Bu Blogda Ara

23 Kasım 2009 Pazartesi

Modernleşme mefhumu ve demokrasi paradoksu

Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti arasındaki farkları analiz etme konusunda en kapsayıcı olacak “modenleşme” kategorisini seçerek hem siyasal hem de toplumsal alandaki dönüşümleri daha geniş bir perspektiften irdeleme şansımız doğmakta. Tabi söz konusu modernleşme olunca Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyetin ilk dönemine odaklanan bir yazı olması kaçınılmaz olur. Bu noktada işe modernleşme kavramının tanımını yapmakla başlayalım.

Kavram ile ilgili çok sayıda tanımlama olmasına ve hatta bazı tanımlamalarda bu kavramın öyle bir cümleyle tanımlanamayacağı savına dayanarak bir makale yazılmasına rağmen kısaca açıklamak gerekirse, kelime anlamıyla modernleşme “modern olmayandan modern olana doğru gidiş sürecidir”. Öyleyse bir hedef söz konusudur. Modernlik dediğimiz bu hedef ise batıyla özdeşleşen, batıya ait bir kavram olup, ulaşılmaya çalışılan şeydir. Modernliğin batıdan doğmuş ve batıyı yükseltmiş olmasın çeşitli sebepleri olmakla birlikte bizim asıl üzerinde duracağımız şey Türk modernleşme sürecidir.

Evvela ilk ayırım şudur ki; Osmanlı, modernleşmeyi mutlak monarşik ve meşruti monarşik yönetim yapısı içinde uygularken Cumhuriyet, bu süreci bir “ulus-devlet” yapısında götürmektedir ve altını çizmek gerekir ulus-devletin bizatihi bir modernleşme getirisidir. Anlaşılacağı üzere bu süreç Osmanlıdan cumhuriyete uzanan bir bütündür ve Osmanlı’nın son dönem modernleşme çabaları ulus-devletin doğuşunun altyapısını hazırlamıştır.

Bu altyapının taşlarını incelerken en önemli olandan “Abdülhamit’in otokratik modernleşme deneyiminden” başlamak gerekir. “Neden batıdan geriye düştük” sorusunun kaybedilen savaşların ardından sorulmasından ötürü ilk modernleşme çabaları askeri alanda görülmekte, bunu Tanzimat-ıslahat fermanı gibi örneklerden da görüleceği üzere toplumsal-hukuksal alan izlemektedir. Fakat modernleşmenin asıl can alıcı ve içselleştirici tarafı ise eğitimde modernleşmedir. Eğitim modernleşmesinden kasıt, batı tarzı okulların kurulmasıdır ve özellikle hem Müslüman hem gayrimüslim çocukların aynı anda okuduğu ilk okul olan Mekteb-i Sultani bu konuda simgeleşen bir örnektir. Ayrıca dönemin en çağdaş, en ileri eğitim standartlarını sağlayan okulların “harbiye” ve “tıbbiye” mektepleri olması modernleşmenin pragmatik yönünü gözler önüne serer.

Abdülhamit istibdatı yahut modernleşmesi sürecine geri dönecek olursak bu eğitimde modernleşme fikri kendisi için bir bumerang etkisi yaratmıştır. Zira kendi politikalarının sonucunda batı tarzı eğitim alan ve bu eğitimin yarattığı akılcılık anlayışıyla ufkunu genişleten gençler dönüp, Abdülhamit’in sonunu getirmiştir. Benzer bir sonu cumhuriyet dönemi tek parti iktidarında da görmekteyiz. Savaş koşullarının ardından, topyekün bir sistem, bir rejim değişikliğinin ağırlı altında hızlı ve tepeden inme bir modernleşme sürecinin sancıları derin bir muhalefet yaratmış, bu muhalefet ise tek parti iktidarının sonunu hazırlamıştır. Burada kilit nokta şudur; cumhuriyet dönemi tek parti iktidarı, devrimlerle bir toplum mühendisliği projesine girişmiş, modernleşmenin hedefi olan bireyin ve aklın üstünlüğü, laiklik, demokrasi ve sanayileşmeyi gerçekleştirmeye çalışırken bunu otokratik şekilde yapması asıl sorunu oluşturmuştur. Zira Abdülhamit otokrasisi rejim gereği kısmen meşruluk kaynağı bulabilirken Cumhuriyet otokrasisi meşruiyet boşluğundan doğan bir köşeye sıkışmışlık, bir çelişki yaşamaktaydı. Öyle ya, demokratik bir cumhuriyette başka bir partinin varlığına izin verilmemesi neyle açıklanabilirdi? Benzer bir “demokrasi” çelişkisini Popper’ın demokrasi paradoksu kavramı bağlamında Demokrat Parti ve 60 darbesinde inceleyecek olursak, demokratik yollardan iktidara gelmiş bir partinin anti-demokratik bir tutumla her türlü muhalefeti baskı altına alması ve demokrasiyi ortadan kaldırma tehdidine karşılık ne yapmak gerekir sorusu sorulur. Yaşanan tarihte cevap askeri darbe olmuştur. Peki o zaman bir soru daha, demokratik yollardan iktidara gelerek demokratik rejimi ve cumhuriyet kazanımlarını yok etmeye çalışan bir iktidar mı daha demokrattır yoksa demokrasiyi korumak ve cumhuriyet kazanımlarını yaşatmak adına anti-demokratik bir eylemle silahlı olarak yönetime el koyma hareketi mi daha demokrattır? İşte bu soruya verilemeyecek cevap, bizi Popper’ın demokrasi paradoksu patikasına çıkarır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder