir. Fakat küreselleşmenin özellikle bir boyutunu işlenebilir hale getirmek zordur: Küresel akışlara, ağlara ve hareketlere olan güçlü eğilim. Henüz etkinin doğası üzerine net bir kavrayış olmadığından, küreselleşme kavramı muğlaklığını koruyor. Güçlü eğilim nasıl idrak edilecek?
Bu çalışmanın amacı olarak analitik olarak şu dört farklı etki tipini ayırt etmeliyiz: kararsal, kurumsal (geleneksel), dağıtımsal, yapısal. Kararsal etkiler, küresel güç ve durumlardan etkilenen hükümetlerin, şirketlerin, toplulukların ve hane halkının karşılaştığı, politik tercihlerin göreli maliyet ve faydalarını ifade eder. Kurumsal etki, örgütsel ve müşterek gündemlerin etkin tercihleri, yahut küreselleşmenin sonucu olarak mümkün olan tercihlerin menzilini vurgular. Dağıtımsal etkiler, küreselleşmenin sosyal grupları toplumun içinden ya da üzerinden şekillendirme yollarına atıfta bulunur. Son olarak küreselleşmenin, yerel sosyal, ekonomik ve politik yapılanmayı ve davranışları belirleyecek kadar fark edilir yapısal etkileri vardır. Küreselleşmenin yapısal sonuçlarını hem kısa hem uzun vadede sosyal, ekonomik ve siyasal yapıların kendilerini küresel güçlere uygun hale nasıl getirdiği konusunda da görüyoruz. Fakat bu uyarlama otomatik olmuyor. Küreselleşmenin insanlar, toplumlar ve hükümetler için, yönetilen, aracılık edilen, tartışılan ve direnilen; bazı durumlarda hassasiyetlerin yahut savunmasız kalma durumunun gösterildiği bir süreç olduğunu söyleyebiliriz. Kararsal ve yapısal etkiler doğrudan, geleneksel ve dağıtımsal etkiler dolaylıdır.
Altyapı, kurumsallaşma, katmanlaşma, ve etkileşim şekilleri bu ayrımlarla eşlenebilecek diğer ayrımlardır. Örneğin küresel akışlar ve hareketlerle ilgili konuştuğumuzda bir altyapıdan söz etmemiz gerekir. Mesela ulaşım alt yapısı.
Altyapı olayının bir başka önemi de küresel hareketlerdeki kolaylık. Ortaçağdaki dünya sistemi iletişimin limitleriyle sınırlıydı. Fakat şimdi iletişimin boyutlarını internet özetliyor olmalı.
Altyapının kurumsallaşmaya etkisi de küresel ağları, akışları ve ilişkileri düzene sokmasıyla ilintilir.
Altyapı ve kurumsallaşma tartışmaları doğrudan doğruya güç konusuyla ilgilidir. Güçten kasıt sosyal birimlerin, mercilerin ve müesseselerin bu deneyimi ve değişimi destekleyecek ve şekillendirecek durumda olmasıdır. Güç, ilişkisel bir fenomen olarak algılanmalıdır. Bir yapılanma yahut müessese kendi üyelerinin davranışlarını belirleyebilir ya da sınırlayabilir. Onlar, yöneten ile yönetilen, nesneler ve hükmedenler arasındaki güç dengesini kurumsallaştırır.
Küreselleşme kurumu, dağılımı ve yetki kullanımını dönüştürür. Bu açıdan farklı dönemlerdeki küreselleşme kavramı global katmanlaşmanın hususi örnekleriyle ilintilendirilebilir. Küreselleşmenin tarihsel formlarını eşleştirmek gerekirse, katmanlaşmanın örneklerine özel bir dikkat göstermek gerekir. Bu metinde katmanlaşma hem sosyal hem de mekansal bir boyuta sahiptir: hiyerarşi ve engebe. Burada hiyerarşi biraz daha yönetimsel, engebe ise biraz daha toplumsal bir alanı ifade etmekte kullanılıyor.
Küreselleşmenin her evresi arasında etkileşim şekilleri konusunda da farklar vardır. Etkileşim şekilleri emperyal, zorlayıcı, işbirliği ile, rekabetçi, zıtlaşmacı olabilir. Gücün araçları, ordu ve ekonomik araçlardır. Tartışmaya açık olarak 19. yüzyılın sonundaki batı yayılmacılığı daha çok askeri güce ve emperyalizme dayanırken, 20. yüzyılın sonunda rekabet ve işbirliği için ekonomik araçlar, askeri gücün yerini almıştır.
Tablo
Zamansal-Mekansal Boyutta
1. küresel ağların genişlemesi
2. küresel birbirine bağlantılılığın yoğunlaşması
3. küresel akışların hızı
4. Küresel birbirine bağlantılılığa güçlü eğilim
Örgütsel Boyutta
1. Küreselleşmenin altyapısı
2. Yetki kullanımının ve küresel ağların kurumsallaşması
3. Katmanlaşmanın modeli
4. Küresel etkileşimin hakim şekilleri
Bir bütün olarak ele alındığında, küreselleşmenin tarihsel formları kutudaki sekiz boyutta analiz edilebilir. Ortaklaşa olarak her dönemde küreselleşmenin şeklini belirlerler.
Çeviri: Ali Emrah Tokatlıoğlu
Cumhuriyetçi misiniz demokrat mı?
---alıntı---
Cumhuriyetin birincil erdeminin hafıza olmasına karşılık, demokrasinin gücü unutmada yatar. İnsanın insanı yaptığı yerde, doğan her çocuk 6000 yaşındadır. Eğer elinizde tarihten başka bir şey yoksa, geçmişten kendinizi ayırmanız, kendi kendinizi sakatlamanızdır. İnsanı yapan Tanrı olduğunda ise, Tanrı onu her doğuşunda yeniden yapar. O macerasına sıfırdan başlar. Cumhuriyette bundan dolayı en büyük değer kütüphaneye, demokraside ise televizyona verilir. Çünkü kütüphanelerin, kendilerine ibadet edilmesi kültürü belirleyen büyük ölülerin saygıdeğer mezarlıkları olmasına karşılık, televizyon zevkli bir biçimde zamanı öldürür. Cumhuriyet bir kütüphane gibi, yaşayanlardan çok ölülerden meydana gelir. Oysa demokraside, televizyonda olduğu gibi, yaşayanlara bilgi vermek hakkına sahip olanlar yalnızca yaşayanlardır. Her sistemin mahzurları vardır ve bunlar tartışma konusudur.
Eşitlik
Cumhuriyet, eşitlikçi (égalitariste) olmaksızın eşitliği sever. Çünkü kabiliyet ve çabaları göz önüne almaksızın koşullar ve ödülleri aynı seviyeye getirmeye çalışan adalet değildir, hınçtır. Söz konusu olan, bunları oranlamaktır -her zaman geçerli olan bir formülü olmayan ve daima zayıf olan çözümü adalet uğruna bitmez tükenmez mücadeleyi gerektiren ebedi problem.- Buna karşılık demokrasinin programında toplumsal eşitlik yoktur. Onda ekonomik eşitsizliklerin yaratmış olduğu problem ne kadar aşılmak istenirse o kadar çok ve o kadar yüksek sesle insanların özgürlüklerinden söz edilir. Eşitlik kavramından demokrat, sadece kanun önünde eşitliği anlamakla yetinebilir. Ancak cumhuriyetçi ona zorunlu olarak maddi şartların belli bir eşitliğini ekler. Ona göre bu olmaksızın yurttaşlık antlaşması sahte bir paylaşmadır. Her gün kaldırımlarda binlerce paryanın veya toplumdışı yoksulların ölmesi, Hindistan'ı gerçek bir demokrasi olmaktan alıkoymaz. New York'ta binlerce evsiz barksızın veya esrarkeşin kışın parklarda uyuması, fakirlerin ve zenginlerin aralarında hiçbir benzerlik olmayan kendi hastaneleri ve okullarının olması özgürlük heykelinin dünya çapındaki ve haklı şöhretine bir halel getirmez. Gelirler veya ücretler arasındaki oranın bire elli olduğu bir memlekette artık cumhuriyetten bahsedilemez; ama demokrasiden bahsedilebilir. Cumhuriyetçi ideal, belli bir oran duygusunu şart koşar. Tesadüfen halkın öğrenmiş olduğu büyük artistlerin veya günün güçlülerinin büyük gelirleri parasız bir demokratta ancak bir omuz silkmesine sebep olur. O bunu teşebbüs hürriyetine verilen basit bir fidye olarak yorumlar. Buna karşılık lüks yığınlarını veya imtiyazların artmasını kınamak, bir cumhuriyetçi için Isparta hayat tarzını veya çileciliği övmek değildir. Yoksulluk bir demokrasiyi üzer; ama bir cumhuriyeti sarsar. Birinci, maksimum bir dayanışma ve birkaç bağış ister. İkinci, minimum bir kardeşlik ve birçok kanun. Birincinin vakıflara havale ettiği şeyi, ikinci önce bakanlardan talep eder.
Bu iki duyarlılık, güven verici ideolojilere de çevrilebilir ve büyük atalarla birlikte şu tekrar edilebilir: Sosyalizm ve liberalizm sonuna kadar götürülmüş cumhuriyet ve demokrasidir. Yalnız son derece doğru olan bu karşıtlık, "globe" okuyucularına modası geçmiş görünecektir. Çünkü sosyalistlerin, yani "şu eski cumhuriyetçiler"in kendileri artık genç ve farklı bir grup olarak ortaya çıkmak istediklerinden, onlarda toplumsal eşitsizlikler teması "insan hakları" sloganının arkasına geçmektedir.
Bir cumhuriyetçi, insanı yurttaştan ayırmaktan kaçınacaktır. Çünkü bir insana politik haklarını veren, siteye ait olmadır. Bireyin artık bir yurttaş gibi değil, basit bir özel şahıs olarak ele alındığı andan itibaren, ufukta kölelik -ve hemen arkasından kanunların yokluğu demek olan keyfilik- kendini gösterir. Cumhuriyette özgürlük bireylere ancak kanunların gücüyle, yani devletle gelir. Demokratların sadece "insan hakları"ndan bahsetmeleri, buna karşılık cumhuriyetçilerin her zaman buna "yurttaşlık" haklarını eklemeleri hayret verici değildir. Bu onların gözünde bir şarttır, bir tamamlayıcı şey değil. Nasıl ki yine bir cumhuriyetçinin gözünde laiklik hoşgörünün şartı olup onun karşıtı değilse.
Ancak bu, özel hayatında ve çoğu kez, zamanın havasına boyun eğmeyen cumhuriyetçinin "bireyci", toplumsal olanın baskısına boyun eğen demokratın ise "toplumcu" olmasına engel değildir. Demokrasinin savunduğu bireycilik, o zaman, bireyleri olmayan bir dünyanın ruhu, koyunun tinsel çeşnisi olur. İstatistik, aydın kanaatten daha emin bir biçimde sıradan kanaati destekler ve yüceltir. Farklılığı yücelten, sıradan insanlar ve Ortodoksilerle alay eden, özgürlüğü "istediğini yapma" olarak tanımlayan farklılıkçılar bazen kendi aralarında birbirlerine, özgürlüğü iyi düşünmek ve gerekeni yapmak olarak tanımlayan ölçülü zihinlerden daha fazla benzerler. Rabelais'in "Theleme"si düşünüldüğü yerde değildir.
Bireyler arasındaki ayrılıkları ortadan kaldırmak, öyle bir dünya idealidir ki bu dünyada tartışmanın, tartışan hasımlara sonuçta aralarındaki sivri görüş farklılıklarını töprüleyerek bakış açılarını uzlaştırma imkanı verdiğinde faydalı olduğu söylenir -sanki demokrasi bize başkalarına karşı bu ödevi, yani onunla uyuşma ödevini empoze ediyormuş gibi.- Cumhuriyette ise aralarındaki görüş ayrılıklarını açıklığa kavuşturmak, hatta karşılıklı saygı içinde onları keskinleştirmek için, tartışmanın yararlı olduğu düşünülür. Cumhuriyetçinin parolası "uç görüşler beni ilgilendiriyor"dur. Demokratın ki ise "aşırı olan her şey, değersiz"dir. Cumhuriyetçinin hedefi, uygunsuz olanı kibarlıkla birleştirmektir. Her şeyden önce rahatsız edici (incommode) zihinlere ihtiyacı olan bu rejimin kendisinin rahatsız edici olduğu anlaşılmaktadır. Homo Republicanus & Homo Democraticus
Toplumsal mutabakatla (consensus) çalışan demokrasinin sıkıntısını gidermek için sık ve moda şeyler olarak vardır. Moda onun konformizmini renklendiren bir gölge ödevi görür. Aşırı mağrur ve yüce ruhlu Stendhal, cumhuriyetçinin en iyi örneğidir. Dostu Mérimée ise derin bir demokrat. Ve Hugo cumhuriyetçi, Sainte-Beuve demokrattır (Flaubert ne biri ne diğeridir.) Yoksulların dostu, demokrasinin açık savunucusu ve sonuna kadar toplumun çoğunluğunu arkasında bulmuş olan III. Napoléon'a hayır demek için biraz "senyör" olmak lazımdı. Azınlıkta kalan bir cumhuriyetçi öfkelenir, köpürür, azınlıkta kalan bir demokrat ise çöker, yok olur.
Bugün "kim, nedir"den daha revaçta bir grup oyunu olamaz. Joxe ve Chènement cumhuriyetçi mi? Lang ve Jospin demokrat mı? Chevènement Okul'a saygısını gösterdi. Fakat Joxe devlet okullarında başörtüsünü rahatça kabul etmektedir. Hiçbir şey basit değil. Mitterrand zor durumlarda cumhuriyetçi, işler yolunda gittiğinde ise demokrat görünüyor (tersinden daha iyi). O iki başlı Janus gibi. Bugün Elyée'de rahat günlerinin keyfini çıkarıyor. Michel Rocard demokrat bir tip. İktidar koridorlarında her tarafta cumhuriyetçiler gerilemiş durumdalar. Genel kural olarak cumhuriyetçi ekonomiden hoşlanmaz. Ekonomi de ondan hoşlanmaz. Maliye müfettişlerine gelince, onlar demokrasiye bayılırlar. İdeal olarak ekonominin peşinden koşmanın insanı çabucak idealin kendisinden ekonomi (fedakarlık) yapmaya götürdüğü bilinmektedir. Bunun tersine hesap yapmasını bilmemek de insanların alın terlerine önem vermektedir. Fazla ekonomicilik cumhuriyeti öldürür mü? Gereğinden az da öldürür. "Le Monde" uzun zaman "Cumhuriyetçi" bir gazete oldu. "Liberation" ise ta baştan beri "demokrat" bir gazetedir. 68 kuşağına bağlılığından ötürü bir tür doğuştan anti-cumhuriyetçi bir gazete.
Bundan uzun kış geceleri için eğlenceli bir küçük karakter tahmin etme oyunu çıkabilir. Tiplerin karşılıklı olarak birbirleri içine nüfuz edişi o kadar güçlüdür ki bir doğruyu ifade etme anında yanılgıya düşeceğinizden emin olabilirsiniz. Ama şunları gözlemenin cazibesine nasıl direnilebilir? Cumhuriyetçinin en iyi olduğu şey, yazı; demokratınki ise sözdür. Biri insanları (erkekler veya kadınlar) araya mesafe koyarak ayartır. O, soğuk biridir. Sadık, ancak bencil bir varlıktır. Diğeri sıcakkanlıdır, kendisiyle daha kolay ilişki kurabilir. Herkese ve hemen zevkli anlar sunabilir. İnsana yakındır; ancak havaidir. Topluluk önünde konuştuğunda cumhuriyetçi tumturaklı veya kırıcı görünür. Söylediği doğru olabilir; ama sahte görünür. Demokrat, neşeli ve esprilidir. Belki söylediği doğru değildir; ama öyle görünür. Demokrat için, eseri liste başı olan biri, tamamen kötü olamaz; tanınmamış bir yazar da gerçekten iyi olamaz. Cumhuriyetçi de 50 en iyi eser listesinde yer alan kitapları okuyabilir; ama aşağıdan yukarıya. Cumhuriyetçi kadın düşmanı mıdır? Demokrat da erkek düşmanı mıdır? Cinsel basmakalıplar kültürümüz için tehlikelidirler, kutuplar ise aydınlatıcı. O halde şöyle diyelim: "Homo Republicanus", erkek türünün kusurlarını taşır; buna karşılık "Homo Democraticus" kadın türünün meziyetlerine sahiptir. Cumhuriyetçi için özellikle geçip giden, gücü kemiren ve tahrip eden zaman önemlidir. Bunun sonucu iş sıkıntısı, gerginliktir. Bütün bunlar kendi kendine olduğu için cumhuriyetçi gerginleşir. Demokrat için ise önemli olan havanın nasıl olduğudur. Ona göre endişeye mahal yoktur, çünkü mevsimler birbirini izleyecek ve yağmurdan sonra güneş ortaya çıkacaktır. Çarşaftan sonra da blujin. Savaştan sonra barışma gelecektir. Demokrat savaşa o kadar az inanır ki ilk silah atışı ile birlikte barışa hazırlanır. Bu, bunalım döneminde tehlikelidir. Acaba akıllı kim, deli kim? Bunu nasıl bilebiliriz? Bu ikisini birleştirmek gerekir. Bu tehlikeleri azaltacaktır. Merak etmeyin; hayat bunu oyun oynar gibi kendi kendisine yapmaktadır.
Sistemlerdeki Kaymalar
Politik konuda güzelliklerin değerlendirilmesi hiç tavsiye edilmez. Anormallikler, korkunç şeyler üzerinde durulması tercih edilir. Bu, nedensiz değildir: Onların bize şeylerin temelini, aslını açığa vurdukları söylenir. Bir cumhuriyet patolojisi vardır. Geçen yüzyılda Hippolyte Taine, yani çağdaş solcularımızın en az okuyup, en çok zikrettikleri yazar, geometri zihniyetinin bozduğu, bir insan kavramı adına gerçek insanları küçümseyen, buz gibi acımasız Jakobin hakkında her şeyi söylemiştir. Bu "iğrenç teorisyen", "bu lise öğretmeni" canlı bir halk düşmanıdır. Onun geçişine bakın: Kuru, zayıf, şüphe dolu, gözlerinin derinliklerinde bir giyotinle dolaşır. Konuşmasına bakın: Her şeyi açıklar; ama hiçbir şeyi anlamaz. Bu tutucu karikatürde her şey yanlış değil. Gerçekten hasta bir cumhuriyetin varacağı yer kışla, hasta bir demokrasinin sonu genelevdir. Huzursuz, rahatsız cumhuriyetlerin yolunu otoriteci eğilimler, uysal demokrasilerin yolunu ise demagojik eğilimler gözler.
Sistemlerdeki kaymaları karşı karşıya koymak uygun olacaktır. Ama her modelin karşıtları burada sahte bir simetri olduğunu haykıracaklardır. Bugün cumhuriyetçi modelin eleştirisinin, hastalığından hareketle yapıldığı bir gerçektir. Böylece onda ilkelerin sağlamlığının davranışların katılığını, tutarlılık iradesinin baskıcı zihniyeti, mantığın dar düşünceliliği gizlediği ortaya konmak istenecektir. Suçlanan cumhuriyetçi ise yapılan iltifatı demokratın kendisine çevirmekte yarar görecektir. Beni mağrur mu buluyorsunuz? (Avrupa'nın bütün ağızlarında "Fransız" olanla en sık birleştirilen sıfat.) Ben de sizi pek mezhebi geniş buluyorum. Ben mi dogmatiğim, genç adam. Aynada kendinize baksanıza, sizden daha fazla her çiçeğe konan olabilir mi? Gevşekliğinizi gizlemek için yumuşaklığınızla (souplesse) övünüyorsunuz. Gerçekçi kim, siz mi? Herhalde çıkarcı, fırsatçı demek istiyorsunuz. Siz beni kavgacı ve yobaz mı görüyorsunuz? Ben de sizi kaypak ve fırdöndü buluyorum. Karşılıklı olarak yapılan bu iltifatlar her iki kampa saflarını sıkılaştırmak imkanını vermektedir. Bunun sayesinde her biri komşusunun çarpıtıcı aynasında kendisini güzel bulmaktadır. Patolojik örneklere dayanılarak yapılan tartışma, narsizmin klasik bir hilesidir.
Cumhuriyetin korkunç biçimlerinin bugün demokrasininkilerden bin defa daha fazla alaylara yol açması bir tesadüf değil. Alayların oranı, kuvvetlerin oranını ifade etmektedir. 1989'un Fransa Cumhuriyeti'nde, cumhuriyet azınlıkta kalmıştır. Bir demokrat için de azınlıkta bulunan daima çirkindir.
Regis DEBRAY
Çeviren: Prof. Dr. Ahmet Arslan
Cumhuriyetin birincil erdeminin hafıza olmasına karşılık, demokrasinin gücü unutmada yatar. İnsanın insanı yaptığı yerde, doğan her çocuk 6000 yaşındadır. Eğer elinizde tarihten başka bir şey yoksa, geçmişten kendinizi ayırmanız, kendi kendinizi sakatlamanızdır. İnsanı yapan Tanrı olduğunda ise, Tanrı onu her doğuşunda yeniden yapar. O macerasına sıfırdan başlar. Cumhuriyette bundan dolayı en büyük değer kütüphaneye, demokraside ise televizyona verilir. Çünkü kütüphanelerin, kendilerine ibadet edilmesi kültürü belirleyen büyük ölülerin saygıdeğer mezarlıkları olmasına karşılık, televizyon zevkli bir biçimde zamanı öldürür. Cumhuriyet bir kütüphane gibi, yaşayanlardan çok ölülerden meydana gelir. Oysa demokraside, televizyonda olduğu gibi, yaşayanlara bilgi vermek hakkına sahip olanlar yalnızca yaşayanlardır. Her sistemin mahzurları vardır ve bunlar tartışma konusudur.
Eşitlik
Cumhuriyet, eşitlikçi (égalitariste) olmaksızın eşitliği sever. Çünkü kabiliyet ve çabaları göz önüne almaksızın koşullar ve ödülleri aynı seviyeye getirmeye çalışan adalet değildir, hınçtır. Söz konusu olan, bunları oranlamaktır -her zaman geçerli olan bir formülü olmayan ve daima zayıf olan çözümü adalet uğruna bitmez tükenmez mücadeleyi gerektiren ebedi problem.- Buna karşılık demokrasinin programında toplumsal eşitlik yoktur. Onda ekonomik eşitsizliklerin yaratmış olduğu problem ne kadar aşılmak istenirse o kadar çok ve o kadar yüksek sesle insanların özgürlüklerinden söz edilir. Eşitlik kavramından demokrat, sadece kanun önünde eşitliği anlamakla yetinebilir. Ancak cumhuriyetçi ona zorunlu olarak maddi şartların belli bir eşitliğini ekler. Ona göre bu olmaksızın yurttaşlık antlaşması sahte bir paylaşmadır. Her gün kaldırımlarda binlerce paryanın veya toplumdışı yoksulların ölmesi, Hindistan'ı gerçek bir demokrasi olmaktan alıkoymaz. New York'ta binlerce evsiz barksızın veya esrarkeşin kışın parklarda uyuması, fakirlerin ve zenginlerin aralarında hiçbir benzerlik olmayan kendi hastaneleri ve okullarının olması özgürlük heykelinin dünya çapındaki ve haklı şöhretine bir halel getirmez. Gelirler veya ücretler arasındaki oranın bire elli olduğu bir memlekette artık cumhuriyetten bahsedilemez; ama demokrasiden bahsedilebilir. Cumhuriyetçi ideal, belli bir oran duygusunu şart koşar. Tesadüfen halkın öğrenmiş olduğu büyük artistlerin veya günün güçlülerinin büyük gelirleri parasız bir demokratta ancak bir omuz silkmesine sebep olur. O bunu teşebbüs hürriyetine verilen basit bir fidye olarak yorumlar. Buna karşılık lüks yığınlarını veya imtiyazların artmasını kınamak, bir cumhuriyetçi için Isparta hayat tarzını veya çileciliği övmek değildir. Yoksulluk bir demokrasiyi üzer; ama bir cumhuriyeti sarsar. Birinci, maksimum bir dayanışma ve birkaç bağış ister. İkinci, minimum bir kardeşlik ve birçok kanun. Birincinin vakıflara havale ettiği şeyi, ikinci önce bakanlardan talep eder.
Bu iki duyarlılık, güven verici ideolojilere de çevrilebilir ve büyük atalarla birlikte şu tekrar edilebilir: Sosyalizm ve liberalizm sonuna kadar götürülmüş cumhuriyet ve demokrasidir. Yalnız son derece doğru olan bu karşıtlık, "globe" okuyucularına modası geçmiş görünecektir. Çünkü sosyalistlerin, yani "şu eski cumhuriyetçiler"in kendileri artık genç ve farklı bir grup olarak ortaya çıkmak istediklerinden, onlarda toplumsal eşitsizlikler teması "insan hakları" sloganının arkasına geçmektedir.
Bir cumhuriyetçi, insanı yurttaştan ayırmaktan kaçınacaktır. Çünkü bir insana politik haklarını veren, siteye ait olmadır. Bireyin artık bir yurttaş gibi değil, basit bir özel şahıs olarak ele alındığı andan itibaren, ufukta kölelik -ve hemen arkasından kanunların yokluğu demek olan keyfilik- kendini gösterir. Cumhuriyette özgürlük bireylere ancak kanunların gücüyle, yani devletle gelir. Demokratların sadece "insan hakları"ndan bahsetmeleri, buna karşılık cumhuriyetçilerin her zaman buna "yurttaşlık" haklarını eklemeleri hayret verici değildir. Bu onların gözünde bir şarttır, bir tamamlayıcı şey değil. Nasıl ki yine bir cumhuriyetçinin gözünde laiklik hoşgörünün şartı olup onun karşıtı değilse.
Ancak bu, özel hayatında ve çoğu kez, zamanın havasına boyun eğmeyen cumhuriyetçinin "bireyci", toplumsal olanın baskısına boyun eğen demokratın ise "toplumcu" olmasına engel değildir. Demokrasinin savunduğu bireycilik, o zaman, bireyleri olmayan bir dünyanın ruhu, koyunun tinsel çeşnisi olur. İstatistik, aydın kanaatten daha emin bir biçimde sıradan kanaati destekler ve yüceltir. Farklılığı yücelten, sıradan insanlar ve Ortodoksilerle alay eden, özgürlüğü "istediğini yapma" olarak tanımlayan farklılıkçılar bazen kendi aralarında birbirlerine, özgürlüğü iyi düşünmek ve gerekeni yapmak olarak tanımlayan ölçülü zihinlerden daha fazla benzerler. Rabelais'in "Theleme"si düşünüldüğü yerde değildir.
Bireyler arasındaki ayrılıkları ortadan kaldırmak, öyle bir dünya idealidir ki bu dünyada tartışmanın, tartışan hasımlara sonuçta aralarındaki sivri görüş farklılıklarını töprüleyerek bakış açılarını uzlaştırma imkanı verdiğinde faydalı olduğu söylenir -sanki demokrasi bize başkalarına karşı bu ödevi, yani onunla uyuşma ödevini empoze ediyormuş gibi.- Cumhuriyette ise aralarındaki görüş ayrılıklarını açıklığa kavuşturmak, hatta karşılıklı saygı içinde onları keskinleştirmek için, tartışmanın yararlı olduğu düşünülür. Cumhuriyetçinin parolası "uç görüşler beni ilgilendiriyor"dur. Demokratın ki ise "aşırı olan her şey, değersiz"dir. Cumhuriyetçinin hedefi, uygunsuz olanı kibarlıkla birleştirmektir. Her şeyden önce rahatsız edici (incommode) zihinlere ihtiyacı olan bu rejimin kendisinin rahatsız edici olduğu anlaşılmaktadır. Homo Republicanus & Homo Democraticus
Toplumsal mutabakatla (consensus) çalışan demokrasinin sıkıntısını gidermek için sık ve moda şeyler olarak vardır. Moda onun konformizmini renklendiren bir gölge ödevi görür. Aşırı mağrur ve yüce ruhlu Stendhal, cumhuriyetçinin en iyi örneğidir. Dostu Mérimée ise derin bir demokrat. Ve Hugo cumhuriyetçi, Sainte-Beuve demokrattır (Flaubert ne biri ne diğeridir.) Yoksulların dostu, demokrasinin açık savunucusu ve sonuna kadar toplumun çoğunluğunu arkasında bulmuş olan III. Napoléon'a hayır demek için biraz "senyör" olmak lazımdı. Azınlıkta kalan bir cumhuriyetçi öfkelenir, köpürür, azınlıkta kalan bir demokrat ise çöker, yok olur.
Bugün "kim, nedir"den daha revaçta bir grup oyunu olamaz. Joxe ve Chènement cumhuriyetçi mi? Lang ve Jospin demokrat mı? Chevènement Okul'a saygısını gösterdi. Fakat Joxe devlet okullarında başörtüsünü rahatça kabul etmektedir. Hiçbir şey basit değil. Mitterrand zor durumlarda cumhuriyetçi, işler yolunda gittiğinde ise demokrat görünüyor (tersinden daha iyi). O iki başlı Janus gibi. Bugün Elyée'de rahat günlerinin keyfini çıkarıyor. Michel Rocard demokrat bir tip. İktidar koridorlarında her tarafta cumhuriyetçiler gerilemiş durumdalar. Genel kural olarak cumhuriyetçi ekonomiden hoşlanmaz. Ekonomi de ondan hoşlanmaz. Maliye müfettişlerine gelince, onlar demokrasiye bayılırlar. İdeal olarak ekonominin peşinden koşmanın insanı çabucak idealin kendisinden ekonomi (fedakarlık) yapmaya götürdüğü bilinmektedir. Bunun tersine hesap yapmasını bilmemek de insanların alın terlerine önem vermektedir. Fazla ekonomicilik cumhuriyeti öldürür mü? Gereğinden az da öldürür. "Le Monde" uzun zaman "Cumhuriyetçi" bir gazete oldu. "Liberation" ise ta baştan beri "demokrat" bir gazetedir. 68 kuşağına bağlılığından ötürü bir tür doğuştan anti-cumhuriyetçi bir gazete.
Bundan uzun kış geceleri için eğlenceli bir küçük karakter tahmin etme oyunu çıkabilir. Tiplerin karşılıklı olarak birbirleri içine nüfuz edişi o kadar güçlüdür ki bir doğruyu ifade etme anında yanılgıya düşeceğinizden emin olabilirsiniz. Ama şunları gözlemenin cazibesine nasıl direnilebilir? Cumhuriyetçinin en iyi olduğu şey, yazı; demokratınki ise sözdür. Biri insanları (erkekler veya kadınlar) araya mesafe koyarak ayartır. O, soğuk biridir. Sadık, ancak bencil bir varlıktır. Diğeri sıcakkanlıdır, kendisiyle daha kolay ilişki kurabilir. Herkese ve hemen zevkli anlar sunabilir. İnsana yakındır; ancak havaidir. Topluluk önünde konuştuğunda cumhuriyetçi tumturaklı veya kırıcı görünür. Söylediği doğru olabilir; ama sahte görünür. Demokrat, neşeli ve esprilidir. Belki söylediği doğru değildir; ama öyle görünür. Demokrat için, eseri liste başı olan biri, tamamen kötü olamaz; tanınmamış bir yazar da gerçekten iyi olamaz. Cumhuriyetçi de 50 en iyi eser listesinde yer alan kitapları okuyabilir; ama aşağıdan yukarıya. Cumhuriyetçi kadın düşmanı mıdır? Demokrat da erkek düşmanı mıdır? Cinsel basmakalıplar kültürümüz için tehlikelidirler, kutuplar ise aydınlatıcı. O halde şöyle diyelim: "Homo Republicanus", erkek türünün kusurlarını taşır; buna karşılık "Homo Democraticus" kadın türünün meziyetlerine sahiptir. Cumhuriyetçi için özellikle geçip giden, gücü kemiren ve tahrip eden zaman önemlidir. Bunun sonucu iş sıkıntısı, gerginliktir. Bütün bunlar kendi kendine olduğu için cumhuriyetçi gerginleşir. Demokrat için ise önemli olan havanın nasıl olduğudur. Ona göre endişeye mahal yoktur, çünkü mevsimler birbirini izleyecek ve yağmurdan sonra güneş ortaya çıkacaktır. Çarşaftan sonra da blujin. Savaştan sonra barışma gelecektir. Demokrat savaşa o kadar az inanır ki ilk silah atışı ile birlikte barışa hazırlanır. Bu, bunalım döneminde tehlikelidir. Acaba akıllı kim, deli kim? Bunu nasıl bilebiliriz? Bu ikisini birleştirmek gerekir. Bu tehlikeleri azaltacaktır. Merak etmeyin; hayat bunu oyun oynar gibi kendi kendisine yapmaktadır.
Sistemlerdeki Kaymalar
Politik konuda güzelliklerin değerlendirilmesi hiç tavsiye edilmez. Anormallikler, korkunç şeyler üzerinde durulması tercih edilir. Bu, nedensiz değildir: Onların bize şeylerin temelini, aslını açığa vurdukları söylenir. Bir cumhuriyet patolojisi vardır. Geçen yüzyılda Hippolyte Taine, yani çağdaş solcularımızın en az okuyup, en çok zikrettikleri yazar, geometri zihniyetinin bozduğu, bir insan kavramı adına gerçek insanları küçümseyen, buz gibi acımasız Jakobin hakkında her şeyi söylemiştir. Bu "iğrenç teorisyen", "bu lise öğretmeni" canlı bir halk düşmanıdır. Onun geçişine bakın: Kuru, zayıf, şüphe dolu, gözlerinin derinliklerinde bir giyotinle dolaşır. Konuşmasına bakın: Her şeyi açıklar; ama hiçbir şeyi anlamaz. Bu tutucu karikatürde her şey yanlış değil. Gerçekten hasta bir cumhuriyetin varacağı yer kışla, hasta bir demokrasinin sonu genelevdir. Huzursuz, rahatsız cumhuriyetlerin yolunu otoriteci eğilimler, uysal demokrasilerin yolunu ise demagojik eğilimler gözler.
Sistemlerdeki kaymaları karşı karşıya koymak uygun olacaktır. Ama her modelin karşıtları burada sahte bir simetri olduğunu haykıracaklardır. Bugün cumhuriyetçi modelin eleştirisinin, hastalığından hareketle yapıldığı bir gerçektir. Böylece onda ilkelerin sağlamlığının davranışların katılığını, tutarlılık iradesinin baskıcı zihniyeti, mantığın dar düşünceliliği gizlediği ortaya konmak istenecektir. Suçlanan cumhuriyetçi ise yapılan iltifatı demokratın kendisine çevirmekte yarar görecektir. Beni mağrur mu buluyorsunuz? (Avrupa'nın bütün ağızlarında "Fransız" olanla en sık birleştirilen sıfat.) Ben de sizi pek mezhebi geniş buluyorum. Ben mi dogmatiğim, genç adam. Aynada kendinize baksanıza, sizden daha fazla her çiçeğe konan olabilir mi? Gevşekliğinizi gizlemek için yumuşaklığınızla (souplesse) övünüyorsunuz. Gerçekçi kim, siz mi? Herhalde çıkarcı, fırsatçı demek istiyorsunuz. Siz beni kavgacı ve yobaz mı görüyorsunuz? Ben de sizi kaypak ve fırdöndü buluyorum. Karşılıklı olarak yapılan bu iltifatlar her iki kampa saflarını sıkılaştırmak imkanını vermektedir. Bunun sayesinde her biri komşusunun çarpıtıcı aynasında kendisini güzel bulmaktadır. Patolojik örneklere dayanılarak yapılan tartışma, narsizmin klasik bir hilesidir.
Cumhuriyetin korkunç biçimlerinin bugün demokrasininkilerden bin defa daha fazla alaylara yol açması bir tesadüf değil. Alayların oranı, kuvvetlerin oranını ifade etmektedir. 1989'un Fransa Cumhuriyeti'nde, cumhuriyet azınlıkta kalmıştır. Bir demokrat için de azınlıkta bulunan daima çirkindir.
Regis DEBRAY
Çeviren: Prof. Dr. Ahmet Arslan
Pir Sultan Abdal'dan...
"Siyaset günleri gelip çatmadan, gelin dostlar şaha gidelim"
Etiketler:
mümtazer türköne,
pir sultan abdal,
türk modernleşmesi
Bonapartizm
---Alıntı---
Geçenlerde Taha Akyol 'Liberalizm' başlıklı bir yazı yazdı ve burada 'bilgi sahibi olmadan görüş sahibi olmak' alışkanlığından söz etti. Taha Akyol bunu yazarken herhalde şu ya da bu somut kişileri düşünmüyor, Türkiye'nin genel bir patolojisine değiniyordu. Ama ilginç bir rastlantıyla, onun yazdığı gazetede bu tanıma en uygun düşen yazar, Hasan Pulur, aynı günde 'Atatürk, Napolyon ve Demokrasi' başlıklı bir yazı yayımlamıştı.
Bunun başında 'ana fikir'ini şöyle açıklıyor: "Gazi Mustafa Kemal Paşa'yı, Napolyon'a benzetenler vardır. Atatürk'e ve devrimlere bağlı olanlara 'Bonaparist' sıfatını yakıştıranlar, Atatürk'le Napolyon Bonapart benzerliğine, akıllarınca gönderme yaparlar."
Şimdi, siyaset bilimi terminolojisinde 'Bonapartizm' diye önemli bir kavram vardır. Önemlidir, çünkü çeşitleri olan otoriter rejim biçimleri arasında, belirli bir sınıfsal tabana oturan özgül bir biçimi anlatır. Ne var ki, buradaki 'Bonapart' Hasan Pulur'un sandığı gibi Napoleon Bonaparte değil, onun yeğeni olan Charles-Louis-Napoleon Bonaparte'dır. Onun
için, Hasan Pulur'un siyaset terminolojisinde yeri
olan 'Bonapartist' teriminden başlayıp, Atatürk'ün nasıl I. Napoleon'u beğenmediğini anlatmak üzere örnekler vermesi komik oluyor.
Bu durum Hasan Pulur açısından yadırgatıcı değil. Bir süre önce de Abdülmecit'ten söz etmeye kalkıp Tanzimat'ın padişahını bir yüzyıl kadar gerilere taşımıştı.
Bazı şeyleri karıştırmak mümkündür elbette, ama bazı karıştırmalar ancak ciddi bir hata ve bilgi karışıklığı durumunda öylesine karışabilir. Hasan Pulur, 'bilgi sahibi olmadan, görüş sahibi' olmanın bütün gereklerini yerine getiren bir yazar olarak, şu yargıya da varıyor: "Atatürk'le Napolyon'u benzetmek isteyenlerin ve onun ilkelerine bağlı olanları 'Bonapartist' diye adlandıranların dillerinin altında yatan 'diktatörlük'tür."
Bu da yanlış, çünkü siyaset biliminin terimi olarak 'Bonapartizm' elbette 'demokrasi'yi anlatmamakla birlikte, 'diktatörlük' anlamına da gelmez. Çünkü ancak 'otoriter' yönetimin 'toplumsal rıza' üstüne oturduğu durumları anlatmak için kullanılır. Bununla diktatörlük arasında ciddi farklar var.
III. Napoleon, Fransa'da monarşi ve cumhuriyet arasında kimseyi hoşnut etmeyen bir kısır gitgellerin iyice bıkkınlık verdiği bir genel irade yorgunluğu anında seçimle iktidara geldi. Marx bu süreci, '18 Brumaire'de, hayranlık verici bir dakiklikle analiz eder (ve ortada etkin bir aktör olarak görünmeyen köylülüğün aslında nasıl belirleyici bir rol oynadığını anlatır). Seçimle iktidara geldikten bir süre sonra kilit yerlere kendine sadık adamlar yerleştirdi ve hükümetken hükümet darbesi yaparak imparatorluğunu ilan etti.
Bu tarihi süreç, Atatürk'ünkiyle fazla paralellik göstermiyor. Kurduğu rejimin özelliklerinden yola çıkıldığında, tek-parti rejiminin bazı özellikleriyle ortak noktalar bulunabilir. Bu da en çok, kendini sınıflar üstü ve oldukça patriyarkal bir hakem olarak kabul ettirmesi çerçevesinde oluşacak bir benzerliktir.
'Bonapartizm', çok şematik biçimde özetlediğim bu yönetim biçimine, Fransa tarihinden bakarak bulunmuş bir ad. Ama başka adları da var: Örneğin, 'Sezarizm'. Tartışılan konuya bence daha yakın olan bir başkası da 'Bismarkizm'. Bunun açıklamasını yarın yapayım.
murat belge - radikal
http://www.radikal.com.tr/1998/11/13/yazarlar/murbel.html
Geçenlerde Taha Akyol 'Liberalizm' başlıklı bir yazı yazdı ve burada 'bilgi sahibi olmadan görüş sahibi olmak' alışkanlığından söz etti. Taha Akyol bunu yazarken herhalde şu ya da bu somut kişileri düşünmüyor, Türkiye'nin genel bir patolojisine değiniyordu. Ama ilginç bir rastlantıyla, onun yazdığı gazetede bu tanıma en uygun düşen yazar, Hasan Pulur, aynı günde 'Atatürk, Napolyon ve Demokrasi' başlıklı bir yazı yayımlamıştı.
Bunun başında 'ana fikir'ini şöyle açıklıyor: "Gazi Mustafa Kemal Paşa'yı, Napolyon'a benzetenler vardır. Atatürk'e ve devrimlere bağlı olanlara 'Bonaparist' sıfatını yakıştıranlar, Atatürk'le Napolyon Bonapart benzerliğine, akıllarınca gönderme yaparlar."
Şimdi, siyaset bilimi terminolojisinde 'Bonapartizm' diye önemli bir kavram vardır. Önemlidir, çünkü çeşitleri olan otoriter rejim biçimleri arasında, belirli bir sınıfsal tabana oturan özgül bir biçimi anlatır. Ne var ki, buradaki 'Bonapart' Hasan Pulur'un sandığı gibi Napoleon Bonaparte değil, onun yeğeni olan Charles-Louis-Napoleon Bonaparte'dır. Onun
için, Hasan Pulur'un siyaset terminolojisinde yeri
olan 'Bonapartist' teriminden başlayıp, Atatürk'ün nasıl I. Napoleon'u beğenmediğini anlatmak üzere örnekler vermesi komik oluyor.
Bu durum Hasan Pulur açısından yadırgatıcı değil. Bir süre önce de Abdülmecit'ten söz etmeye kalkıp Tanzimat'ın padişahını bir yüzyıl kadar gerilere taşımıştı.
Bazı şeyleri karıştırmak mümkündür elbette, ama bazı karıştırmalar ancak ciddi bir hata ve bilgi karışıklığı durumunda öylesine karışabilir. Hasan Pulur, 'bilgi sahibi olmadan, görüş sahibi' olmanın bütün gereklerini yerine getiren bir yazar olarak, şu yargıya da varıyor: "Atatürk'le Napolyon'u benzetmek isteyenlerin ve onun ilkelerine bağlı olanları 'Bonapartist' diye adlandıranların dillerinin altında yatan 'diktatörlük'tür."
Bu da yanlış, çünkü siyaset biliminin terimi olarak 'Bonapartizm' elbette 'demokrasi'yi anlatmamakla birlikte, 'diktatörlük' anlamına da gelmez. Çünkü ancak 'otoriter' yönetimin 'toplumsal rıza' üstüne oturduğu durumları anlatmak için kullanılır. Bununla diktatörlük arasında ciddi farklar var.
III. Napoleon, Fransa'da monarşi ve cumhuriyet arasında kimseyi hoşnut etmeyen bir kısır gitgellerin iyice bıkkınlık verdiği bir genel irade yorgunluğu anında seçimle iktidara geldi. Marx bu süreci, '18 Brumaire'de, hayranlık verici bir dakiklikle analiz eder (ve ortada etkin bir aktör olarak görünmeyen köylülüğün aslında nasıl belirleyici bir rol oynadığını anlatır). Seçimle iktidara geldikten bir süre sonra kilit yerlere kendine sadık adamlar yerleştirdi ve hükümetken hükümet darbesi yaparak imparatorluğunu ilan etti.
Bu tarihi süreç, Atatürk'ünkiyle fazla paralellik göstermiyor. Kurduğu rejimin özelliklerinden yola çıkıldığında, tek-parti rejiminin bazı özellikleriyle ortak noktalar bulunabilir. Bu da en çok, kendini sınıflar üstü ve oldukça patriyarkal bir hakem olarak kabul ettirmesi çerçevesinde oluşacak bir benzerliktir.
'Bonapartizm', çok şematik biçimde özetlediğim bu yönetim biçimine, Fransa tarihinden bakarak bulunmuş bir ad. Ama başka adları da var: Örneğin, 'Sezarizm'. Tartışılan konuya bence daha yakın olan bir başkası da 'Bismarkizm'. Bunun açıklamasını yarın yapayım.
murat belge - radikal
http://www.radikal.com.tr/1998/11/13/yazarlar/murbel.html
Etiketler:
bonapartizm,
murat belge,
siyaset biliminin temel sorunları,
zeynep güler
17 Kasım 2009 Salı
Neo-liberalizmin mezar kazıcıları
Küreselleşme kapitalizmin işine yaradığı için liberal bir dayatma gibi gözükmesiyle beraber özünde kaçınılmaz ve ideolojilerüstü bir süreçtir. Sınırların muğlaklaşması, internet, ulaşılabilirlik temel kavramları üzerinden şunu söyleyebiliriz, uzağa ulaşmak artık daha hızlı ve daha ucuzdur. Bu sürecin de en büyük getirisi hakim iktisadi sisteme olmuştur. Lakin unutulmamalıdır ki karşı-tez de yapılanmasını küreselleşmenin getirileri içinde gerçekleştirmektedir. Örneğin bir protesto gösterisini organize etmek, Abd karşıtı olmak, sınırüstü bir hal almıştır ve internet, antiteze de fırsat sağlayan bir araçtır.
Etiketler:
fikir balonu,
küreselleşme ve siyaset,
sevgi uçan çubukçu
Perestroyka nedir?
(Rusça: Перестройка, "Yeniden Yapılanma"), SSCB'de 1980'li yıllardan itibaren gerçekleştirilen ekonomik ve siyasi sistemi yeniden yapılandırma ve reform hareketleri. İlk olarak 1979'da Leonid Brejnev tarafından önerilmiş, dönemin devlet başkanı Mihail Gorbaçov tarafından desteklenmiş ve teşvik edilmiştir.
SSCB'de sosyalizmin artık işlemez hale gelmesi üzerine ekonomiyi biraz serbestleştirerek devletin bütünlüğünü korumaya çalışan Gorbaçov, tam aksine devletin parçalanmasına sebep olmuştur.
Gorbaçov ekonomi ve devlet yönetimine daha liberal bir bakışla yaklaşmıştır. Genel olarak yaptığı reformlar devlet mekanizmasını hantallığından kurtarmak üzeredir. Verimsiz işleyen devlet kurumları ve işletmelerine özerklik, tek bir merkezden planlama yerine kendi üretim planlarını yapabilme, bütçe açıklarını merkezden kapatma yerine kapitalist sistemdeki gibi kar amaçlı üretime odaklanma, kaynakların silahlanma yarışı yerine ekonomik refahı arttırma üzerine kullanılması ve bu nedenle ABD ile silahsızlanma anlaşmaları yapılması perestroyka ilkesinin getirdiği başlıca gelişmelerdendir.
SSCB'de sosyalizmin artık işlemez hale gelmesi üzerine ekonomiyi biraz serbestleştirerek devletin bütünlüğünü korumaya çalışan Gorbaçov, tam aksine devletin parçalanmasına sebep olmuştur.
Gorbaçov ekonomi ve devlet yönetimine daha liberal bir bakışla yaklaşmıştır. Genel olarak yaptığı reformlar devlet mekanizmasını hantallığından kurtarmak üzeredir. Verimsiz işleyen devlet kurumları ve işletmelerine özerklik, tek bir merkezden planlama yerine kendi üretim planlarını yapabilme, bütçe açıklarını merkezden kapatma yerine kapitalist sistemdeki gibi kar amaçlı üretime odaklanma, kaynakların silahlanma yarışı yerine ekonomik refahı arttırma üzerine kullanılması ve bu nedenle ABD ile silahsızlanma anlaşmaları yapılması perestroyka ilkesinin getirdiği başlıca gelişmelerdendir.
Etiketler:
perestroyka,
rus coğrafyasında tarih ve siyaset,
sscb,
yeniden yapılanma
5 Kasım 2009 Perşembe
Ahkam kesmenin dayanılmaz hafifliği...
...siz çabalayıp yoktan var etmeye çalışırken, birileri de olmayan yücelikleri varmış gibi gösterip yaptıklarınızı küçümser, neden daha fazla değil der... onların büyüklükleri yokluklarında kaybolurken sizin küçüklüğünüz yücelir, yücelir, yücelir...
3 Kasım 2009 Salı
Tevhid-i Tedrisat Kanunu
Kanun No :430 Kabul Tarihi :3.3.1340 (1924) R.Gazete'de Yayımı :6.3.1340 (1924) Sayısı :63
* Madde 1-Türkiye dahilinde bütün müessesatı ilmiye ve tedrisiye Maarif Vekaletine merbuttur.
* Madde 2- Şer'i ve Evkaf Vekaleti veyahut hususi vakıflar tarafından idare olunan bilcümle medrese ve mektepler Maarif Vekaletine devir ve raptedilmiştir.
* Madde 3- Şer'iye ve Evkaf Vekaleti bütçesinde mekatip ve medarise tahsis olunan mebaliğ Maarif bütçesine nakledilecektir.
* Madde 4- Maarif Vekaleti yüksek diniyat mütehasısları yetiştirilmek üzere Darülfünunda bir İlahıyat Fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidematı dineyinin ifası vazifesi ile mükeelef memurların yetişmesi için de ayrı mektepler küşat edecektir.
* Madde 5-Bu kanun neşri tarihinden itibaren terbiye ve tedrisatı umumiye ile müştegil olup şimdiye kadar Müdafaai Milliyeye merbut olan askeri rüşti ve idadilerle Sıhhiye Vekaletine merburt olan darüleytamlar,bütçeleri ve heyeti talimiyeleri ile beraber Maarif Vekaletine raptolunmuştur.Mezkür rüşti ve idadilerde bulunan heyeti talimiyelerin ciheti irtibatları atiyen ait olduğu ve Vekaletler arasında tahvil ve tanzim edilecek ve o zamana kadar orduya mensup olan muallimler orduya nispetlerini muha-faza edecektir. (637 sayılı 22.4.1941 Tarihli kanunla eklenen fıkra). Mektebi Harbiyeye menşe teşkil eden askeri liseler bütçe kadroları ile Müdafaai Milliye Vekaletine devrolmuştur.
* Madde 6-İşbu kanun tarihi neşrinden muteberdir.
* Madde 7-İşbu kanunun icrayı ahkamına İcra Vekilleri Heyeti memundur.
İlamların ve matbu muamelat cetvel ve defterinin 1929 Haziran iptidasına kadar eski usulde yazılması caizdir.Verilecek tapu kayıtları ve senetleri ve nufus ve evlenme cüzdanları ve kayıtları ve askeri hüviyetve terhis cüzdanları 1929 Haziranı iptidasından itibaren Türk harfleriyle yazılacaktır.
* Madde 4- Halk tarafından vaki müracatlarda eski arap harfleriyle yazılı olanlarının kabülü 1929 Haziranının birinci gününe kadar caizdir.1928 senesi kanunun evveli iptidasından itibaren Türkçe hususi,resmi levha,tabela,ilan,reklam vesinema yazıları ile kezalik Türkçe hususi,resmi bilcümle mevkut,gayrı mevkut gazete,risale ve mecmuaların Türk harfleriyle basılması ve yazılması mecburidir.
* Madde 5- 1929 Kanunusanisi iptidasından itibaren Türkçe basılacak kitapların Türk harfleriyle basılması mecburidir.
* Madde 6- Resmi ve hususi bütün zabıtlarda 1930 Haziranı iptidasına kadar eski Arap harflerinin stenografi makamında istimali caizdir. Devletin bütün idare ve müeseselerinde kullanılan kitap,kanun,talimatname,defter,cetvel,kayıt ve sicil gibi matbuların 1930 Haziranı iptidasına kadar kullanılması caizdir.
* Madde 7-Para ve hisse senetleri ve bonolar ve esham ve tahvilat ve pul ve sair kıymetli evrak ile hukuki mahiyeti haiz bilcümle eski vesikalar değiştirilmedikleri müddetçe muteberdirler.
* Madde 8-Bilumum bankalar,imtiyazlı ve imtiyazsız şirketler,cemiyetler ve müesseselerin bütün Türkçe muamelatına Türk harfleri tatbiki 1929 Kanunusanisinin birinci gününü geçmez. Şu kadar ki halk tarafından mezkûr müeseselere 1929 Haziranı iptidasına kadar eski Arap harfleriyle müracaat vaki olduğu taktirde kabul olunur. Bu müesseselerin ellerinde mevcut eski Arap harfleriyle basılmış defter,cetvel katolog, nizamname ve talimatname gibi matbuaların1930 Haziranı iptidasına kadar kullanılma-sı caizdir.
* Madde 9-Bütün mekteplerin Türkçe yapılan tedrisatında Türk harfleri kullanılır Eski harflerle matbu kitaplarla tedrisat icrası memnudur.
* Madde 10-Bu kanun neşri tarihinden muteberdir.
* Madde 11-Bu kanunun ahkamını icraya İcra Vekilleri Heyeti memurdur.
Bu kanun;1982 Anayasası'nın 'İnkılap kanunlarının korunması' başlığı altındaki 174.maddeyle, güvencesi altında saydığı kanunlar arasında yer almıştır.
* Madde 1-Türkiye dahilinde bütün müessesatı ilmiye ve tedrisiye Maarif Vekaletine merbuttur.
* Madde 2- Şer'i ve Evkaf Vekaleti veyahut hususi vakıflar tarafından idare olunan bilcümle medrese ve mektepler Maarif Vekaletine devir ve raptedilmiştir.
* Madde 3- Şer'iye ve Evkaf Vekaleti bütçesinde mekatip ve medarise tahsis olunan mebaliğ Maarif bütçesine nakledilecektir.
* Madde 4- Maarif Vekaleti yüksek diniyat mütehasısları yetiştirilmek üzere Darülfünunda bir İlahıyat Fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidematı dineyinin ifası vazifesi ile mükeelef memurların yetişmesi için de ayrı mektepler küşat edecektir.
* Madde 5-Bu kanun neşri tarihinden itibaren terbiye ve tedrisatı umumiye ile müştegil olup şimdiye kadar Müdafaai Milliyeye merbut olan askeri rüşti ve idadilerle Sıhhiye Vekaletine merburt olan darüleytamlar,bütçeleri ve heyeti talimiyeleri ile beraber Maarif Vekaletine raptolunmuştur.Mezkür rüşti ve idadilerde bulunan heyeti talimiyelerin ciheti irtibatları atiyen ait olduğu ve Vekaletler arasında tahvil ve tanzim edilecek ve o zamana kadar orduya mensup olan muallimler orduya nispetlerini muha-faza edecektir. (637 sayılı 22.4.1941 Tarihli kanunla eklenen fıkra). Mektebi Harbiyeye menşe teşkil eden askeri liseler bütçe kadroları ile Müdafaai Milliye Vekaletine devrolmuştur.
* Madde 6-İşbu kanun tarihi neşrinden muteberdir.
* Madde 7-İşbu kanunun icrayı ahkamına İcra Vekilleri Heyeti memundur.
İlamların ve matbu muamelat cetvel ve defterinin 1929 Haziran iptidasına kadar eski usulde yazılması caizdir.Verilecek tapu kayıtları ve senetleri ve nufus ve evlenme cüzdanları ve kayıtları ve askeri hüviyetve terhis cüzdanları 1929 Haziranı iptidasından itibaren Türk harfleriyle yazılacaktır.
* Madde 4- Halk tarafından vaki müracatlarda eski arap harfleriyle yazılı olanlarının kabülü 1929 Haziranının birinci gününe kadar caizdir.1928 senesi kanunun evveli iptidasından itibaren Türkçe hususi,resmi levha,tabela,ilan,reklam vesinema yazıları ile kezalik Türkçe hususi,resmi bilcümle mevkut,gayrı mevkut gazete,risale ve mecmuaların Türk harfleriyle basılması ve yazılması mecburidir.
* Madde 5- 1929 Kanunusanisi iptidasından itibaren Türkçe basılacak kitapların Türk harfleriyle basılması mecburidir.
* Madde 6- Resmi ve hususi bütün zabıtlarda 1930 Haziranı iptidasına kadar eski Arap harflerinin stenografi makamında istimali caizdir. Devletin bütün idare ve müeseselerinde kullanılan kitap,kanun,talimatname,defter,cetvel,kayıt ve sicil gibi matbuların 1930 Haziranı iptidasına kadar kullanılması caizdir.
* Madde 7-Para ve hisse senetleri ve bonolar ve esham ve tahvilat ve pul ve sair kıymetli evrak ile hukuki mahiyeti haiz bilcümle eski vesikalar değiştirilmedikleri müddetçe muteberdirler.
* Madde 8-Bilumum bankalar,imtiyazlı ve imtiyazsız şirketler,cemiyetler ve müesseselerin bütün Türkçe muamelatına Türk harfleri tatbiki 1929 Kanunusanisinin birinci gününü geçmez. Şu kadar ki halk tarafından mezkûr müeseselere 1929 Haziranı iptidasına kadar eski Arap harfleriyle müracaat vaki olduğu taktirde kabul olunur. Bu müesseselerin ellerinde mevcut eski Arap harfleriyle basılmış defter,cetvel katolog, nizamname ve talimatname gibi matbuaların1930 Haziranı iptidasına kadar kullanılma-sı caizdir.
* Madde 9-Bütün mekteplerin Türkçe yapılan tedrisatında Türk harfleri kullanılır Eski harflerle matbu kitaplarla tedrisat icrası memnudur.
* Madde 10-Bu kanun neşri tarihinden muteberdir.
* Madde 11-Bu kanunun ahkamını icraya İcra Vekilleri Heyeti memurdur.
Bu kanun;1982 Anayasası'nın 'İnkılap kanunlarının korunması' başlığı altındaki 174.maddeyle, güvencesi altında saydığı kanunlar arasında yer almıştır.
Etiketler:
metinler,
tevhid-i tedrisat kanunu,
türk modernleşmesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)