Bu Blogda Ara

13 Aralık 2009 Pazar

Alfred Rosenberg


---alıntı---

Alfred Rosenberg (12 Ocak 1893, Reval, Estonya - 16 Ekim 1946, Nürnberg), Alman siyaset adamı. Nazi Partisi'nin ideologu olarak tanınır.


Bir ayakkabı tamircisinin oğluydu. 1917 Devrimi'ne değin Moskova'da mimarlık öğrenimi gördü. 1919'da Münih'e gitti. Orada Adolf Hitler, Ernst Röhm ve Rudolf Hess'le tanışarak kısa süre önce kurulmuş olan Nazi Partisi'ne katıldı.Parti gazetesi Völkischer Beobachter'in yayın yönetmeni olarak, ırkçı görüşleriyle tanınan Houston Stewart Chamberlain'in düşünceleri doğrultusunda propaganda yürüttü. Yahudilerin dünya egemenliği için gizlice çalıştıklarını öne sürdü. Birahane Darbesi (Kasım 1923) olarak bilinen darbe girişiminin ardından tutuklanan Hitler, onu, kendi denetimi altında tutabileceğini düşünerek partinin liderliğine getirdi.

Rosenberg, Der Zukunftsweg einer deutschen Aussenpolitik (1927; Alman Dış Politikasının Gelecekteki Yönü) adlı kitabında Polonya ve Rusya'nın fethedilmesini savundu. Der Mythus des 20. Jahrhunderts (1934; 20. Yüzyılın Miti) adlı kitabında ise, basit bir yaklaşım temelinde, Almanların ırksal saflığına ilişkin görüşlerini ortaya koydu. Rosenberg'e göre Almanlar Kuzeyli bir ırktan geliyorlardı, bu ırkın karakteri ise artık var olmayan saf, soğuk ve yarı-Arktik bir kıta ortamından kaynaklanmıştı. Almanlar bu nedenle Avrupa'ya egemen olma hakkına sahiptiler. Düşmanları ise Rus Tatarları ve Samiler idi. Samiler Yahudileri, Latin halklarını, Hıristiyanlığı, özellikle de Katolik Kilisesi'ni kapsıyodu. Rosenberg'in antisemitizmi ve Kuzeyli yayılmacılığını savunması, Hitler'in saldırgan önyargılarının biçimlenmesine belli ölçüde katkıda bulundu.

Rosenberg II. Dünya Savaşı'nın başlangıcında Hitler'in, Norveçli faşist Vidkun Quisling ile Norveç'te gerçekleştirilecek Nazi yanlısı darbe planını görüşmesini sağladı.Fransa'nın düşmesinden sonra, ele geçirilen sanat ürünleri Almanya'ya getirmekle görevlendirildi. Temmuz 1941'de işgal edilen Doğu topraklarının yönetimini üstlendi.

Nürnberg duruşmalarında savaş suçlusu olarak hüküm giydi ve idam edildi. Blut und Ehre (1934-1941; Kan ve Şeref) adlı kitabı, makaleleriyle konuşmalarının bir derlemesidir.

Kaf Sin Kaf


---alıntı---

Karşıyaka Spor Kulübü, İzmir'in 1912 yılında kurulan ilk spor kulübüdür.

"Kaf Sin Kaf" K.S.K harflerinin eski dilde okunuşudur. Renkleri yeşil-kırmızıdır. Karşıyaka Spor Kulübü armasının içinde ay-yıldız taşıma hakkına sahip olan üç kulüpten biridir. Kaf Sin Kaf'ın yerine bugün kısaca Kaf Kaf 'da denir.

Karşıyaka şu anda Bank Asya 1.Lig'de yer almaktadır. Futbolun yanı sıra basketbol takımı olan Karşıyaka yıllardır Beko Basketbol Ligi'nde mücadele etmektedir ve 1986-87 sezonunda şampiyon olmuştur. Karşıyaka Spor Kulübü futbol ve basketbol haricinde başta voleybol olmak üzere birçok branşta faaliyetini sürdürür.

TARİHÇE

İttihat ve Terakki Partisi’nin İkinci Meşrutiyet’i ilan ettiği 1908 yılında Türkiye‘de futbol genellikle yabancılar tarafından oynanmaktaydı. İzmir’deki bütün takımlar Rumlar, Ermeniler ve İngilizler tarafından kurulmuştu. Panionios ve Apollon bu takımların önde gelenleriydi. Maçlar azınlıklar arasında oynanmaktaydı ve bu azınlıklar diğer şehirlerde olduğu gibi İzmir’de de futbola hakim durumdaydılar. Bu tarihte Kadızade Zühtü Işıl, Kadızade Raşit, Süreyya İplikçi, Refik Civelek, Osman Nuri ve Örnekköylü Hüseyin'den oluşan 6 Karşıyaka’lı genç aralarında para toplayarak satın aldıkları futbol topuyla Rus asıllı Karşıyakalı bir aileye ait olan boş bir arsada futbol oynamaya başladılar.

Bu arsada futbol oynadıklar bir gün yağmurun çiselemesi üzerine bir zeytin ağacının altına sığınan gençler,azınlıkların futbol sahasındaki egemenliğine başkaldırı hareketi olarak kendi kulüplerini kurmaya karar verdiler ve 1 Kasım 1912 (1328) tarihinde Karşıyaka Muaresei Bedeniye Kulübü'nü yani bugünkü adıyla Karşıyaka Spor Kulübü'nün kuruluşunu gerçekleştirdiler. Kuruluş aşamasında altı genç ile birlikte Hüsnü Tonak, Tahir Bor, Fevzi Fikri Altay ve Sezai Çullu'da yer almıştır. Bu tarihten 1914'te Altay'ın kuruluşuna kadar Karşıyaka, İzmir'deki tek Türk spor kulübü idi.

Karşıyaka’nın tarihindeki ilk on biri Kaptan Raşit Kadızade, Suat Karşıyaka, Refik Civelek, Kaleci Salih, Çakır Kemal, Örnekköylü Hüseyin, İtalyan Hanri Barter, Kemal Paşalı Sarı Ali, Muharrem Hüsamettin ve Zühtü Işıl’dan oluşmaktaydı. Kurulan bu takım, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı'na kadar yabancılarla birçok çekişmeli maç oynamıştır.

Karşıyaka Spor Kulübü, kuruluşundan Kurtuluş Savaşı’na kadar geçen sürede hiçbir maçta yenilmemiş, İtalyan ve Yunan şampiyonlarını birçok kez yenerek bu kulüplerin kapatılmasına sebep olmuştur.

Karşıyaka Kulübü'nün bir numaralı üyesi ve kurucusu olan Kadızade Zühtü Işıl, I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele'de 8 yıl bir çok cephede savaşmış, hatta Filistin cephesinde “Kanal Harekatı” sırasında İngilizler'e esir düşmüştür.

Kurtuluş Savaşı yıllarında İzmir'in çoğunluğunu Rum, Fransız ve diğer yabancılar oluştururken, Karşıyaka ise Türklerin yoğun yaşadığı bir yerleşim birimiydi. Bugün için söylenen "Biz Karşıyakalıyız" ifadesi de Türklerin Anadolu'ya geçerken kendilerini tanıtmak için kullandığı bir parolaydı. Bu parola ile "Biz Türküz" denilmektedir.

Santrafor olarak oynayan eski Başbakanlardan Adnan Menderes'in de bulunduğu takım Kurtuluş Savaşı’na katılarak bir çok cephede savaşmıştır. İzmir’e ilk giren Türk kuvvetleri içinde Karşıyaka’lı bazı sporcular da bulunmaktaydı.

Mustafa Kemal Atatürk İzmir'in yeniden Türk kuvvetlerinin kontrolü altına girdiği gün geceyi Karşıyaka'daki bir köşkte geçirmiştir. Kendisine verilen yemeğe davet edilen Karşıyaka Spor Kulübü yöneticilerinden,kulübün durdurulan faaliyetlerinin en kısa sürede yeniden başlatılmasını rica etmiştir.

1924 yılında Fenerbahçe Karşıyaka’nın davetlisi olarak İzmir’e geldiğinde maça yoğun bir ilgi gösterildi. O yıllarda İzmir’de Göztepe, Altınordu,İzmirspor ve Bucaspor gibi kulüpler henüz kurulmamıştı. Karşıyaka ile birlikte tek Türk takımı Altay idi.

13 Ekim 1925 tarihinde kulübü ziyaret eden Mustafa Kemal Atatürk kulübün şeref defterine şu satırları yazmıştır: "Karşıyaka Spor Kulübü'nde karşı karşıya bulunduğum gençlik iftihara çok şayandır. Bu gençlik muvacehesinde istikbalin kuvveti, saadeti ne bariz görülmektedir."

Karşıyaka 1926 yılında İzmir şampiyonu olmuştur. Bu şampiyonluktan sonra 24 Haziran 1926 tarihinde Atatürk’ün kulübe ikinci ziyareti gerçeklemiştir. İsmet İnönü ve Fahrettin Altay ile kulübü ziyaret eden Atatürk, Karşıyaka Spor Kulübü’nün cepheden döndükten sonra yeniden kurmuş olduğu takımı ile İzmir Ligi’nde yabancı rakipleri ile yaptığı mücadele sonucunda hiç gol yemeden şampiyon olduğunu öğrenmiş ve bunun üzerine kulübün ambleminde ay-yıldız kullanılmasını istemiştir.

Bu ziyaretinde de şeref defterine şunları yazmıştır: "Bu defaki ziyaretimde geçen aylarda masarrıf ve mesai hizmetin kıymetli asarını gördüm. Teşekkür ve tebrik ederim."

1937'de arasında dönemin İzmir Valisi Fazlı Güleç'in zorlaması sonucu Yamanlarspor adıyla Bornovaspor'la birleşti. Bu birleşme 1944'e kadar devam etti. 1951-1959 yılları arasında 8 amatör branşta İzmir şampiyonluğu elde eden Karşıyaka 17 branşta faaliyette bulunan tek spor kulübüdür.

Karşıyaka Spor Kulubü günümüzde 9 branşta faaliyetlerini sürdürmektedir.



wikipedia.org

Kuantum fiziği ile klasik fizik arasındaki farklar

---Alıntı---

Günlük deneyimlerimize ve gözlemlerimize dayanan klasik fiziği dört ana bölümde incelemek olasıdır: 1. Newton Fiziği(Newton denklemi), 2. Hamilton Mekaniği(Hamilton denklemleri), 3. Lagrange Formalizmi(Lagrange denklemi), 4. Klasik Elektrodinamik (Maxwell denklemleri). Kuşkusuz başka alt bölümler de eklenebilir. Ama, sonuçta büyük-ölçekli dünyada olayları yukarıdaki hareket denklemleri ile anlayabiliriz. Sanılanın aksine, Kuantum Fiziği ile birlikte bilim ve teknolojideki başdöndürücü gelişmelere rağmen, düşük hızlarda ve büyük boyutlarda hala Klasik Fizik yasaları geçerlidir

Klasik Fizik, bize şu varlıkları sunar: a. Fiziksel eylemlerin arenası olarak uzay-zaman, b. Parçacıklar ve alanlar şeklinde sınıflanan ve kesin matematik yasalarıyla sınırlanan fiziksel nesneler. Alanlar epey kesin şekilde tanımlanır: Maxwell denklemlerini sağlayan elektromanyetik dalgalar ve Einstein denklemlerini sağlayan kütle-çekim dalgaları.

Klasik Fizikte nesnel bir dünya vardır. Bu dünya, kesin tanımlı matematiksel denklemlerin yönettiği açık ve belirlenebilir bir evrim içindedir.

Atom-altı veya küçük ölçekli dünyanın fiziği olan Kuantum Fiziğindeki kuramlar, alışageldiğimiz kuramlardan tamamen farklıdır. Kuantum kuramı, fiziksel geçerlilik ile ilgili görüşümüzü değiştirmeye zorlar. Katı cisimlerin varlığı, maddeyi oluşturan kuvvetler ve fiziksel özellkleri, donma/kaynama olayları, kalıtımın güvenilirliği, vb olay ve özelliklerin açıklanması ancak Kuantum Fiziği ile olası hale gelir

Bazı felsefecilere göre Kuantum kuramıyla uzlaşmalıyız ve felsefi sezgilerden yeterince yararlanmak amacıyla dünya görüşümüzü kuantum kuramına göre yorumlamalıyız. N. Bohr’dan esinlenen fizikçilere göre gerçek sadece ölçme sonucunda ortay çıkar, Kuantum kuramı sadece hesap yöntemini bildirir ve dünyanın gerçek resmini çizmeye kalkışmaz.

Schrödinger denklemi, bu durumla ilgili belirleyici bir zaman evrimini sağlar. Fiziksel sistemin Schrödinger denklemi yazılır ve bu genklemin çözümü yoluyla sistemi betimlayan dalga denklemi elde edilir. Enerji, momentum, konum vb ölçümler, ancak dalga denkleminin bilinmesiyle olası hale gelir.

Kuatum kuramında epey önemli bir yeri olan spini Schrödinger denkleminde göremeyiz. Elektronu en iyi şekilde tanımlayan Dirac denklemi bu sorunu çözer.ve karşıt-parçacığın varlığını öngörür. Bu öngörü deneyle kanıtlanmıştır

Kuantum fiziğinde her gözlenebilir niceliğe(enerji, çizgisel momentum, açısal momentum, konum vb) bir işlemci karşılık gelir. Her işlemci için bir öz-değer denklemi yazılır ve bu denklem çözülerek öz- değerler ve öz-durumlar bulunur. Ölçme, herhangi bir öz-durumda beklenen değer(klasik olarak ortalama) hesaplamaya dayanır

Kuantum fiziğinde ölçümleri sınırlayan çok önemli bir ilke söz konusudur: Heisenberg belirsizlik ilkesi. Bu ilkeye göre, tüm nicelikleri aynı anda aynı kesinlikle ölçemeyiz. Örneğin, bir kuantum sisteminin konumunu kesin olarak biliyorsak çizgisel momentumunu kesin olarak belirleyemeyiz. Bu durumda, konumdaki belirsizlik asgari düzeyde olmakla birlikte çizgisel momentumdaki belirsizlik azami düzeydedir. Oysa Klasik Fizikte, tüm nicelikleri aynı anda aynı kesinlikle ölçebiliriz. Heisenberg belirsizlik ilkesi, Kuantum fiziğinin temel taşlarından biridir

Gerek Klasik fizikte ve gerekse Kuantum fiziğinde görelilik etkileri de göz önüne alınmak durumundadır. Işık hızına yakın hızlarda hareket durumunda Özel Görelilik Kuramı kaçınılmaz hale gelir. Bu sebeple Göreli Fizik ve Göreli Kuantum Fiziğinden de sözedilir.

29 Kasım 2009 Pazar

Merkantilizm nedir?

---Alıntı---

Merkantilizm, 16. ve 17. yüzyıllarla 18. yüzyılın başında ticaret yapan ulusların büyük bir kısmında uygulanan bir iktisat politikasıdır. Bu politikanın ana amacı, ihracatı teşvik yoluyla altın birikimini sağlamak ve ulusun servetini ve gücünü artırmaktı.

Merkantilistler, ticareti ve sanayileşmeyi ana amaç edinmişlerdir. Ödemeler bilançosu fikrini geliştirerek ihracatın ithalatı karşıladıktan sonra bir fazlalık vermesini ve ülkeye değerli maden sağlanmasını amaçlamışlardır. Bunun için, merkantilist programın bir parçası olarak hükümetler, ihraç endüstrilerinde büyük yatırımların yapılmasını teşvik etmişler, içte üretilebilecek malların ithalini kısmak için yüksek gümrük duvarları kurmuşlar, yerli endüstri tarafından kullanılabilecek yerli hammaddelerin ihracatını yasaklamışlar, nitelikli işçilerin göç etmesine engel olmuşlar, nitelikli işçilerin yurt dışından ülkeye gelmesini teşvik etmişler, değerli madenlerin yabancılara satılmasını yasaklamışlardır.

Ülkelerin büyük bir kısmında benzer tedbirler alındığı ve bir ülkenin altın kazancı, diğer bir ülkenin altın kaybına neden olduğu için, merkantilist politika her ülkede başarıya ulaşamamaktaydı. Ticarette kıyasıya rekabete girişilmişti. Başarılı olan ülkede, merkantilist politikalar, ülke kaynaklarının tam istihdamını sağlamakta ve hızlı bir ekonomik büyümeye olanak vermekte idi.

İngiltere'de merkantilist yazarlar, genel olarak tüccardı ve yazıları kısa risaleler halinde yayınlanıyordu. Merkantilizmin Alman-Avusturya kanadına "kameralizm" adı verilmiştir. Yazarları, hükümet danışmanları, kamu yöneticileri ve bazı hocalardı. Bunların yazıları kitap halinde yayınlanmıştır. Ticari genişlemeden çok sanayileşmeye ağırlık vermişlerdir. Amaçları yerli sanayii geliştirmek ve kendi kendine yeterli bir ekonomi yaratmaktı.

Von Hornigk gibi kameralistler, belirli sanayilerin himaye edilmesini ve sübvansiyonunu savunmuşlardır. Fransız tipi merkantilizme "colbertizm" adı verilmiştir. Fransa'da merkantilizm, Jean Baptiste Colbert'in buyruğu altında yetişmiş memur kadroları tarafından yürütülmekteydi. Fransa, devlet kontrolünü ve müdahaleyi aşırı derecede uygulamış, fakat sağladığı başarı kısıtlı olmuştur.

Merkantilist Düşüncenin Ortaya Çıkışı

Aslında; yaklaşık olarak 16. yüzyılın başından 18. yüzyılın sonuna kadar olan dönemi kapsayan merkantilist dönemin benzer, tek bir düşünce etrafında kenetlenip, o yönde politikalar ürettiğini söylemek oldukça güç, hatta imkânsızdır. Feodalizmin kıta Avrupası genelinde ortadan kalkışının farklı farklı tarihlerde gerçekleşmesi, merkantilist düşüncenin ortaya çıkışı ve gelişmesininde de benzer farklılıkları beraberinde getirmiştir.

Ortaçağ’ın bitimini sembolize eden Reform ve Rönesans hareketleri, yeni iktisadî görüşleri ve beraberinde feodal iktisat düzeninin sonunun geldiğini de haber veriyordu. Yaşanan bu değişim, feodal yapının özelliklerine uygun bir biçimde, yerel bazda gerçekleşmekteydi. Yukarıda da belirtildiği üzere ülkeden ülkeye farklılıklar gözlemlenmekteydi. Bir ada ülkesi olmasının da getirdiği avantajla millî birliğini daha önce tamamlayan İngiltere’deki iktisadî değişim, Almanya veya Fransa’dan daha farklı bir süreci yaşamaktaydı.

Denilebilir ki; Ortaçağ siyasî yapısında yaşanan kökten değişiklikler ve sonucunda millî devletlerin yavaş yavaş tarih sahnesine çıkmaya başlaması, uluslararası kapsamda yaşanan ticarî devrim ve ortaçağ iktisat sisteminde yaşanan çöküş, merkantilizm olarak adlandırılan dönemin kapılarını açmıştır. Bu dönemde bir yandan kantitatif yönetemler geliştirilirken, söz konusu dönemin sonlarına doğru liberalizme öncülük eden görüşler ortaya çıkmaya başlamıştır. İktisat politikalarının, bir devleti güçlü kılma yolunda hizmet verecek şekilde belirlenmensi gerektiği düşüncesi de bu değşimde etkili olan bir başka etkendir.

Merkantilist Düşüncenin Gelişimi

Merkantilizm, savaş ve çatışmadan başka hiçbir şeyin ön planda olmadığı bir dönem anlamına da gelmektedir. Ticarî anlaşmalar her zaman siyasî idi ve iktisadî rekabet aynı zamanda siyasî rekabet demek oluyordu. Merkantilizmin gelişme sürecinde iç ve dış siyaset kavramlarında da bir takım değişiklikler meydana gelmişti. İç siyasette, ücret ve fiyatların düzenlenmesi ön plandaydı. Bununla birlikte; iş gücü haklarına yönelik kanunî düzenlemeler zayıf kalırken, tüketim konusunda ayrıntılı yasalar hazırlanıyordu. Dış siyasette ise; dış ticaret fazlası, deniz ticareti ve sömürge sistemi en fazla önem verilen konu başlıklarıydı.

16. Yüzyıl

16.yüzyıl, iktisat biliminin doğduğu dönem olarak kabul edilebilir. İktisadî konular ve sorunlar üzerine yazılı ilk ciddi eserler bu dönemde karşımıza çıkmaktadır. 1571 yılında ölen John Hales, ekonomi ile ilgili görüşlerin ayrı bir bilimdalı olarak ele alınması gerektiğini belirten ilk kişidir. Hales kendisinden sonra gelen Locke, Hume, Adam Smith, John Stuart Mill gibi düşünürlere önderlik etmiştir.

Miktar Teorisi de ilk kez yine bu yüzyıl içinde ortaya çıkmıştır. 1552 yılında ünlü bilgin Copernicus, Prusya Meclisi’ne sağlam bir para sisteminin nasıl kurulabileceğini anlatmış, 1556 yılında da Polonya Kralı’nın emriyle bu konudaki düşüncelerini yazılı ortama aktarmıştır. Copernicus’a göre, para bollaştığı zaman değerini kaybetmektedir.

Amerika kıtasının altın ve gümüş stoklarının Avrupa’ya; öncelikle de İspanya’ya akmasıyla 1550’li yıllarda Avrupa’da fiyat devrimi olarak adlandırılan ani fiyat artışları kaydedilmiştir. Değerli madenlerin bollaşması ile fiyat artışları arasındaki ilişki birçok düşünürün dikkatini çekmiş ve bir İspanyol rahip, Navarrus 1556’da teoloji konusunda yazdığı bir kitapta faiz konusunu da ele almıştır. “Para , nerede daha kıtsa orada, bol olduğu yere göre daha kıymetlidir. Para talebi nerede kuvvetli ve arzı azsa orada daha kıymetli olur” diyerek miktar teorisini ortaya koymuş; miktar teorisini, arz – talep teorisinin bir uygulaması olarak ele almıştır.

Miktar teorisinin asıl sahibi olarak ise bir Fransız hukuçusu olan Jean Bodin kabul edilmektedir. Bodin, miktar teorisini 1568’de yazdığı “Bay Malestroit’nun Paradokslarına Bir Cevap” adlı eserinde ilk kez ortaya koymuştur. Ona göre fiyat artışlarının temel olarak beş ayrı sebebi bulunmaktaydı. Altın ve gümüşün bolluğu, monopoller, ihracat ve israf sebebiyle ortaya çıkan mal kıtlıkları, kralların ve asillerin lüks içindeki yaşantıları ve madenî paranın ayarının bozulmasıdır. Bodin’e göre fiyat artışlarındaki en önemli etken, altın ve gümüş bolluğuydu. Bodin bunun yanısıra faize dinî sebeplerle karşı çıkmış, dış ticareti onaylamış ancak ihracatın fiyatları yükseltirken, ithaların düşüreceğini savunmuştur.

17. Yüzyıl

17.yüzyıla gelindiğinde, merkantilizm ile ilgili olarak karşımıza çıkan ilk önemli kişilk, Gerard de Malynes’dir. Döviz işlemlerinin sıkı bir kontrol altında tutulması gerektiğini savunan Malynes bu yüzden kendisinden sonra gelen merkantilistler tarafından “külçeci” (bullionist) olarak adlandırılmıştır. “Saint George for England Allegorically” adlı eserinde Malynes, iktisadî etkenleri mecazî bir dille açıklamış ve faiz ile döviz kurlarını kontrol edilmeleri gereken en tehlikeli unsurlar olarak ilk sıraya yerleştirmiştir. İngiliz İmparatorluğu’nu bir eve benzeterek, harcamaların gelirden fazla olması durumunda sıkıntı doğacağını belirtmiş; ticarî bilanço deyimini kullanmamakla birlikte bir ülke açısından ihracat ve ithalat denkliğinden söz ederek, bu denkliğin eksiye dönmesinin söz konusu ülkenin zenginliğini kaybetmesi anlamına geleceğini iddia etmiştir.
1608 ile 1654 yılları arasında yaşayan Edward Misselden adlı tacir, “Free Trade or the Means to Make Trade Flourish” adlı eserinde ticaretle bireysel olarak ilgilenen kişileri desteklemiş ve tekelci firmaları, başta da ünlü East India Company’yi şiddetle eleştirmiştir. Kitabının adında serbest ticaretten bahsetse de, bir merkantilist olarak Misselden’in kast ettiği, ihracatı artırıp ithalatı sınırlandırmak için ihracatı dizginleyen bir takım kurallardan kurtulmak ve özellikle East India Company gibi tekelci ihracatçıların etkisinin sınırlandırılmasıdır. Böylece İngiltere dışına olan değerli maden akımı sınırlandırılarak, ülke zenginliğinin artırılacağını öngörmekteydi.

İngiliz East India Company’nin yöneticilerinden olan Thomas Mun, merkantilist düşüncenin en önde gelen temsilcilerinden birisidir. “A Discourse of Trade from England unto the East Indies” ve “England’s Treasure by Foreign Trade” adlı eserleri, gerek merkantilist gerekse iktisadî düşüncenin gelişmesinde son derece etkili olmuştur. İlk kitabında o dönemki iktisadî durgunluğun sebebi olarak Mun; yabancı paralardaki devalüasyona karşın Ingiliz parasının değerinin aynı kalmasını öne sürüyordu. Fakat bu durumdan çıkış İngiliz parasının da devalüe edilmesi değildi. Ona göre çare; yabancı malların az tüketilmesi, ihracatın artırılması, ithalatı ikame edecek mal üretiminin ve balıkçılığın teşvik edilmesi ve aşırı yiyecek – giyecek tüketiminin önüne geçilmesiydi. İkinci ve görece daha modern olan kitabında ise Mun, ekonomik kalkınma ile dış ticaret arasındaki ilişkiyi konu edinmiştir. İhracatın her zaman ithalattan fazla olması gerektiğini, ithal mallarını ikame edici üretime önem verilmesini ve ihrac edilen ürünlerin hammadde değil, işlenmiş son ürünler olması gerektiğini savunmuştur. Mal ihracının yanı sıra; denizcilik, bankacılık ve sigortacılık gibi hizmet satışlarının da ülkeye döviz kazandıracağını belirterek Mun, modern ödemeler dengesinin en önemli kalemlerinden biri olan görünmeyen işlemleri de ticaret dengesine eklemiş oluyordu. Önceki merkantilistlerin aksine Mun; bir ülkenin zenginlik göstergesi olarak biriktirilen külçelerin yanı sıra, eldeki mal ve kaynakların da çok önemli olduğunu söylemiş ve ticaret, hazine ve siyasî gücün bir ve aynı şeyler anlamına geldiğini iddia etmiştir. Dış politika ve özellikle dış ticaret politikası adeta bir savaş aracı olarak kabul edilmiştir. Klasik İktisat düşüncesi bunun tam tersini savunurken, 1929 Büyük Buhranı’nın hemen ardından düşünceleri öncelikli olarak kabul görmeye başlayan Keynes, merkantilizmden bu sebepten dolayı övgüyle bahsetmiştir.

Fransız kralı 14.Louis’nin maliye bakanı olan Jean Baptiste Colbert zamanında merkantilizm Fransız devletinin resmî politikası haline gelmiş ve bu yüzden Fransız merkantilizmi “Colbertizm” olarak adlandırılmıştır. Fransız merkantilizmi, İngiliz merkantilizminin aksine devlet müdahaleleriyle yönlendiriliyordu. Bir başka deyişle İngiliz merkantilizmi büyük bir hızla devlet müdahalelerinden kurtulmaya yönelmişken, Fransız merkantilizminde bu müdahaleler kurumsal hale getirilmiştir. Colbert döneminde sanayi çeşitli şekillerde desteklenmiş ve gümrük vergileriyle korunmuştur. Fransa içerisindeki eyaletler arası gümrük vergileri kaldırılmış, tek bir Fransız Gümrük Tarifesi getirilmiştir. Her şeyin devlet gözetiminde olduğu bu sistemde, Fransız sanayiinin dışa olan bağımlığını azaltmak için mümkün olan tüm tedbirler alınıyordu. Fransız sömürgeleri artıyor, ticaret gelişiyor ve Colbert feodalizmden kalan tüm düzenlemeleri ortadan kaldırarak Fransız ulus-devletinin hakimiyetini tam anlamıyla yaymak istiyordu.

Merkantilizmin tek bir tanımını yapmanın güçlüğüne delil oluşturacak olan bir diğer örnek de Alman tipi merkantilizmdir. Kammeralizm olarak adlandırılır. Kralın veya prensin hazinesi anlamına gelen “Kammer” kelimesinden türemiştir. Çünkü amaç, devlet hazinesinin zenginleştirilmesi, gelirlerin artırılmasıydı. Bu akımın ortaya çıktığı dönemde Almanya, birbirleriyle sürekli mücadele halinde olan birçok prensliğe bölünmüş durumdaydı. İngiltere, Fransa ve Hollanda’nın hızla geliştiği o tarihlerde Kameralizm, Alman devlet memurlarını eğiterek iktisadî kalkınmayı sağlamaya yönelik bir araç haline gelmiştir. Kameralist düşünce de, İngiliz ve Fransız meslektaşlarına benzer görüşleri savunmuş, bazı noktalarda ise onlardan ayrılmışlardır. Altın ve gümüş biriktirerek millî zenginliğin artacağını öne sürmüş, devlet müdahalesini savunmuşlardır. Ancak; İngiltere’de tüccar ve işadamları kısa broşürlerle merkantilist düşünceyi savunurken, Almanya, hukuk profesörleri ve maliyecilerin ortaya koyduğu son derece ayrıntılı ve uzun eserlere şahit olmuştur. Kameralistler dış ekonomik ilişkiler, ticaret ve ödemeler dengesi gibi konularla çok az ilgilenmiş, ağırlığı yurtiçi tarım ve sanayi konularına vermişlerdir. İngiltere'deki sistemin aksine, birey ile devlet arasında iktisadî açıdan bir menfaat birliği olması bir yana, sürekli bir çıkar çatışması yaşanacağını ileri sürmüş, devletin mutlak otoritesi lehine fikirler geliştirmişlerdir.

Merkantilist Düşüncenin Zayıflaması

17.yüzyılın ortalarından itibaren, işadamları ve tüccarların yanı sıra bazı düşünürler de iktisadî konularla ilgilenmeye başladılar. Bunun sonucunda, kişi hürriyetine daha fazla önem veren ve devletin müdahaleci sistemine karşı çıkan; dolayısıyla merkantilizme karşı gelen bir zümre ortaya çıkmış oldu. Bunlara göre, ekonomi kendi kendine şekil verebilecek, dışarıdan herhangi bir müdahaleye ihtiyaç hissetmeyen bir sistemdi. Dış etki ne kadar az olursa, ekonomi de o kadar iyi çalışırdı. Ayrıca kısıtlama ve müdahalelerin ortadan kalkması, hem kişiler hem de ekonomi için çok daha iyi olacaktı. Nasıl ki merkantilist düşüncenin uygulanışı ülkeden ülkeye değişiyorsa, ortaya çıkan bu yeni liberal düşüncelerin etkileri de farklı farklı olmuştur. Çok sayıda sanayici ve tüccarı içinde barındıran orta sınıfın İngiltere’de yaygın olması, liberal fikirlerin benimsenmesini hızlandırırken, daha yavaş ve dar kapsamlı olsa da Fransa ve Hollanda bu akımda İngiltere’ye eşlik etmişlerdir. Fakat, bir ulus-devlet olma yolunda diğerlerini geriden takip eden Almanya ve İtalya ise merkantilizme sıkı sıkıya bağlı kalmış ve libaral düşüncelere sınırlarını en azından bir süre daha sıkı sıkıya kapatmışlardır.

Merkantilist düşünce sisteminin sağlam temeller üzerine oturmasında en önemli rollerden birisinin Thomas Mun’a ait olduğundan bahsedilmişti. Mun’un ardından iktisadî düşüncede iki yeni temayül belirmişti. Birincisi, kantitatif yöntemlerin iktisadî düşünce içinde kabul görmeye başlaması; diğeri ise, ekonomik sistem üzerindeki devlet müdahalesinin azaltılmasını savunan liberal düşüncedir.

Liberal Düşünceye Doğru

İktisadın, bir bilim dalı olma yolunda önemli adımlar atılmasını sağlayan merkantilizm, liberal düşünce sisteminin de kapılarını aralamıştır. Bu geçiş döneminin en önde gelen isimleri; John Locke, Josiah Child, Nicholas Burbon, Dudly North, John Law, Richard Cantillion, George Berkeley ve David Hume gibi kişilerdir. Genel olarak merkantilizmden liberalizme geçiş dönemini şekillendiren, yeni ve farklı fikirler üreterek liberal düşüncenin temellerini atan bu bilim adamlarından Dudly North, merkantilizmi tümden redderek liberalizme geçişi savunmuştur. David Hume ise, iktisadın bağımsız bir sosyal bilim olarak kabul edilmesini sağlamıştır. Otomatik denge mekanizması, tam serbest ticaret, liberal dış ticaret dengesi, külçecilikten uzaklaşma, kâğıt paranın tavsiye edilir olması, para, faiz, emek vb kavramlar üzerine derinlemesine analizler yapılmaya bu dönemde başlanmıştır. James Steuart, devlet müdahalesini savunan “son merkantilist” olarak tarihteki yerini almıştır.

Fransa’da uygulanan ve Colbertizm adı verilen merkantilist sistem, ağırlıklı olarak sanayi üretimine önem verdiğinden, tarımla uğraşan kesimin yoğun tepkisine sebep olmaktaydı. Uzun yılların getirdiği birikimin sonucu olarak, halk kurulu düzeni ortadan kaldırmak istemekteydi. Bunun sonucunda, liberalizme giden yoldaki en önemli adım atılmış ve “fizyokrasi” olarak adlandırılan iktisadî düşünce akımı ortaya çıkmıştır. Fizyokratlar; bir lidere sahip ve yazar kadrosu ile bir dergi etrafından bütünleşmiş olan ilk modern iktisadî düşünce okulu olarak kabul edilmektedirler. Kurucusu François Quesnay’dır. Doğal düzeni ve doğa kanunlarını ön plana almışlar; olayların gidişatına bırakıldığında bir şekilde kendi dengesini bulacağını iddia etmişlerdir. Bu düşünce akımının babası olarak John Locke gösterilmektedir. Dünyaca ünlü “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” (Laissez faire, laissez passe) söyleminin sahibi yine fizyokratlardır.

Böylece liberal düşünceye doğru olan eğilim gittikçe artmış ve Adam Smith’in 1776 yılında yayınlanan “Ulusların Zenginliği” adlı eseriyle, klasik iktisat düşüncesi ve liberalizm tam anlamıyla başlamıştır.

http://www.tarihonline.org/2009/06/merkantilizm.html

23 Kasım 2009 Pazartesi

Modernleşme mefhumu ve demokrasi paradoksu

Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti arasındaki farkları analiz etme konusunda en kapsayıcı olacak “modenleşme” kategorisini seçerek hem siyasal hem de toplumsal alandaki dönüşümleri daha geniş bir perspektiften irdeleme şansımız doğmakta. Tabi söz konusu modernleşme olunca Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyetin ilk dönemine odaklanan bir yazı olması kaçınılmaz olur. Bu noktada işe modernleşme kavramının tanımını yapmakla başlayalım.

Kavram ile ilgili çok sayıda tanımlama olmasına ve hatta bazı tanımlamalarda bu kavramın öyle bir cümleyle tanımlanamayacağı savına dayanarak bir makale yazılmasına rağmen kısaca açıklamak gerekirse, kelime anlamıyla modernleşme “modern olmayandan modern olana doğru gidiş sürecidir”. Öyleyse bir hedef söz konusudur. Modernlik dediğimiz bu hedef ise batıyla özdeşleşen, batıya ait bir kavram olup, ulaşılmaya çalışılan şeydir. Modernliğin batıdan doğmuş ve batıyı yükseltmiş olmasın çeşitli sebepleri olmakla birlikte bizim asıl üzerinde duracağımız şey Türk modernleşme sürecidir.

Evvela ilk ayırım şudur ki; Osmanlı, modernleşmeyi mutlak monarşik ve meşruti monarşik yönetim yapısı içinde uygularken Cumhuriyet, bu süreci bir “ulus-devlet” yapısında götürmektedir ve altını çizmek gerekir ulus-devletin bizatihi bir modernleşme getirisidir. Anlaşılacağı üzere bu süreç Osmanlıdan cumhuriyete uzanan bir bütündür ve Osmanlı’nın son dönem modernleşme çabaları ulus-devletin doğuşunun altyapısını hazırlamıştır.

Bu altyapının taşlarını incelerken en önemli olandan “Abdülhamit’in otokratik modernleşme deneyiminden” başlamak gerekir. “Neden batıdan geriye düştük” sorusunun kaybedilen savaşların ardından sorulmasından ötürü ilk modernleşme çabaları askeri alanda görülmekte, bunu Tanzimat-ıslahat fermanı gibi örneklerden da görüleceği üzere toplumsal-hukuksal alan izlemektedir. Fakat modernleşmenin asıl can alıcı ve içselleştirici tarafı ise eğitimde modernleşmedir. Eğitim modernleşmesinden kasıt, batı tarzı okulların kurulmasıdır ve özellikle hem Müslüman hem gayrimüslim çocukların aynı anda okuduğu ilk okul olan Mekteb-i Sultani bu konuda simgeleşen bir örnektir. Ayrıca dönemin en çağdaş, en ileri eğitim standartlarını sağlayan okulların “harbiye” ve “tıbbiye” mektepleri olması modernleşmenin pragmatik yönünü gözler önüne serer.

Abdülhamit istibdatı yahut modernleşmesi sürecine geri dönecek olursak bu eğitimde modernleşme fikri kendisi için bir bumerang etkisi yaratmıştır. Zira kendi politikalarının sonucunda batı tarzı eğitim alan ve bu eğitimin yarattığı akılcılık anlayışıyla ufkunu genişleten gençler dönüp, Abdülhamit’in sonunu getirmiştir. Benzer bir sonu cumhuriyet dönemi tek parti iktidarında da görmekteyiz. Savaş koşullarının ardından, topyekün bir sistem, bir rejim değişikliğinin ağırlı altında hızlı ve tepeden inme bir modernleşme sürecinin sancıları derin bir muhalefet yaratmış, bu muhalefet ise tek parti iktidarının sonunu hazırlamıştır. Burada kilit nokta şudur; cumhuriyet dönemi tek parti iktidarı, devrimlerle bir toplum mühendisliği projesine girişmiş, modernleşmenin hedefi olan bireyin ve aklın üstünlüğü, laiklik, demokrasi ve sanayileşmeyi gerçekleştirmeye çalışırken bunu otokratik şekilde yapması asıl sorunu oluşturmuştur. Zira Abdülhamit otokrasisi rejim gereği kısmen meşruluk kaynağı bulabilirken Cumhuriyet otokrasisi meşruiyet boşluğundan doğan bir köşeye sıkışmışlık, bir çelişki yaşamaktaydı. Öyle ya, demokratik bir cumhuriyette başka bir partinin varlığına izin verilmemesi neyle açıklanabilirdi? Benzer bir “demokrasi” çelişkisini Popper’ın demokrasi paradoksu kavramı bağlamında Demokrat Parti ve 60 darbesinde inceleyecek olursak, demokratik yollardan iktidara gelmiş bir partinin anti-demokratik bir tutumla her türlü muhalefeti baskı altına alması ve demokrasiyi ortadan kaldırma tehdidine karşılık ne yapmak gerekir sorusu sorulur. Yaşanan tarihte cevap askeri darbe olmuştur. Peki o zaman bir soru daha, demokratik yollardan iktidara gelerek demokratik rejimi ve cumhuriyet kazanımlarını yok etmeye çalışan bir iktidar mı daha demokrattır yoksa demokrasiyi korumak ve cumhuriyet kazanımlarını yaşatmak adına anti-demokratik bir eylemle silahlı olarak yönetime el koyma hareketi mi daha demokrattır? İşte bu soruya verilemeyecek cevap, bizi Popper’ın demokrasi paradoksu patikasına çıkarır.

Küreselleşmeyi Yeniden Düşünmek (çeviri)

David Held ve Anthony McGrew,
David Goldblatt ve Jonathan Perraton


Küreselleşmeyi yeniden düşünmek: Analitik bir çerçeve

Küreselleşme nedir? Basit olarak küreselleşme; genişleme, derinleşme ve küresel bağlılık durumu olmasına rağmen tanım daha ötede bir açıklamaya gerek duyar. Aynı döneme ait bir çok farklı tanımlama olmasına rağmen tanımlarının üstünde bir örnekleme yapmak gerekirse mekansal sınırları olan bir süreç ve ulusal ve bölgesel karşılıklı bağımlılığın yayılması diyebiliriz. Bu kavramsal zorluğa bir çare olarak bu çalışma küreselleşmenin bölücü, ayrıcı niteliğini kabul eden bir anlayışla işe başlıyor.

Küreselleşme yerel, ulusal ve bölgesel bir bütünün üzerine oturtulabilir. Bu bütünlüğün bir ucu yerel yahut ulusal temellerde organize edilen sosyal ve kültürel ilişki ağları iken bir ucu da bölgesel ve küresel ölçekte belirginleşen sosyal ve kültürel ilişki ağlarıdır. Küreselleşme insan faaliyetlerinin bölgeler ve kıtalar arasına varan boyutta büyümesine yol açan bir süreçtir. Genişleyen mekansal bağlantılara atıfta bulunmadan, net ve tutarlı bir formülasyon yapmak mümkün değildir küreselleşme kavramıyla ilgili.

Dolayısıyla, küreselleşme kavramı adı üstünde, ilk ve en önde gelen olarak, sosyal, politik ve ekonomik aktivitelerin sınırların ötesine esnemesidir. Bir bölgede alınan bir kararın, yaşanan bir olayın uzaktaki bir birey ya da toplum için mana ifade etmesi, etkilemesi gibi. Bu mantıkla küreselleşme, bölgeler arası karşılıklı bağlılığı, genişleyen sosyal aktivite ağını ve uzaklara el uzatma ihtimalini (sınır ötesi iktidarı) vücuda getirir. Bunun ötesinde, sınır ötesindeki bağlantıları tesadüfü ve rasgele olmasının yerine düzenli ve kurallara uygun bir şekle sokar. Buna ilaveten küreselleşmenin büyüyen ve yoğunlaşan karşılıklı bağımlılık durumu küresel etkileşimin hızlanmasına da yol açar; dünya çapında ulaşım sistemleri, fikirlerin potansiyel yayılma hızındaki artış, tabi aynı şekilde malların, bilgilerin, sermayenin ve insanların. Bu artışlar birbirine uzak mesafede gerçekleşen gelişmelerin birbirini etkilemesi yahut bir bölgesel gelişmenin küresel sonuçlara yol açmasına da neden olmaktadır. Bu mantıkla, yerel, mahalli işler ile küresel işler arasındaki sınır muğlaktır. Küreselleşme tanımı yaparken dört ana bileşen var değinilmesi gereken: genişleme, yoğunluk, hız ve etki.

Bu durumda bir küreselleşme tanımı önerisi yapacak olursak:

Kıta aşırı yahut bölgeler arası akışlar ve ağlar zinciri üreten, sosyal ilişkilerde ve işlemlerde bir dönüşümü vücuda getiren bir süreç yahut süreçler bütünüdür.

Bu metinde “akışlar” dan kasıt fiziksel insan yapıtları, insanlar, semboller, hatıralar ve zaman ve mekanın ötesinde bilgi. Aynı zamanda ağlar dediğimiz şey de bağımsız birimler arasındaki düzenlenmiş ve modellenmiş etkileşimlerdir.

Bu formülasyon aslında küreselleşme tanımını çağdaş diğer 3 tanımdan ayıran özellikleri barındırır. Ve bu tanımlama küreselleşmeyi, daha dar kapsamlı sosyal gelişimden ayırır. Yerelleşme dediğimiz şey basitçe, özel ve sınırlı bir yerdeki akışların ve ağların birleşmesi. Ulusallaşma ise sosyal ilişkilerin ve işlemlerin ulusal sınırlarla çerçevelendiği bölge içindeki gelişim sürecidir. Bölgeselleşmede ise ağlar, akışlar, ve etkileşim birkaç ülkenin belirli bir coğrafi alandaki birlikteliği ile gerçekleşmektedir. Modern anlamda küreselleşme, örneğin ticaret ve finans konusunda dünya ölçeğinde büyük bölgeler arasında, dünya ekonomisi dediğimiz şeyin içindeki dolaşımı, bu kavramı eşit düzeydeki akışlar gibi gözüken yerel, ulusal yahut bölgesel durumdan farklı kılar.

Daha kesin bir tanımlama önerisi sunmak için şunu özellikle vurgulamak önemlidir; küreselleşme, mekansal-sınırlı süreçlerin karşısındaki düşman olarak değil tam tersine onlarla kompleks ve dinamik bir ilişki içinde olarak algılanmalıdır. Öte yandan bölgeselleşme gibi süreçler, kolaylaştırmak ve tamamlamak için gerekli olan sosyal ekonomik ve fiziksel altyapıyı yaratırlar. Bu bakımdan örneğin ekonomik bölgeselleşme (Avrupa Birliği gibi), üretimin ve ticaretin küreselleşmesine bir engel, bariyer olmamış aksine teşvik etmiştir. Öte yandan bu tip süreçler küreselleşmeye, aküreselleşmeye teşvik etmediği sürece, limitler dayatabilirler. Ne var ki, yerelleşmenin yahut bölgeselleşmenin küreselleşmeye karşı yahut aykırı bir hali olduğunu varsaymak için önsel bir neden yoktur. Bu süreçlerin ekonomik ve diğer sahalar ile alakası daha çok deneysel (gözleme dayalı) bir durumdur.

Küreselleşmeye kuşkuyla bakanların tezi bizi bir konuda alarma geçirdi: uluslar arası yahut küresel karşılıklı bağlılıklar yeni bir olguyu ifade etmemektedir. Gözden kaçan şey küreselleşmenin çağlar arasında değişiklik gösteren belirli biçimler alabileceğidir. Küreselleşmenin her döneme ait yeni özelliklerini ayırt etmek, karşılaştırmalı tarihsel bakışlar için analitik bir takım çerçevelere ihtiyaç duyar. Bir çerçeve olmadan dönemler arasındaki özellikleri, devamlılıkları ve farkları tanımlamak zor olur. Bu yüzden, küreselleşmenin sistematik ve karşılaştırmalı analizini inşa etmek için küreselleşmenin tarihsel formları fikri yaklaşımın merkezi olarak temel alınmıştır. Bu kavramı kullanmak bize birbiriyle alakalı farklılıkları ve benzerlikleri yakalamamızda ve sistemleştirmemizde fayda sağlar. Bu bağlamda küreselleşmenin tarihsel formları şuna atıfta bulunur:


Farklı tarihsel süreçlerdeki küresel bağlantılılığın, mekansal-zamansal ve organizasyonel vasıfları…

Daha önce yaptığımız ayrımların üzerine inşa edersek, küreselleşmenin tarihsel formları 4 mekansal-zamansal boyuta göre tarif edilebilir ve karşılaştırılabilir.

• Küresel ağların genişlemesi
• Küresel birbirine bağlılığın yoğunlaşması
• Küresel akışların (hareketlerin) hızlanması
• Küresel birbirine bağlılığa güçlü eğilim

Böyle bir çerçeve küreselleşmenin tarihsel modellerinin niceliksel ve niteliksel değerlendirmesini yapmamızı sağlar. Böylelikle (1) ilişkiler ve bağlantılardaki genişleme (2) Bu ağ ve bağlantılardaki akış ve seviyenin yoğunluğu (3) karşılıklı değişimlerin hızı (4) bu fenomenin her bir toplulukta yarattığı etki, olarak analiz mümkündür. Küreselleşmeye bu tarz bir tarihsel yaklaşım hem küreselleşmenin temelde yeni bir şey olup olmadığı konusundaki varsayımlardan kaçınmamızı sağlar.

Bu hakiki tanımla birlikte, emprik bir yaklaşımla, zaman içindeki akışlar, ağlar, yoğunluk, genişlik, derinleme ve etkilerin haritasını çıkarmak olanaklı hale gelir. Fakat küreselleşmenin özellikle bir boyutunu işlenebilir hale getirmek zordur: Küresel akışlara, ağlara ve hareketlere olan güçlü eğilim. Henüz etkinin doğası üzerine net bir kavrayış olmadığından, küreselleşme kavramı muğlaklığını koruyor. Güçlü eğilim nasıl idrak edilecek?

Bu çalışmanın amacı olarak analitik olarak şu dört farklı etki tipini ayırt etmeliyiz: kararsal, kurumsal (geleneksel), dağıtımsal, yapısal. Kararsal etkiler, küresel güç ve durumlardan etkilenen hükümetlerin, şirketlerin, toplulukların ve hane halkının karşılaştığı, politik tercihlerin göreli maliyet ve faydalarını ifade eder. Kurumsal etki, örgütsel ve müşterek gündemlerin etkin tercihleri, yahut küreselleşmenin sonucu olarak mümkün olan tercihlerin menzilini vurgular. Dağıtımsal etkiler, küreselleşmenin sosyal grupları toplumun içinden ya da üzerinden şekillendirme yollarına atıfta bulunur. Son olarak küreselleşmenin, yerel sosyal, ekonomik ve politik yapılanmayı ve davranışları belirleyecek kadar fark edilir yapısal etkileri vardır. Küreselleşmenin yapısal sonuçlarını hem kısa hem uzun vadede sosyal, ekonomik ve siyasal yapıların kendilerini küresel güçlere uygun hale nasıl getirdiği konusunda da görüyoruz. Fakat bu uyarlama otomatik olmuyor. Küreselleşmenin insanlar, toplumlar ve hükümetler için, yönetilen, aracılık edilen, tartışılan ve direnilen; bazı durumlarda hassasiyetlerin yahut savunmasız kalma durumunun gösterildiği bir süreç olduğunu söyleyebiliriz. Kararsal ve yapısal etkiler doğrudan, geleneksel ve dağıtımsal etkiler dolaylıdır.

Altyapı, kurumsallaşma, katmanlaşma, ve etkileşim şekilleri bu ayrımlarla eşlenebilecek diğer ayrımlardır. Örneğin küresel akışlar ve hareketlerle ilgili konuştuğumuzda bir altyapıdan söz etmemiz gerekir. Mesela ulaşım alt yapısı.

Altyapı olayının bir başka önemi de küresel hareketlerdeki kolaylık. Ortaçağdaki dünya sistemi iletişimin limitleriyle sınırlıydı. Fakat şimdi iletişimin boyutlarını internet özetliyor olmalı.

Altyapının kurumsallaşmaya etkisi de küresel ağları, akışları ve ilişkileri düzene sokmasıyla ilintilir.

Altyapı ve kurumsallaşma tartışmaları doğrudan doğruya güç konusuyla ilgilidir. Güçten kasıt sosyal birimlerin, mercilerin ve müesseselerin bu deneyimi ve değişimi destekleyecek ve şekillendirecek durumda olmasıdır. Güç, ilişkisel bir fenomen olarak algılanmalıdır. Bir yapılanma yahut müessese kendi üyelerinin davranışlarını belirleyebilir ya da sınırlayabilir. Onlar, yöneten ile yönetilen, nesneler ve hükmedenler arasındaki güç dengesini kurumsallaştırır.

Küreselleşme kurumu, dağılımı ve yetki kullanımını dönüştürür. Bu açıdan farklı dönemlerdeki küreselleşme kavramı global katmanlaşmanın hususi örnekleriyle ilintilendirilebilir. Küreselleşmenin tarihsel formlarını eşleştirmek gerekirse, katmanlaşmanın örneklerine özel bir dikkat göstermek gerekir. Bu metinde katmanlaşma hem sosyal hem de mekansal bir boyuta sahiptir: hiyerarşi ve engebe. Burada hiyerarşi biraz daha yönetimsel, engebe ise biraz daha toplumsal bir alanı ifade etmekte kullanılıyor.

Küreselleşmenin her evresi arasında etkileşim şekilleri konusunda da farklar vardır. Etkileşim şekilleri emperyal, zorlayıcı, işbirliği ile, rekabetçi, zıtlaşmacı olabilir. Gücün araçları, ordu ve ekonomik araçlardır. Tartışmaya açık olarak 19. yüzyılın sonundaki batı yayılmacılığı daha çok askeri güce ve emperyalizme dayanırken, 20. yüzyılın sonunda rekabet ve işbirliği için ekonomik araçlar, askeri gücün yerini almıştır.

Tablo

Zamansal-Mekansal Boyutta
1. küresel ağların genişlemesi
2. küresel birbirine bağlantılılığın yoğunlaşması
3. küresel akışların hızı
4. Küresel birbirine bağlantılılığa güçlü eğilim

Örgütsel Boyutta
1. Küreselleşmenin altyapısı
2. Yetki kullanımının ve küresel ağların kurumsallaşması
3. Katmanlaşmanın modeli
4. Küresel etkileşimin hakim şekilleri


Bir bütün olarak ele alındığında, küreselleşmenin tarihsel formları kutudaki sekiz boyutta analiz edilebilir. Ortaklaşa olarak her dönemde küreselleşmenin şeklini belirlerler.

Çeviri: Ali Emrah Tokatlıoğlu

Cumhuriyetçi misiniz demokrat mı?

---alıntı---

Cumhuriyetin birincil erdeminin hafıza olmasına karşılık, demokrasinin gücü unutmada yatar. İnsanın insanı yaptığı yerde, doğan her çocuk 6000 yaşındadır. Eğer elinizde tarihten başka bir şey yoksa, geçmişten kendinizi ayırmanız, kendi kendinizi sakatlamanızdır. İnsanı yapan Tanrı olduğunda ise, Tanrı onu her doğuşunda yeniden yapar. O macerasına sıfırdan başlar. Cumhuriyette bundan dolayı en büyük değer kütüphaneye, demokraside ise televizyona verilir. Çünkü kütüphanelerin, kendilerine ibadet edilmesi kültürü belirleyen büyük ölülerin saygıdeğer mezarlıkları olmasına karşılık, televizyon zevkli bir biçimde zamanı öldürür. Cumhuriyet bir kütüphane gibi, yaşayanlardan çok ölülerden meydana gelir. Oysa demokraside, televizyonda olduğu gibi, yaşayanlara bilgi vermek hakkına sahip olanlar yalnızca yaşayanlardır. Her sistemin mahzurları vardır ve bunlar tartışma konusudur.
Eşitlik
Cumhuriyet, eşitlikçi (égalitariste) olmaksızın eşitliği sever. Çünkü kabiliyet ve çabaları göz önüne almaksızın koşullar ve ödülleri aynı seviyeye getirmeye çalışan adalet değildir, hınçtır. Söz konusu olan, bunları oranlamaktır -her zaman geçerli olan bir formülü olmayan ve daima zayıf olan çözümü adalet uğruna bitmez tükenmez mücadeleyi gerektiren ebedi problem.- Buna karşılık demokrasinin programında toplumsal eşitlik yoktur. Onda ekonomik eşitsizliklerin yaratmış olduğu problem ne kadar aşılmak istenirse o kadar çok ve o kadar yüksek sesle insanların özgürlüklerinden söz edilir. Eşitlik kavramından demokrat, sadece kanun önünde eşitliği anlamakla yetinebilir. Ancak cumhuriyetçi ona zorunlu olarak maddi şartların belli bir eşitliğini ekler. Ona göre bu olmaksızın yurttaşlık antlaşması sahte bir paylaşmadır. Her gün kaldırımlarda binlerce paryanın veya toplumdışı yoksulların ölmesi, Hindistan'ı gerçek bir demokrasi olmaktan alıkoymaz. New York'ta binlerce evsiz barksızın veya esrarkeşin kışın parklarda uyuması, fakirlerin ve zenginlerin aralarında hiçbir benzerlik olmayan kendi hastaneleri ve okullarının olması özgürlük heykelinin dünya çapındaki ve haklı şöhretine bir halel getirmez. Gelirler veya ücretler arasındaki oranın bire elli olduğu bir memlekette artık cumhuriyetten bahsedilemez; ama demokrasiden bahsedilebilir. Cumhuriyetçi ideal, belli bir oran duygusunu şart koşar. Tesadüfen halkın öğrenmiş olduğu büyük artistlerin veya günün güçlülerinin büyük gelirleri parasız bir demokratta ancak bir omuz silkmesine sebep olur. O bunu teşebbüs hürriyetine verilen basit bir fidye olarak yorumlar. Buna karşılık lüks yığınlarını veya imtiyazların artmasını kınamak, bir cumhuriyetçi için Isparta hayat tarzını veya çileciliği övmek değildir. Yoksulluk bir demokrasiyi üzer; ama bir cumhuriyeti sarsar. Birinci, maksimum bir dayanışma ve birkaç bağış ister. İkinci, minimum bir kardeşlik ve birçok kanun. Birincinin vakıflara havale ettiği şeyi, ikinci önce bakanlardan talep eder.
Bu iki duyarlılık, güven verici ideolojilere de çevrilebilir ve büyük atalarla birlikte şu tekrar edilebilir: Sosyalizm ve liberalizm sonuna kadar götürülmüş cumhuriyet ve demokrasidir. Yalnız son derece doğru olan bu karşıtlık, "globe" okuyucularına modası geçmiş görünecektir. Çünkü sosyalistlerin, yani "şu eski cumhuriyetçiler"in kendileri artık genç ve farklı bir grup olarak ortaya çıkmak istediklerinden, onlarda toplumsal eşitsizlikler teması "insan hakları" sloganının arkasına geçmektedir.
Bir cumhuriyetçi, insanı yurttaştan ayırmaktan kaçınacaktır. Çünkü bir insana politik haklarını veren, siteye ait olmadır. Bireyin artık bir yurttaş gibi değil, basit bir özel şahıs olarak ele alındığı andan itibaren, ufukta kölelik -ve hemen arkasından kanunların yokluğu demek olan keyfilik- kendini gösterir. Cumhuriyette özgürlük bireylere ancak kanunların gücüyle, yani devletle gelir. Demokratların sadece "insan hakları"ndan bahsetmeleri, buna karşılık cumhuriyetçilerin her zaman buna "yurttaşlık" haklarını eklemeleri hayret verici değildir. Bu onların gözünde bir şarttır, bir tamamlayıcı şey değil. Nasıl ki yine bir cumhuriyetçinin gözünde laiklik hoşgörünün şartı olup onun karşıtı değilse.
Ancak bu, özel hayatında ve çoğu kez, zamanın havasına boyun eğmeyen cumhuriyetçinin "bireyci", toplumsal olanın baskısına boyun eğen demokratın ise "toplumcu" olmasına engel değildir. Demokrasinin savunduğu bireycilik, o zaman, bireyleri olmayan bir dünyanın ruhu, koyunun tinsel çeşnisi olur. İstatistik, aydın kanaatten daha emin bir biçimde sıradan kanaati destekler ve yüceltir. Farklılığı yücelten, sıradan insanlar ve Ortodoksilerle alay eden, özgürlüğü "istediğini yapma" olarak tanımlayan farklılıkçılar bazen kendi aralarında birbirlerine, özgürlüğü iyi düşünmek ve gerekeni yapmak olarak tanımlayan ölçülü zihinlerden daha fazla benzerler. Rabelais'in "Theleme"si düşünüldüğü yerde değildir.
Bireyler arasındaki ayrılıkları ortadan kaldırmak, öyle bir dünya idealidir ki bu dünyada tartışmanın, tartışan hasımlara sonuçta aralarındaki sivri görüş farklılıklarını töprüleyerek bakış açılarını uzlaştırma imkanı verdiğinde faydalı olduğu söylenir -sanki demokrasi bize başkalarına karşı bu ödevi, yani onunla uyuşma ödevini empoze ediyormuş gibi.- Cumhuriyette ise aralarındaki görüş ayrılıklarını açıklığa kavuşturmak, hatta karşılıklı saygı içinde onları keskinleştirmek için, tartışmanın yararlı olduğu düşünülür. Cumhuriyetçinin parolası "uç görüşler beni ilgilendiriyor"dur. Demokratın ki ise "aşırı olan her şey, değersiz"dir. Cumhuriyetçinin hedefi, uygunsuz olanı kibarlıkla birleştirmektir. Her şeyden önce rahatsız edici (incommode) zihinlere ihtiyacı olan bu rejimin kendisinin rahatsız edici olduğu anlaşılmaktadır. Homo Republicanus & Homo Democraticus
Toplumsal mutabakatla (consensus) çalışan demokrasinin sıkıntısını gidermek için sık ve moda şeyler olarak vardır. Moda onun konformizmini renklendiren bir gölge ödevi görür. Aşırı mağrur ve yüce ruhlu Stendhal, cumhuriyetçinin en iyi örneğidir. Dostu Mérimée ise derin bir demokrat. Ve Hugo cumhuriyetçi, Sainte-Beuve demokrattır (Flaubert ne biri ne diğeridir.) Yoksulların dostu, demokrasinin açık savunucusu ve sonuna kadar toplumun çoğunluğunu arkasında bulmuş olan III. Napoléon'a hayır demek için biraz "senyör" olmak lazımdı. Azınlıkta kalan bir cumhuriyetçi öfkelenir, köpürür, azınlıkta kalan bir demokrat ise çöker, yok olur.
Bugün "kim, nedir"den daha revaçta bir grup oyunu olamaz. Joxe ve Chènement cumhuriyetçi mi? Lang ve Jospin demokrat mı? Chevènement Okul'a saygısını gösterdi. Fakat Joxe devlet okullarında başörtüsünü rahatça kabul etmektedir. Hiçbir şey basit değil. Mitterrand zor durumlarda cumhuriyetçi, işler yolunda gittiğinde ise demokrat görünüyor (tersinden daha iyi). O iki başlı Janus gibi. Bugün Elyée'de rahat günlerinin keyfini çıkarıyor. Michel Rocard demokrat bir tip. İktidar koridorlarında her tarafta cumhuriyetçiler gerilemiş durumdalar. Genel kural olarak cumhuriyetçi ekonomiden hoşlanmaz. Ekonomi de ondan hoşlanmaz. Maliye müfettişlerine gelince, onlar demokrasiye bayılırlar. İdeal olarak ekonominin peşinden koşmanın insanı çabucak idealin kendisinden ekonomi (fedakarlık) yapmaya götürdüğü bilinmektedir. Bunun tersine hesap yapmasını bilmemek de insanların alın terlerine önem vermektedir. Fazla ekonomicilik cumhuriyeti öldürür mü? Gereğinden az da öldürür. "Le Monde" uzun zaman "Cumhuriyetçi" bir gazete oldu. "Liberation" ise ta baştan beri "demokrat" bir gazetedir. 68 kuşağına bağlılığından ötürü bir tür doğuştan anti-cumhuriyetçi bir gazete.
Bundan uzun kış geceleri için eğlenceli bir küçük karakter tahmin etme oyunu çıkabilir. Tiplerin karşılıklı olarak birbirleri içine nüfuz edişi o kadar güçlüdür ki bir doğruyu ifade etme anında yanılgıya düşeceğinizden emin olabilirsiniz. Ama şunları gözlemenin cazibesine nasıl direnilebilir? Cumhuriyetçinin en iyi olduğu şey, yazı; demokratınki ise sözdür. Biri insanları (erkekler veya kadınlar) araya mesafe koyarak ayartır. O, soğuk biridir. Sadık, ancak bencil bir varlıktır. Diğeri sıcakkanlıdır, kendisiyle daha kolay ilişki kurabilir. Herkese ve hemen zevkli anlar sunabilir. İnsana yakındır; ancak havaidir. Topluluk önünde konuştuğunda cumhuriyetçi tumturaklı veya kırıcı görünür. Söylediği doğru olabilir; ama sahte görünür. Demokrat, neşeli ve esprilidir. Belki söylediği doğru değildir; ama öyle görünür. Demokrat için, eseri liste başı olan biri, tamamen kötü olamaz; tanınmamış bir yazar da gerçekten iyi olamaz. Cumhuriyetçi de 50 en iyi eser listesinde yer alan kitapları okuyabilir; ama aşağıdan yukarıya. Cumhuriyetçi kadın düşmanı mıdır? Demokrat da erkek düşmanı mıdır? Cinsel basmakalıplar kültürümüz için tehlikelidirler, kutuplar ise aydınlatıcı. O halde şöyle diyelim: "Homo Republicanus", erkek türünün kusurlarını taşır; buna karşılık "Homo Democraticus" kadın türünün meziyetlerine sahiptir. Cumhuriyetçi için özellikle geçip giden, gücü kemiren ve tahrip eden zaman önemlidir. Bunun sonucu iş sıkıntısı, gerginliktir. Bütün bunlar kendi kendine olduğu için cumhuriyetçi gerginleşir. Demokrat için ise önemli olan havanın nasıl olduğudur. Ona göre endişeye mahal yoktur, çünkü mevsimler birbirini izleyecek ve yağmurdan sonra güneş ortaya çıkacaktır. Çarşaftan sonra da blujin. Savaştan sonra barışma gelecektir. Demokrat savaşa o kadar az inanır ki ilk silah atışı ile birlikte barışa hazırlanır. Bu, bunalım döneminde tehlikelidir. Acaba akıllı kim, deli kim? Bunu nasıl bilebiliriz? Bu ikisini birleştirmek gerekir. Bu tehlikeleri azaltacaktır. Merak etmeyin; hayat bunu oyun oynar gibi kendi kendisine yapmaktadır.
Sistemlerdeki Kaymalar
Politik konuda güzelliklerin değerlendirilmesi hiç tavsiye edilmez. Anormallikler, korkunç şeyler üzerinde durulması tercih edilir. Bu, nedensiz değildir: Onların bize şeylerin temelini, aslını açığa vurdukları söylenir. Bir cumhuriyet patolojisi vardır. Geçen yüzyılda Hippolyte Taine, yani çağdaş solcularımızın en az okuyup, en çok zikrettikleri yazar, geometri zihniyetinin bozduğu, bir insan kavramı adına gerçek insanları küçümseyen, buz gibi acımasız Jakobin hakkında her şeyi söylemiştir. Bu "iğrenç teorisyen", "bu lise öğretmeni" canlı bir halk düşmanıdır. Onun geçişine bakın: Kuru, zayıf, şüphe dolu, gözlerinin derinliklerinde bir giyotinle dolaşır. Konuşmasına bakın: Her şeyi açıklar; ama hiçbir şeyi anlamaz. Bu tutucu karikatürde her şey yanlış değil. Gerçekten hasta bir cumhuriyetin varacağı yer kışla, hasta bir demokrasinin sonu genelevdir. Huzursuz, rahatsız cumhuriyetlerin yolunu otoriteci eğilimler, uysal demokrasilerin yolunu ise demagojik eğilimler gözler.
Sistemlerdeki kaymaları karşı karşıya koymak uygun olacaktır. Ama her modelin karşıtları burada sahte bir simetri olduğunu haykıracaklardır. Bugün cumhuriyetçi modelin eleştirisinin, hastalığından hareketle yapıldığı bir gerçektir. Böylece onda ilkelerin sağlamlığının davranışların katılığını, tutarlılık iradesinin baskıcı zihniyeti, mantığın dar düşünceliliği gizlediği ortaya konmak istenecektir. Suçlanan cumhuriyetçi ise yapılan iltifatı demokratın kendisine çevirmekte yarar görecektir. Beni mağrur mu buluyorsunuz? (Avrupa'nın bütün ağızlarında "Fransız" olanla en sık birleştirilen sıfat.) Ben de sizi pek mezhebi geniş buluyorum. Ben mi dogmatiğim, genç adam. Aynada kendinize baksanıza, sizden daha fazla her çiçeğe konan olabilir mi? Gevşekliğinizi gizlemek için yumuşaklığınızla (souplesse) övünüyorsunuz. Gerçekçi kim, siz mi? Herhalde çıkarcı, fırsatçı demek istiyorsunuz. Siz beni kavgacı ve yobaz mı görüyorsunuz? Ben de sizi kaypak ve fırdöndü buluyorum. Karşılıklı olarak yapılan bu iltifatlar her iki kampa saflarını sıkılaştırmak imkanını vermektedir. Bunun sayesinde her biri komşusunun çarpıtıcı aynasında kendisini güzel bulmaktadır. Patolojik örneklere dayanılarak yapılan tartışma, narsizmin klasik bir hilesidir.
Cumhuriyetin korkunç biçimlerinin bugün demokrasininkilerden bin defa daha fazla alaylara yol açması bir tesadüf değil. Alayların oranı, kuvvetlerin oranını ifade etmektedir. 1989'un Fransa Cumhuriyeti'nde, cumhuriyet azınlıkta kalmıştır. Bir demokrat için de azınlıkta bulunan daima çirkindir.

Regis DEBRAY
Çeviren: Prof. Dr. Ahmet Arslan

Pir Sultan Abdal'dan...

"Siyaset günleri gelip çatmadan, gelin dostlar şaha gidelim"

Bonapartizm

---Alıntı---

Geçenlerde Taha Akyol 'Liberalizm' başlıklı bir yazı yazdı ve burada 'bilgi sahibi olmadan görüş sahibi olmak' alışkanlığından söz etti. Taha Akyol bunu yazarken herhalde şu ya da bu somut kişileri düşünmüyor, Türkiye'nin genel bir patolojisine değiniyordu. Ama ilginç bir rastlantıyla, onun yazdığı gazetede bu tanıma en uygun düşen yazar, Hasan Pulur, aynı günde 'Atatürk, Napolyon ve Demokrasi' başlıklı bir yazı yayımlamıştı.
Bunun başında 'ana fikir'ini şöyle açıklıyor: "Gazi Mustafa Kemal Paşa'yı, Napolyon'a benzetenler vardır. Atatürk'e ve devrimlere bağlı olanlara 'Bonaparist' sıfatını yakıştıranlar, Atatürk'le Napolyon Bonapart benzerliğine, akıllarınca gönderme yaparlar."
Şimdi, siyaset bilimi terminolojisinde 'Bonapartizm' diye önemli bir kavram vardır. Önemlidir, çünkü çeşitleri olan otoriter rejim biçimleri arasında, belirli bir sınıfsal tabana oturan özgül bir biçimi anlatır. Ne var ki, buradaki 'Bonapart' Hasan Pulur'un sandığı gibi Napoleon Bonaparte değil, onun yeğeni olan Charles-Louis-Napoleon Bonaparte'dır. Onun
için, Hasan Pulur'un siyaset terminolojisinde yeri
olan 'Bonapartist' teriminden başlayıp, Atatürk'ün nasıl I. Napoleon'u beğenmediğini anlatmak üzere örnekler vermesi komik oluyor.
Bu durum Hasan Pulur açısından yadırgatıcı değil. Bir süre önce de Abdülmecit'ten söz etmeye kalkıp Tanzimat'ın padişahını bir yüzyıl kadar gerilere taşımıştı.
Bazı şeyleri karıştırmak mümkündür elbette, ama bazı karıştırmalar ancak ciddi bir hata ve bilgi karışıklığı durumunda öylesine karışabilir. Hasan Pulur, 'bilgi sahibi olmadan, görüş sahibi' olmanın bütün gereklerini yerine getiren bir yazar olarak, şu yargıya da varıyor: "Atatürk'le Napolyon'u benzetmek isteyenlerin ve onun ilkelerine bağlı olanları 'Bonapartist' diye adlandıranların dillerinin altında yatan 'diktatörlük'tür."
Bu da yanlış, çünkü siyaset biliminin terimi olarak 'Bonapartizm' elbette 'demokrasi'yi anlatmamakla birlikte, 'diktatörlük' anlamına da gelmez. Çünkü ancak 'otoriter' yönetimin 'toplumsal rıza' üstüne oturduğu durumları anlatmak için kullanılır. Bununla diktatörlük arasında ciddi farklar var.
III. Napoleon, Fransa'da monarşi ve cumhuriyet arasında kimseyi hoşnut etmeyen bir kısır gitgellerin iyice bıkkınlık verdiği bir genel irade yorgunluğu anında seçimle iktidara geldi. Marx bu süreci, '18 Brumaire'de, hayranlık verici bir dakiklikle analiz eder (ve ortada etkin bir aktör olarak görünmeyen köylülüğün aslında nasıl belirleyici bir rol oynadığını anlatır). Seçimle iktidara geldikten bir süre sonra kilit yerlere kendine sadık adamlar yerleştirdi ve hükümetken hükümet darbesi yaparak imparatorluğunu ilan etti.
Bu tarihi süreç, Atatürk'ünkiyle fazla paralellik göstermiyor. Kurduğu rejimin özelliklerinden yola çıkıldığında, tek-parti rejiminin bazı özellikleriyle ortak noktalar bulunabilir. Bu da en çok, kendini sınıflar üstü ve oldukça patriyarkal bir hakem olarak kabul ettirmesi çerçevesinde oluşacak bir benzerliktir.
'Bonapartizm', çok şematik biçimde özetlediğim bu yönetim biçimine, Fransa tarihinden bakarak bulunmuş bir ad. Ama başka adları da var: Örneğin, 'Sezarizm'. Tartışılan konuya bence daha yakın olan bir başkası da 'Bismarkizm'. Bunun açıklamasını yarın yapayım.

murat belge - radikal

http://www.radikal.com.tr/1998/11/13/yazarlar/murbel.html

17 Kasım 2009 Salı

Neo-liberalizmin mezar kazıcıları

Küreselleşme kapitalizmin işine yaradığı için liberal bir dayatma gibi gözükmesiyle beraber özünde kaçınılmaz ve ideolojilerüstü bir süreçtir. Sınırların muğlaklaşması, internet, ulaşılabilirlik temel kavramları üzerinden şunu söyleyebiliriz, uzağa ulaşmak artık daha hızlı ve daha ucuzdur. Bu sürecin de en büyük getirisi hakim iktisadi sisteme olmuştur. Lakin unutulmamalıdır ki karşı-tez de yapılanmasını küreselleşmenin getirileri içinde gerçekleştirmektedir. Örneğin bir protesto gösterisini organize etmek, Abd karşıtı olmak, sınırüstü bir hal almıştır ve internet, antiteze de fırsat sağlayan bir araçtır.

Perestroyka nedir?

(Rusça: Перестройка, "Yeniden Yapılanma"), SSCB'de 1980'li yıllardan itibaren gerçekleştirilen ekonomik ve siyasi sistemi yeniden yapılandırma ve reform hareketleri. İlk olarak 1979'da Leonid Brejnev tarafından önerilmiş, dönemin devlet başkanı Mihail Gorbaçov tarafından desteklenmiş ve teşvik edilmiştir.
SSCB'de sosyalizmin artık işlemez hale gelmesi üzerine ekonomiyi biraz serbestleştirerek devletin bütünlüğünü korumaya çalışan Gorbaçov, tam aksine devletin parçalanmasına sebep olmuştur.
Gorbaçov ekonomi ve devlet yönetimine daha liberal bir bakışla yaklaşmıştır. Genel olarak yaptığı reformlar devlet mekanizmasını hantallığından kurtarmak üzeredir. Verimsiz işleyen devlet kurumları ve işletmelerine özerklik, tek bir merkezden planlama yerine kendi üretim planlarını yapabilme, bütçe açıklarını merkezden kapatma yerine kapitalist sistemdeki gibi kar amaçlı üretime odaklanma, kaynakların silahlanma yarışı yerine ekonomik refahı arttırma üzerine kullanılması ve bu nedenle ABD ile silahsızlanma anlaşmaları yapılması perestroyka ilkesinin getirdiği başlıca gelişmelerdendir.

5 Kasım 2009 Perşembe

Ahkam kesmenin dayanılmaz hafifliği...

...siz çabalayıp yoktan var etmeye çalışırken, birileri de olmayan yücelikleri varmış gibi gösterip yaptıklarınızı küçümser, neden daha fazla değil der... onların büyüklükleri yokluklarında kaybolurken sizin küçüklüğünüz yücelir, yücelir, yücelir...

3 Kasım 2009 Salı

Tevhid-i Tedrisat Kanunu

Kanun No :430 Kabul Tarihi :3.3.1340 (1924) R.Gazete'de Yayımı :6.3.1340 (1924) Sayısı :63

* Madde 1-Türkiye dahilinde bütün müessesatı ilmiye ve tedrisiye Maarif Vekaletine merbuttur.
* Madde 2- Şer'i ve Evkaf Vekaleti veyahut hususi vakıflar tarafından idare olunan bilcümle medrese ve mektepler Maarif Vekaletine devir ve raptedilmiştir.
* Madde 3- Şer'iye ve Evkaf Vekaleti bütçesinde mekatip ve medarise tahsis olunan mebaliğ Maarif bütçesine nakledilecektir.
* Madde 4- Maarif Vekaleti yüksek diniyat mütehasısları yetiştirilmek üzere Darülfünunda bir İlahıyat Fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidematı dineyinin ifası vazifesi ile mükeelef memurların yetişmesi için de ayrı mektepler küşat edecektir.
* Madde 5-Bu kanun neşri tarihinden itibaren terbiye ve tedrisatı umumiye ile müştegil olup şimdiye kadar Müdafaai Milliyeye merbut olan askeri rüşti ve idadilerle Sıhhiye Vekaletine merburt olan darüleytamlar,bütçeleri ve heyeti talimiyeleri ile beraber Maarif Vekaletine raptolunmuştur.Mezkür rüşti ve idadilerde bulunan heyeti talimiyelerin ciheti irtibatları atiyen ait olduğu ve Vekaletler arasında tahvil ve tanzim edilecek ve o zamana kadar orduya mensup olan muallimler orduya nispetlerini muha-faza edecektir. (637 sayılı 22.4.1941 Tarihli kanunla eklenen fıkra). Mektebi Harbiyeye menşe teşkil eden askeri liseler bütçe kadroları ile Müdafaai Milliye Vekaletine devrolmuştur.

* Madde 6-İşbu kanun tarihi neşrinden muteberdir.
* Madde 7-İşbu kanunun icrayı ahkamına İcra Vekilleri Heyeti memundur.

İlamların ve matbu muamelat cetvel ve defterinin 1929 Haziran iptidasına kadar eski usulde yazılması caizdir.Verilecek tapu kayıtları ve senetleri ve nufus ve evlenme cüzdanları ve kayıtları ve askeri hüviyetve terhis cüzdanları 1929 Haziranı iptidasından itibaren Türk harfleriyle yazılacaktır.

* Madde 4- Halk tarafından vaki müracatlarda eski arap harfleriyle yazılı olanlarının kabülü 1929 Haziranının birinci gününe kadar caizdir.1928 senesi kanunun evveli iptidasından itibaren Türkçe hususi,resmi levha,tabela,ilan,reklam vesinema yazıları ile kezalik Türkçe hususi,resmi bilcümle mevkut,gayrı mevkut gazete,risale ve mecmuaların Türk harfleriyle basılması ve yazılması mecburidir.
* Madde 5- 1929 Kanunusanisi iptidasından itibaren Türkçe basılacak kitapların Türk harfleriyle basılması mecburidir.
* Madde 6- Resmi ve hususi bütün zabıtlarda 1930 Haziranı iptidasına kadar eski Arap harflerinin stenografi makamında istimali caizdir. Devletin bütün idare ve müeseselerinde kullanılan kitap,kanun,talimatname,defter,cetvel,kayıt ve sicil gibi matbuların 1930 Haziranı iptidasına kadar kullanılması caizdir.
* Madde 7-Para ve hisse senetleri ve bonolar ve esham ve tahvilat ve pul ve sair kıymetli evrak ile hukuki mahiyeti haiz bilcümle eski vesikalar değiştirilmedikleri müddetçe muteberdirler.
* Madde 8-Bilumum bankalar,imtiyazlı ve imtiyazsız şirketler,cemiyetler ve müesseselerin bütün Türkçe muamelatına Türk harfleri tatbiki 1929 Kanunusanisinin birinci gününü geçmez. Şu kadar ki halk tarafından mezkûr müeseselere 1929 Haziranı iptidasına kadar eski Arap harfleriyle müracaat vaki olduğu taktirde kabul olunur. Bu müesseselerin ellerinde mevcut eski Arap harfleriyle basılmış defter,cetvel katolog, nizamname ve talimatname gibi matbuaların1930 Haziranı iptidasına kadar kullanılma-sı caizdir.
* Madde 9-Bütün mekteplerin Türkçe yapılan tedrisatında Türk harfleri kullanılır Eski harflerle matbu kitaplarla tedrisat icrası memnudur.
* Madde 10-Bu kanun neşri tarihinden muteberdir.
* Madde 11-Bu kanunun ahkamını icraya İcra Vekilleri Heyeti memurdur.

Bu kanun;1982 Anayasası'nın 'İnkılap kanunlarının korunması' başlığı altındaki 174.maddeyle, güvencesi altında saydığı kanunlar arasında yer almıştır.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Perikles'in Cenaze Söylevi

Şimdiye kadar burada söz söylemiş olanların çoğu gömme töreni geleneğine bir söylev katanı överler, savaşta ölenler anılışı için böyle bir söz söylemenin ne kadar güzel bir şey olduğunu anlatırlardı. Ben ise yiğit erler olduklarına başardıkları işlerle herkesi inandıranlara bu gömme töreni için yapılmış olduklarını gördüğümüz hazırlıklar gibi gene işle saygılarımızı göstermenin yeteceğini, birçok kimselerin yiğitliklerinin anlatılması işinin iyi yahut kötü konuşulabilecek olan bir tek kişinin elinde bırakılmasının tehlikeli olduğunu düşünüyordum. Çünkü sözlerinin doğruluğuna başkalarını iyice inandırmanın güç olduğu yerde uygun, ölçülü söz söylemek güçleşir. Olan biteni bilen ve beğenen bir dinleyicinin şunu veya bunu, beklediği yahut bildiği kadar güçlü söylenmemiş bulması pek olağandır. Öbür yandan işi iyice bilmeyen bir dinleyici, kendi gücünün yetmediği bir şey işitirse kıskançlığından bazı şeylerin olduğundan çok gösterilerek anlatıldığını söyler. Zira insanlar başkaları için söylenen övmelere, duydukları şeyleri kendilerinin de yapabileceklerini sandıkları yere kadar dayanırlar. Kendilerinin varabilecekleri yeri aşan övme karşısında kıskançlık hemen kendini gösterir de inanmazlar. Bizden öncekiler böyle olmasını istediklerinden ben de bu yasaya uyarak hepinizin istedikleri ve düşündüklerine uygun sözler bulmaya çalışacağım.

Sözlerime atalarımızdan başlayacağım; çünkü böyle bir fırsatta onları anarak saygı göstermemiz doğru ve güzeldir. Bu yurtta hep bir soydan gelenler oturmuşlar, onu her kuşak yavuzluğuyla kölelikten koruyarak kendinden sonra gelene bırakmış. Bu yüzden onlar övülmeyi hak etmişlerdir. Fakat asıl övülecek olanlar babalarımızdır; kendilerine bırakılanlara büyük zorluklarla kazandıklarını da ekleyerek bugünkü büyük egemenlik alanımızı bizim elimize verdiler. Devletin daha çok güçlenmesini bugün tam olgun yaşta bulunan bizler başardık, şehrimizi her şeyle donatarak onu hem savaşta, hem barışta bütün bütün kendine yeter kıldık. Bütün bu faydaları bize kazandıran savaş başarılarını, Helen yahut yabancı düşmanların saldırmasına karşı babalarımızın yahut kendimizin cesaretle yurdu nasıl koruduğumuzu uzun uzadıya anlatmayıp geçeceğim. Bunlar hepimizin çok iyi bildiğimiz şeylerdir. Ne gibi hedeflere doğru yürüyerek bu kadar yükseldiğimizi, hangi devlet ilkeleri, hangi düşünüş ve yaşayış biçimleri yüzünden arttığını gösterdikten sonra ölülerimizi öveceğim. Bunların bu yere ve bu zamana uyduğunu, işitilmelerinin yerli yabancı bütün bulunanlar için yararlı olacağını sanıyorum.
Başka ulusların yasalarına bakarak kurulmamış olan bir idare şeklimiz var; başkalarını taklit etmek şöyle dursun, biz kendimiz başkalarına örnek oluyoruz. İdare şeklimizin adı demokratia�dır. Bu ad ona bir kaç kişiye değil, bütün yurttaşlara dayandığı için verilmiştir. Yasalarımız kişisel işlerde herkese aynı hakkı veriyor; devlet işlerinde herkesin alabileceği yer şu veya bu soydan oluşuna değil, gösterdiği yüksek yetenekle kazandığı üne göredir. Yurda iyiliği dokunabilecek bir yurttaşın şerefli bir yer kazanmasına da fakirliği, alçak bir sınıftan oluşu engel değildir. Devlet işlerinde çok serbest düşünüyoruz. Bu serbest düşünüşü günlük uğraşlarımızda da gösteriyor, birbirimizi tenkit için gözetlemiyoruz. Birisi bir kere gönlünün dilediği gibi işlemişse ona kızmadığımız gibi başkalarını cezalandırmayan, fakat can sıkan somurtkan bir yüz de takınmıyoruz. Özel yaşayışımızda hepimiz dilediğimizi işlediğimiz halde bütün yurttaşları ilgilendiren işlerde kötü bir şey yapmak korkusuyla çok sıkı davranıyor, baştakilerin, yasaların, bilhassa haksızlığa uğrayanları korumak için konulmuş olan, yazılı olmadıkları halde onları ayakları altına alanlara herkesin pek doğru ve yerinde bulduğu kötü bir ad kazandıran yasaların buyruklarından dışarı çıkmaktan çok çekiniyoruz.
Biz ruhumuzu yorgunluklardan dinlendirmek için de pek çok imkânlar bulduk. Bütün yıl birbirini kovalayan vakti belli idman bayramlarımız, kurban âyinlerimiz, çok güzel döşenmiş evlerimiz var; bunların her gün bize verdiği eğlence ve sevinç karşısında can sıkıntısı, keder tutunamıyor. Şehrimiz büyük bir merkez olduğundan her yandan her şeyi buraya çekiyoruz; biz yurdumuzun mallarından olduğu kadar yabancı ülkelerin yetiştirdiklerinden de kendimizinkiler gibi faydalanıyoruz.

Savaş işlerindeki tedbirlerimizin esaslarında da şu noktalarda düşmanlarımızdan ayrılıyoruz: şehrimizi herkes için açık tutuyoruz; düşmanlarımızdan biri gizlenilmemiş bir şeyi görür de faydalanır korkusuyla görmesine, öğrenmesine engel olmak için hiçbir yabancıyı hiç bir zaman şehrimizden kovmuş değiliz. Biz en büyük yardımı düşmanı şaşırtmak için yapılan hazırlıklar, tertiplerden değil, dövüşmeye karşı gönüllü ve hazır oluşumuzdan bekliyoruz. Gençlik eğitiminde onların hedefi ağır meşakkatli bir yaşayış ile daha çocuk iken bir erkek gibi olmaktır. Bize gelince rahat, başıboş yaşadığımız halde kendimizinkine denk düşman güçlerine karşı yürümekte onlardan hiç de geri kalmıyoruz, işte kanıtı: Lakedamonialılar yalnız başlarına değil, bütün birleşik güçleriyle topraklarımıza giriyorlar. Bizse başkalarına saldırarak bizim için yabancı bir toprakta, kendi yurtlarını koruyanlarla dövüşüp onları çok kere kolayca yeniyoruz. Bizim bütün savaş gücümüzle düşmanlarımızdan hiçbiri daha karşı karşıya kalmadı. Çünkü biz aynı zamanda bir yandan bir donanma hazır tutuyor, öte yandan kendi askerlerimizden bir takımını bir çok yerlere yollayıp dağıtıyoruz. Böyle olduğunu bildikleri halde Lakedamonialılar güçlerimizin bir takımı ile çarpışıp bizimkilerden bir kaçını yenerlerse bütün güçlerimizi kovaladıklarını söyleyerek övünüyorlar; yenilince de bütün ordumuz karşısında bozguna uğradıklarını anlatıyorlar. Zahmetlere, meşakkatlere dayanmaya çalışmıyor, kayıtsız, rahat yaşayarak düzen ve kurallardan daha çok ruhumuza, karakterimize uyarak savaşta yüksek cesaret göstermek istiyorsak, bunun bize ilerdeki zorluklar, meşakkatler için daha önceden zahmet çekip yorulmamak gibi bir faydası oluyor. Güçlüklerle karşılaşınca da durmadan dinlenmeden kendilerini sıkan, zorlayanlardan yüreklilikte daha geri kalmıyoruz.
Bu ve daha başka hususlarda Atina hayranlığa değer. İsrafa kaçmadan güzel şeyi, gevşeklik vermeyecek derecede bilgiyle uğraşmayı seviyoruz. Zenginliği gürültülü sözlerle öğünmek için değil, bir iş başarabilmek için bir fırsat biliyoruz. Atina�da bir kimse için fakirlikten kurtulmaya çalışmamak utandırıcıdır. Bizde aynı adamlar hem kendi işlerine hem de devlet işlerine bakarlar; bu, şu, öteki başka bir işle uğraştığı halde bütün yurttaşları ilgilendiren meselelerdeki bilgi ve anlayışları kıt değildir. Yalnız biz Atinalılar devlet işlerine karışmayanlara kendi işi gücü ile uğraşan ses siz bir yurttaş değil, hiç bir işe yaramayan biri gözüyle bakıyoruz. Sözlerin işler için zararlı olmadığını, yapılması gereken işlere girişmeden önce iyice bilmemenin çok kötü olduğunu sandığımızdan yapılacak şeyleri düşünüp taşındıktan sonra bir karara bağlıyoruz. Cesaretle bir işe atılmak, girişeceğimiz işi en ufak yerlerine kadar düşünmekte de başkalarından üstünüz. Öte yandan başkalarına anlayışsızlık delice bir cesaret, her şeyi enine boyuna düşünüp hesaplama ise korkaklık verir. Neyin hoş neyin zahmetli olduğunu iyice tanıdıkları halde tehlikeler karşısında yılarak geri çekilmeyenlerin çok sağlam ruhlu kimseler olduğuna inanmak pek doğru olur.

İyilik etmekten anladığımız da, birçoklarınınkinden büsbütün başkadır. İyilik görerek değil, iyilik ederek dost kazanıyoruz. İyilik edenin durumu daha sağlamdır. Çünkü yaptığı iyilik, iyilik ettiği kimseyi sevgi ile karşılığını yapmaya borçlu kılmaktadır. Yapacağı iyiliğin bir sevgi eseri değil, ödenen bir borç yerine geçeceğini bildiğinden teşekküre borçlu olan sallantıdadır. Yalnız biz sağlayacağımız yararı göz önünde tutarak değil, fikir ve ruh asilliğimizin bir kanıtı olarak hiç korkmadan başkalarına iyilik ediyoruz.
Kısaca söylersem, Atina şehri Helen dünyasının bir okuludur. Burada bana yaşam uğraşlarının bütün biçimlerinde, hem de incelikle birleşmiş büyük bir beceriklilikle herkes kendi kişiliğini, kendi vücudunu her şeye gücü yetecek bir duruma koyuyor gibi geliyor. Bunların yalnız bu an için söylenmiş gürültülü sözler değil, başarılan işlerle kanıtlanmış gerçekler olduğunu, devletimizin anlatmış olduğum niteliklerimizle kazanılan kudreti gösteriyor. Bugün ayakta duranlar arasında yalnız bizim devletimizin gücünün söylenildiğinden, anlatıldığından pek daha büyük olduğu deneme ile anlaşılıyor. Yalnız bizim devletimiz kendisine saldıran düşmanı böyle insanlara nasıl yeniliyorum diye öfkelendirmediği gibi, idaresi altına girmiş olanların da değersiz kimselerin ellerine düştüklerinden yanıp yakınmalarına sebep olmuyor. Gücümüzü birçok tanıtlarla, tanıklarla ortaya koyduğumuz için şimdi yaşamakta olanlar ve ileride yaşayacaklar bize karşı hayret ve takdir duyacaklar. Bizim ne Homeros�a, ne de başka bir övücüye ihtiyacımız var. Böylece bir övücü sözleriyle kısa bir zaman eğlendirir; fakat gerçek, onun olguları değerlendirişini yıkar atar. Biz bütün denizleri ve karaları yürekliliğimize yol vermeye zorladık; her yanda yenme yahut yenilmemizin hep duran anıtlarını kurduk. Onu ellerinden kaptırmamayı en yüksek bir düşünce ile ödev bilerek böyle bir şehir uğrunda bunlar dövüşüp can verdiler. Daha yaşayan bizlerden her birimizin onun uğrunda her şeyi göze almak isteyeceği tabiidir.

Şehrimizden biraz uzunca konuşmamın nedeni bizim savaşımızla bu söylediklerimizden hiçbiri kendilerinde bulunmayanların savaşmasının bir olmadığını göstermekti. Bunu yaparken ölülerimiz için söyleyeceğim övücü sözlerin temellerini kanıtlarla sağlamlaştırmış oldum. Övücü sözlerimin büyük bir kısmını söylemiş bulunuyorum. Çünkü şehri övmek için saydığım şeylerle onu süsleyen bu ölülerimizin ve onlar gibi yavuz erlerin güzel başarılarıdır. Bunlarınki gibi sözlerimizle işlerimiz birbirine denktir diyebilecek pek az Helen vardır. Bunların ölümü gibi bir ölümün bir erkeğin yavuzluğunun (ister bu yavuzluğu ilk defa olarak meydana çıkarsın, ister sonuncu bir kere daha sağlamca göstersin) en büyük kanıtı olduğu düşüncesindeyim. Bir kimse başka hususlarda kusur etmiş olsa da anayurdu korumak için savaşta gösterdiği yürekliliğe üstün bir yer ayırmak gerekir. Böyle bir kimse işlediği iyilikte önceki kötülüğünü temizleyerek yurda özel işleriyle verdiği zarardan daha çok faydası olmuş demektir. Bu ölülerimizin hiçbiri zenginliğinden ilerde de faydalanmayı her şeyden üstün tutarak yürekliliğini yitirmediği gibi, fakirse de kaçarsam belki ilerde zengin olurum umuduyla tehlikeden yakasını kurtarmaya çalışmadı. Düşmanları cezalandırmak dileği bütün bunlardan çok daha güçlü idi. Bunu yapmak için kendilerini tehlikeye atmayı çok şerefli bulduklarından her şeyi göze alarak düşmana haddini bildirmeye ve anlatmış olduğum faydaları elde etmeye karar verdiler. Geleceğin kendilerinden gizli tuttuğu başarıyı umuda bırakarak gözleri önünde olan şey için güçlerine güvenmeyi doğru buldular. Yurtlarını korurken ölmeyi, yerlerini bırakarak kaçıp canlarını kurtarmaktan daha şerefli saymakla korkak denilmenin utancından kaçındılar. Onlar üstlerine düşen ödeve canla başla katlandılar ve savaş talihinin birden işe karışması sonunda korku ile değil, en yüksek ün ve şerefle hayattan ayrıldılar.
Bunlar böyle yavuz davranmakla şehrimize yakışan erler olduklarını gösterdiler. Geri kalanlar savaşın kendileri için daha az tehlikeli olmasını dilemekle birlikte düşmanlara karşı hiç yılmayan bir yürekleri olmasını istemelidirler. Siz yurdu korumanın iyiliklerini söylenecek kuru sözlerden öğrenecek değilsiniz. Pek iyi bildiğiniz şeyler olduğu için birinin kalkıp bunları size uzun uzadıya anlatması gerekmez. Siz şehrin eşsiz gücünü her günkü olan bitenlerde görüyor, onu içten seviyorsunuz. Onun büyüklüğünü düşündükçe tehlike ne kadar korkunç olursa olsun üstlerine düşen ödevi iyice tanır tanımaz işe atılmak yürekliliğini gösteren, şeref duygusuyla davranan erlerin onu bu yüksekliğe ulaştırdıklarını, herhangi bir denemede, başarısızlığa uğradıkları zaman şehri hemen kendi cesaretlerinden mahrum bırakmayıp canla başla onu kurtarmaya çalışarak en büyük fedakârlıkta bulunduklarını hatırlıyorsunuz. Bütünlüğün kurtuluşu için canlarını feda etmekle bunların her biri kendisi için hiç ölmeyen bir ün, eşsiz bir mezar kazandı. Bu mezar onların içinde yattıkları yer değil, kahramanlıktan söz açıldıkça, yavuz başarılar görüldükçe, durmadan anılarak içinde saklanacakları yerdir. Yavuz insanların gömüldüğü yer bütün topraklardır. Onların adını yalnız yurtlarındaki mezar taşı yazıları bildirmez, yabancı illerde de yazısız anıları taş, tunç üzerinde değil her insanın gönlünde, düşüncesinde yaşar durur. Siz şimdi onlar gibi olmaya çalışın; özgürlüğün öz mutluluk, yürekli olmanın özgürlük demek olduğunu düşünerek savaşın tehlikelerinden yılmayın. Yoksulluk içinde yaşayan, kendileri için iyi bir yaşayışa kavuşmak ihtimali olmayan kimselerin, mutluluklarını yitirerek bahtsızlığa düşmek tehlikesine uğrayacak, ayakları kayıp düşünce eskisinden pek başka şartlar içinde yaşayacak olanlardan daha haklı olarak canlarını tehlikeye atabilecekleri doğru değildir. Şeref duygusu olan bir insan için korkak davranmadan doğacak alçalma, yüreklilikle yurdunun zaferini umarak döğüşürken duyulmadan gelen ölümden pek daha acıdır.

Bunun için ölülerimizin burada bulunan ana babalarına acıyacak değilim; onlara avutucu sözlerle cesaret vermeye çalışacağım. Sizler doğduğunuzdan beri talihin ne kadar çeşitli aksiliklerine uğradığınızı biliyorsunuz. Bahtlı olanlar burada yatanlar gibi şerefli bir ölüme, sizler gibi şerefli bir acıya kavuşanlar, yaşamlarında mutluluklarını nelere bağlamışlarsa onlar arasında ölenlerdir. Sizleri buna inandırmanın, acılarınızı unutturmanın güç olduğunu biliyorum. Başkalarının bahtlarını görerek önce sizi sevindirip gururlandıran mutluluğunuzu sık sık hatırlayacaksınız. Tatmadığı, denemediği iyi şeylerden yoksun kılınması değil, alıştığı yerin elinden alınması insana acı gelir.
Daha çocukları olacak yaşta bulunanlar yeniden çocuğa kavuşmak umuduyla kendilerini avutmalıdırlar. Bu çocuklar her ana babaya artık yaşamayanları unutturmakla kalmazlar, aynı zamanda onu ıssız kalmaktan kurtarmak, devamını sağlamak gibi çift bakımdan şehre faydalı olurlar. Çocuklarını yitirmek gibi aynı bir tehlikeyle karşı karşıya bulunmayanlar şehir için aynı doğru ve tarafsız öğütlerde bulunamazlar. Kocamış olmaları kendileri için böyle bir umuda yer bırakmayanlara gelince, sizler günlerinizin çoğunu bahtlı olarak geçirmiş olmanızı kâr bilmeli, geri kalan zamanın kısalığını düşünerek çocuklarınızın kazandıkları ünle acılarınızı yatıştırmalısınız. Çünkü ölmeyen yalnız ündür, ihtiyarlığa, bazılarının dedikleri gibi kazanç değil, sayılmak yakışır.
Artık hayatta olmayanı herkes över; ne kadar yavuzluk gösterirseniz gösterin, sizi bunlara denk tutmayacaklar, onlardan biraz aşağı olduğunuzu söyleyecekler. Hayatta olanlar rakiplerinin kıskançlığıyla çarpışırlar, kimseye engel olmayanın ise kıskanmadan iyiliği istenir, kendisine saygı gösterilir.
Dul kalan kadınlarımızın yürekpekliğini de kısaca anmam gerekirse, bütün diyeceklerimi bir kaç övücü söz içine sığdıracağım. Siz kadınlar için en büyük ün, yaradılışınızın çizdiği sınırlar içinde geride kalmamanız, iyi yahut kötü davranmanızdan dolayı adınızın erkekler arasında mümkün olduğu kadar az anılmasıdır.
Ben geleneğe uyarak, yakışık aldığını sandığım şeyleri söyledim. Ölülerimize karşı söylenmesi değil, yapılması gerekenlere gelince: bir yandan törenle gömerek onlara saygı gösterdik, bir yandan da şehir onların çocuklarına, masrafını yüklenerek yetişinceye kadar bakmayı üzerine alacak ve onların geride bıraktıkları çocuklarına böyle bir döğüş için gözle görülür, elle tutulur bir faydası olan bir zafer çelengi ayıracak. Yüreklilik ve yiğitlikler için ortaya büyük ödüller koyan bir şehrin yurttaşları da en yiğit erlerdir. Şimdi herkes kendine düşen yası bitirip evine dönsün

Hansa Birliği

Hansa Birliği, Almanya'nın kuzeyindeki kentlerin ve yabancı ülkelerde yaşayan Alman gruplarının, karşılıklı çıkarlarını korumak amacıyla kurduklan ticari örgütlenme.



Hansa isminin kökeni

13. yüzyıldan 15. yüzyıla değin Avrupa'nın kuzeyinde önemli bir ekonomik ve siyasal güç olmuştur. Ortaçağ Almancasında "lonca" ya da "birlik" anlamına gelen Hanse sözcüğü, Got dilinde "takım" ya da "bölük" anlamındaki bir sözcükten türemiştir.


Birliğin doğuşu

Hansa Birliği'nin kurucuları, Alman tüccarların etkin olduğu iki ana bölgenin yerel ticaret birlikleriydi. Bunlar, Felemenk ve İngiltere'yle ticari ilişkileri olan Ren Bölgesi ile Almanların kuzeydoğu Avrupa'nın iç kesimleriyle Batı Avrupa-Akdeniz Bölgesi arasındaki ticarete aracılık yaptıkları Baltık Denizi bölgesiydi. 1280'lere gelindiğinde, Ren Bölgesi'ndeki çeşitli tüccar grupları ortak çıkarlarını korumak için işbirliğine başlamışlar ve başta Lübeck olmak- üzere Baltık ticaretine egemen olan öteki kuzey Alman kentleriyle bir birlik kurmuşlardı. Birlik üyeleri ticaretlerini güvence altına almak için korsanlara ve haydutlara karşı önlemler almayı, fener kuleleri inşa ettirip kılavuzlar yetiştirerek deniz seferlerinin güvenliğini sağlamayı ve güçlü ticaret üsleriyle tekeller oluşturmayı amaçlıyorlardı. Bu dönemde Bergen, Novgorod ve Londra (Steel Yard) gibi çeşitli yabancı kentlerde Hansa Birliği'ne bağlı ticaret üsleri (Kontore) kuruldu.


Danimarka ile savaş

Ama birliğin izlediği saldırgan ve korumacı politikalar bir süre sonra yerel tüccarlar arasında hoşnutsuzlukların doğmasına, hatta silahlı çatışmaların çıkmasına neden oldu. Öte yandan Danimarka Kralı IV. Valdemar'ın Baltık Denizinin güneybatısına egemen olmaya ve birliğin buradaki denetimine son vermeye yönelik çabaları 1368-70 arasında birliğin geleceği için ciddi bir tehlike durumuna geldi. Birlik üyeleri bu sorunu görüşmek üzere özel olarak topladıkları mecliste bir ordu kurmaya karar verdiler. Bu ordunun Danimarkalıları kesin bir yenilgiye uğratmasının ardından Hansa Birliği kısa bir süre Danimarka'ya egemen oldu.



Hansa Birliği'nin yapısı

14. yüzyılda çoğunluğu Almanya'da bulunan 100 kadar kent, birliğe üyeydi. Sürekli bir ordusu ve donanması olmayan Hansa Birliği'nin anayasası yoktu; düzenli aralıklarla toplanan meclislerin (diyet) dışında bir yönetim organına sahip değildi. Bu meclisler, üye kentlerin özel ve bölgesel çıkarlarının ortak sorunlara ağır basmaya başladığı 15. yüzyıl başından sonra gitgide daha az toplanmaya başladılar.



Hansa Birliği'nin dağılması

Hansa Birliği'nin zayıflamasında. Alman olmayan Baltık devletlerinin giderek güçlenmeleri de etkili oldu. Litvanya ile Polonya'nın 1386'da birleşmesinin ardından yaklaşık 1400'de Danimarka, İsveç ve Norveç aralarında bir birlik oluşturdular. Öte yandan Alman tüccarlar 1478'de Moskova Knezliği'nin eline geçen Novgorod'dan çıkarıldılar. 16. yüzyıl ortalarına gelindiğinde Felemenklilerin Baltık Bölgesi'nden batıya yapılan ticaretin denetimini ellerine geçirmeleri Lübeck'e ağır bir darbe indirdi. Almanya'da Brandenburg-Prusya gibi prensliklerin güçlenmesiyle daha da zayıflayan birlik, Amerika'nın keşfi ve ticaret yollarının Batı'ya kayması sonucunda yavaş yavaş dağılmaya başladı. Hansa Birliği'nin meclisi son kez 1669'da toplandı.


Yeni Hansa Birliği’nin kuruluşu

1980 yılında Hollanda’nın Zwolle kentinde düzenlenen bir konferansta Hansa Birliği’nin yeniden canlandırıldığı ilan edildi. Yeni Hansa Birliği’nin temel hedefi, „sınırlar ötesi ortak hayat ve kültür topluluğu meydana getirmek“ olarak duyuruldu. Yeni Hansa Birliği, Hansa’nın Ortaçağ’da geliştirdiği gelenekler çerçevesinde yalnızca turizmi değil, birliğe bağlı kentler arasındaki ticareti de geliştirmeye çaba gösteriyor.

Küreselleşme ve Siyaset

Ödev teslimi için son tarih: son ders!

Salı günleri hoca ile görüşülebilir. Okulda.

24 Ekim 2009 Cumartesi

Ortodoksluk nedir?

Ortodoksluk (orthodoxy) ideolojik anlamda, birey ve grupları karakterize eden bir özelliğe işaret etmektedir. Adorno ve Rokeachten sonra ortodoks inançlar konusundaki araştırmalarıyla tanınan Deconchye (1984) göre, Ortodoks kişi, dilinin düşüncesinin ve davranışının, ait olduğu grup ve özellikle de bu grubun iktidar aygıtları tarafından düzenlenmesini kabul eden, hatta isteyen kişidir; Ortodoks grup, bu tür bir düzenlemenin sağlandığı, işlediği gruptur; Ortodoks sistem ise, Ortodoks bir grupta Ortodoks bireyin davranışlarını düzenleyen psiko-sosyal öğeler bütünüdür.

Bu bakış açısında Ortodoksluk, belirli bir ideolojiye ait değildir ve çok çeşitli Ortodoksluklar olabilir.

Ortodoksluk ya da Ortodoks düşünce, birey üzerinde kesin kontrol arayan tüm düşünce ve eylem topluluklarıyla (dinsel gruplar, etnik/ayrılıkçı örgütler, sekter siyasal partiler) ilgilidir. Üyeleri üstünde homojenleştirici bir etkide bulunan bu tür topluluklarda, topluluğun dayandığı doktrin içindeki birbiriyle bağdaşmayan düşünce içeriklerinin ya da inançların, sorgulanmaksızın aynıyla tekrarı istenmektedir. Ortodoks grup, tek bir perspektifi kabul etmekte ve bu perspektifle çelişen enformasyonlara karşı, bir tür bilişsel bağışıklık geliştirmektedir.

Deconchy, Ortodoksluğu bir kişilik özelliği olarak görmemektedir. Ortodoksluk, kontrol edilmiş ve düzenlenmiş bir sosyal alana gönderir. Bu tür bir sistemde, enformasyonun rasyonel eksikliği veya eğretiliği (örneğin Katolik Kilisesinde teslis inancı), düzenlemenin sağlamlığıyla telafi edilir. Grubun doktrinine rasyonel eleştiriler arttığında, Ortodoks grup da hakimiyetini sertleştirir. Ortodoks inanç sistemlerinde, sosyal kontrol ve düzenleme, grubun inançlarının içeriğinden çok daha açıklayıcı bir değer taşır.

20 Ekim 2009 Salı

İbn-i Rüşt Kimdir?


İbn-i Rüşt (1126 - 10 Aralık 1198) Endülüslü-Arap felsefeci ve hekim, bir felsefe, fıkıh, matematik ve tıp alimi. Kurtuba'da doğdu ve Marakeş, Fas'ta öldü. Künyesi Ebû El-Velid Muhammed Bin Ahmed Bin Muhammed Bin Ahmed Bin Ahmed Bin Rüşd

(Arapça:ابوالوليد محمد بن احمد بن محمد بن رشد). Batı dillerinde adı Averroes olarak geçer.



Hayatı

İbn Rüşt, Maliki mezhebinden fakihler yetiştirmiş bir aileden gelir; dedesi Ebu El-Velid Muhammed (ö. 1126) Murabıtlar hanedanının Kurtuba'daki en yüksek dereceli hakimiydi. Babası Ebu El-Kasım Ahmed, aynı makamı Muvahhidler'in 1146'daki hakimiyetine kadar işgal etti.

Yusuf el-Mansur'un veziri İbn Tufeyl (Batı'da bilinen adıyla Abubacer) tarafından sarayla ve büyük İslam hekimlerinden, sonradan arkadaşı olacak İbn Zuhr (Avenzoar) ile tanıştırıldı. 1160'ta Sevilla kadısı oldu ve hizmeti boyunca Sevilla, Kurtuba ve Fas'ta birçok davaya baktı.

Aristo'nun eserlerine şerhler ve bir tıp ansiklopedisi yazdı . Eserlerini 1200lerde, Yakob Anatoli Arapça'dan İbranice'ye tercüme etti.

En önemli orijinal felsefî eseri Tehâfüt-ül Tehâfüt (Çelişkilerin Çelişkileri / İnsicamsızlığın İnsicamsızlığı) ismini taşır ve Gazali'nin Tehâfüt-ül Felâsife (Felsefelerin Çelişkileri / Felsefelerin İnsicamsızlığı) isimli kitabındaki kendiyle çelişme ve İslama mugayir olma iddialarına karşı Aristo felsefesini savunur. Faslu'l-makâl ve el-Keşf an minhâci'l-edille isimli iki risalesi de felsefe-din ilişkilerini konu alır.

Endülüs'ü 12. yüzyılın sonralarında yayilan fanatiklik dalgasıyla, sahip olduğu bağlantılar kendisini siyasî problemlerden uzak tutamamış ve Kurtuba yakınlarında bir yerde tecrit edilmiş ve ölümünden kısa süre önce Fas'a gidinceye dek gözetim altında tutulmuştur. Mantık ve Metafizik alanında verdiği eserlerin çoğu müteakip sansür döneminde kaybolmuştur.



Felsefesi

İbn Rüşt, Aristo'nun düşünce sistemini İslam ile kaynaştırmaya çalışmıştır. Ona göre İslam'la felsefe arasında bir çatışma yoktur. Kişinin hem felsefe, hem din yoluyla hakikate erişebileceğini düşünmüştür. Kainatın ebediyetine ve formların ezeliyetine (pre-extant) inanırdı.



Önemi

İbn Rüşt en çok Aristo'nun eserlerinden yaptığı, bugün Batı'da pek çoğu unutulmuş, tercüme ve şerhleriyle ünlüdür. 1150'den önce Avrupa'da Aristo'nun eserlerinin birkaç tercümesinden başkası yoktu ve bunlar da din adamlarınca rağbet görüp, incelenmiyorlardı. Batı'da Aristo'nun mirasının yeniden keşfedilmesi, İbn Rüşt'ün eserlerinin 12. yüzyıl başlarında Latince'ye tercümesiyle başlamıştır.

İbn Rüşt'ün Aristo üzerine çalışmaları otuz yıllık bir dönemi kapsar ve bu dönem içinde, erişemediği "Politika" dışında bütün eserlerine şerhler yazmıştır. Eserlerinin İbranice tercümeleri de, İbrani Felsefesi üzerinde kalıcı bir etki bırakmıştır. İbn Rüşt'ün düşünceleri, Hristiyan skolastik gelenekten, Aristo'nun mantık çalışmalarına değer veren [Brabant'lı Siger], [Thomas Aquinas] ve (bilhassa Paris Üniversitesi'ndeki) diğerleri tarafından özümsenmiştir. Thomas Aquinas gibi meşhur skolastik filozoflar, ona ismi yerine "Şârih" (Yorumcu) ve Aristo'ya da "Filozof" diyecek yüksek derecede önem veriyorlardı. İslam dünyasında bir okul bırakmamış ve ölümü Endülüs'teki serbest düşünce hayatının gurubunu işaret etmiştir.



Edebiyatta İbn Rüşt

Orta Çağ'ın Avrupalı skolastiklerinin kendisine gösterdikleri saygıdan ötürü, Dante İbn Rüşt'ü İlahi Komedya'da diğer büyük pagan filozoflarla beraber, "iltifatın üne borçlu olunduğu" Limbo'da tasvir etmiştir.

İbn Rüşt, Jorge Luis Borges'in "İbn Rüşt'ün Arayışı" isimli hikayesinde trajedi ve komedi kelimelerinin anlamlarını ararken resmedilir.

Amasyalı Strabon Kimdir?


Strabon(Yunanca: Στράβων; MÖ 64 - MS 24), Roma Cumhuriyeti döneminde yaşamış Yunanlı tarihçi, coğrafyacı ve filozoftur. Yaşadığı dönemde bilinen yerlere yapılan göçlere ve hangi milletlerin yerleşmeler yaptığı üzerine gerçekleştirdiği çalışmalar ile ün kazanmıştır. Roma aristokratlarıyla kan bağı olduğu düşünülmektedir. Bugünkü Amasya ili sınırları içinde varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Dünyanın ilk Coğrafyacısıdır.
Antik Dünya hakkındaki coğrafya kitabı ile tanınmıştır. Amasya'da doğdu ve Amasya’da öldü. Klasik Yunan eğitimi gördü. Aristodemos’tan hitabet dersleri aldı. MÖ 44’te öğrenimini sürdürmek amacıyla Roma’ya gitti. Başlangıçta Aristotelesçi görüşleri savunduysa da, sonraları Augustus’un öğretmenlerinden olan Athenodoros’un etkisinde kalarak Stoa okulunun görüşlerini benimsedi. İÖ 31’e değin Roma’da kaldı. MÖ 29’da Yunanistan’ı gezdi. İÖ 28’de Mısır’a gitti. Roma İmparatorluğu'nun büyük bir bölümünü dolaşmıştır. Roma ve İskenderiye’de uzun süre kaldı.
Olgunluk çağında "Historika Hypomnemata" (Tarihi Hatıralar) adlı bir yapıt (bugün kayıptır) yazdı. Bu yapıt, 43 cilttir ve Polybios tarihinin bir devamıdır, Korinthos ve Kartaca’nın (MÖ 146) yıkılışından Sezar’ın ölümüne ya da Aktium Savaşı'na dek süren dönemi kapsar. Yalnız 19 parçası ele geçmiştir. "Geographumena veya Gedgraphika" (Coğrafya) adlı yapıtının büyük bölümü günümüze kadar gelmiştir. 17 cilttir. Yazar bu yapıtını Yunan ve Roma dünyasının kültürlü kişileri için yazmıştır. En geniş seçmeci düşüncelere yer veren yapıt, Eratosthenes, Hipparkhos’tan ve Epheros, Polybios ve Poseidonios adlı tarihçilerden esinlenmişti. Strabon’un coğrafyası tarihsel bir özellik taşımakla birlikte, insanın, kavimlerin ve imparatorlukların fizik dünya ile olan ilişkilerini de belirtir. Bu özelliğiyle Ptelemaios’un "Geographike Aphegesis" adlı coğrafyasından üstündür.

16 Ekim 2009 Cuma

Oliver Cromwell kimdir?


İngiliz tarihinin en önemli adlarından biri olan Oli­ver Cromwell, İç Savaş'ta Kral I. Charles'a karşı ayaklanan parlamento yanlılarının önderlerindendi. Kralın idam edilmesinden sonra ülkenin en yetkili yöneti­cisi oldu.
Cromwell Huntingdon'da doğdu ve Cambridge Üniversitesi'nde okudu. Bir süre dayı­sından miras kalan toprakları yönetti. 1628'de Huntingdon'dan, 1640'ta da Cambridge'den parlamento üyeliğine seçildi. Dine bağlı olan Cromwell koyu bir Püriten'di. Tanrının, isteklerini yeryüzünde ye­rine getirmek için kendisini seçtiğine, bu nedenle var gücüyle bunları gerçekleştirmek için çalışması gerektiğine inanıyordu. Öteki Püritenler gibi kilise ve parlamentoda reform yapılması görüşünü destekledi.
1642'de İngiliz İç Savaşı çıkınca bir asker olarak yetişmemiş olmasına karşın, Cromwell İngiltere'nin doğusundaki kontluklarda parla­mentoyu savunmak için savaşacak süvari bir­likleri kurdu. 1644'te, kralın yeğeni Prens Rupert'in bozguna uğratıldığı Marston Moor Savaşı'na korgeneral olarak katıldı ve yete­nekli bir askeri önder olduğunu gösterdi. Sonraki yıl kralın kuvvetleri Naseby'de yenil­diğinde, tüm parlamento ordularının komu­tan yardımcısı Cromwell'di. Parlamentonun kurulmasını kararlaştırdığı "Yeni Model Or­du"yu örgütlemeyi üstlenen Cromwell, asker­lerin erdemli, dürüst, dindar olmaları ve uğruna savaştıkları davaya inanmaları gerek­tiğini savunuyordu. Savaşın son çarpışmasın­da İskoçlar'ı Preston'da bozguna uğratan orduya komuta eden Cromwell, bundan bir­kaç ay sonra I. Charles'ı yargılayan Yüksek Adalet Divanı'nın 135 üyesi arasında yer aldı ve kendini savunmayı reddeden kralın ölüm kararını imzaladı.
Cromwell cumhuriyetin ilanından sonra kurulan Devlet Konseyi'nin ilk başkanı oldu. Cumhuriyetin ilk yılları İrlanda ve İskoçya' daki kral yanlılarıyla savaşarak geçti. Nisan 1649'dan başlayarak bir yıl boyunca başko­mutan olarak İrlanda'da bulunan Cromwell bu süre içinde İrlandalılar'ı boyun eğmeye zorladı. Drogheda ve Wexford kentlerini savunan İrlandalı askerlerin tümünü, teslim olmalarına karşın öldürttü. 1650 Eylül'ünde İskoçlar Dunbar Savaşı'nda bozguna uğradı­lar, ama İç Savaş ancak sonraki yılın eylül ayında, krallık ordusunun VVorcester'da ye­nilgiye uğratılmasıyla kesin olarak son buldu.
Cromwell yaşamının geri kalan bölümün­de, tasarladığı toplumsal reformları barış için­de gerçekleştirmeyi umuyordu. Ne var ki, parlamentoya güvenmiyor, ilk kez kralsız yönetilen İngiltere'de yeni siyasal çözümler arıyordu. 1653'te parlamentoyu dağıttı. Ken­disine danışmanlık yapacak bir meclis atadı, ama bu meclisle de anlaşmazlığa düştü ve ölümüne kadar beş yıl süreyle ülkeyi tek başına yönetti. Dış ilişkileri ustalıkla ele aldı. İngiliz ordusunu ve donanmasını geliştirdi. Onun döneminde İngiliz donanması Hollan­da ve İspanya donanmaları karşısında üstün­lük elde etti.
Cromwel'in kişiliğine ilişkin farklı görüşler olmasına karşın, başarılı bir kumandan ve üstün yetenekli bir yönetici olduğunda birleşilir. Yalnızca Katolik Kilisesi'nin görüşlerini yasakladı. Yahudiler'in 200 yıllık bir yasakla­madan sonra İngiltere'ye geri dönmesine ise izin verdi.


3 Eylül 1658 günü ölen Cromwell Westminster Abbey'e gömüldü. Kral II. Charles tahta çıktıktan sonra, I. Charles'ın idamının yıldönümü olan 30 Ocak 1661'de, Cromwell' in mezardan çıkarılan cesedi suçluların idam edildiği Tyburn'de darağacına asıldı.

14 Ekim 2009 Çarşamba

Avrupa nedir?

Bu değerlendirme yazısına ansiklopedideki sayfalarda anlatılan “Avrupa” kavramını okumadan önce “Avrupa neresidir” başlığı ile başlayacağımı düşünmüştüm. Öğrenmek, fark etmek ve bir fikre varmak bu olsa gerek. Zira coğrafi ve teknik bilgiler beklerken (ki buna bizi üniversite öncesi eğitim sisteminin yarattığı alışkanlığın sevk ettirdiğini düşünüyorum) bambaşka bir anlatımla sembolleşmiş bir kavramın içine daldım. Peki nedir Avrupa; bugüne kadar söylenen batılılaşma ve modernleşme söylemlerinin hedef-merkezi, bu en tepe noktaya, “ulaşılmak istenen” durumuna nasıl gelmiştir ve ulaşılması mümkün müdür? Yoksa ulaşma çabaları salt taklitten mi ibaret kalacaktır?

Coğrafi bir terimden çok sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel bir simge durumunda olan Avrupa, kıtasal olarak Asya’nın bir yarımada uzantısından başka bir şey değildir. Antik yunan döneminde “sunset” deniyor oluşu bize göstermektedir ki şimdinin medeniyet zirvesi kabul edilen Avrupa, ilk ve orta çağ dönemlerinde “güneşin battığı taraf” olmaktan ötede bir anlam ifade etmiyordu. Kültürel olarak Avrupa, Akdeniz toplumlarının çok çok gerisindeydi. Antik yunan dönemi okumalarında sıkça rastladığımız barbar kelimesinin anlamı, söz konusu dönemde bize grek uygarlığının “tek” oluşu ve hem batısı hem doğusunun (ki söz konusu Avrupa olduğundan bizi batısı ilgilendiriyor) henüz çağ altı bir hayat yaşadığını ispatlıyor.

Ansiklopedideki bilgi genel olarak kronolojik ilerlese de arada bazı istisna geçişler oluyor. Bunlardan bir tanesi aydınlanma öncesi dönemi anlatırken bir anda bugüne dönüp şu anda Avrupa insanın oldukça yetenekli ve başlatan, öncülük edici (high skilled and initiative) kimliğini vurguluyor. Belki de bunu “ne idi-ne oldu” kıyasını daha rahat fark ettirebilmek için en baştan, özellikle vurguluyor ki anlatılan kavramın evrimleşme sürecindeki başlangıç ve sonuç anlaşılsın. İşte bu nedenle bu süreç öncesi “karanlık çağ” olarak adlandırılıyor, kilise otoritesinin ve skolastik düşüncenin hüküm sürdüğü “aklın toprak altındaki dönemi”. Zaten Britannica da süreci tam bu noktadan başlatıyor. “Değişimin başlangıç tarihini 1789 olarak alsak da, Fransız devriminin de kendi içinde başlangıç tarihleri ve fikirleri vardır” derken vurgu yaptığı şey de aydınlanma dönemidir. Aklın uyanışı, dinsel dogmaların yerini bilimsel bilginin almaya başlaması işte aydınlanmanın getirisi olan sofistike kültüre gidişin, ve tüm bu sürecin sonunda yaşanan tarihsel bir milad olarak Fransız Devrimi.

Fransız devrimi değişimin başlangıcı, her şeyi değiştiren bir faktördür ama özünde tek bir şeyi değiştirmiştir: üretim ilişkileri. İşte bu değişim, sanayileşmeyi, kentleşmeyi, bireyselliği ve modernite dediğimizde akla gelen tüm diğer “yeni”lerin nedenidir. İşbu değişimin doğduğu yerler, yani fikrin gerçekleşme sürecini kendi iç dinamikleriyle başlatmış, uygulamış ve devam ettiren yerler “batı” yahut “Avrupa” olarak adlandırılmakta. Davranışsalcıların uyguladığı yöntemle de konuyu ele alıp istatistiksel bir bakış açısıyla yazıdaki “çok tekrar edilen” kelimelere odaklandığımda “Fransa” ve “İngiltere” kelimesi başı çekmekte. Magna Carta ve sanayi devriminin toprakları ile Fransız devriminin toprakları Avrupa’nın merkezi konumunu doğal bir süreç sonunda edinmiştir. Tam da bu noktada geriye kısa bir dönüş yaparsam yazımın başında eksik kalan bir yanı tamamlamak için bir fırsat bulmuş olurum. Britannica bugünkü Türk topraklarını, ya da aynı bağlamda Rus topraklarını “Avrupa” olarak tanımlamıyor. Hatta diyor ki eğer onları (bahsettiğimiz toparakları) biraz zorlama da olsa teritoryal anlamda Avrupalı sayarsak, bölge sınırlarını Ural Dağları’ na ve Hazar Denizi’ ne kadar uzatmamız gerekir . Ki batı zihniyeti coğrafi konum haricinde siyasi ve kültürel olarak da ne Rusları ne de Türkleri kendinden görmüştür. Hatta yazının ilerleyen kısımlarında bir bölümde Avrupa’ ya başlıca 3 tane göç yolu olduğunu, bunların da Ural dağlarının güneyi ile Hazar Denizi arasında kalan koridor, Balkanlar ve İber Yarımadası olduğunu belirtiyor. Yani Balkanlar dahi Avrupa değil, Avrupa’nın girişi olarak görülmekte. Osmanlı Devleti ise tam tersi bir bakış açısıyla Rumeli’ ye geçişinden itibaren kendini Avrupa’da saymış, Balkanların fethi ile de Avrupa’ nın ortasına kadar geldiğini söylemiş, işte tam da bu nedenle Asya anakarası (Anadolu ve doğusundan bahsediyorum, yani Osmanlının hüküm sürdüğü Asya toprakları demek daha doğru olur) üzerinde yapılan Osmanlı mimarisi eserleri çok azken, balkan toprakları Osmanlı eserleriyle doldurulmuştur. Bu “batıya yönelim” cihad anlayışından öte “verimli topraklara” gitmek isteyişi ile açıklanabilir. Tam da bu noktada durduğumuzda ve iki tarafa baktığımızda bir “Avrupa kavramı kargaşası” yaşıyorum. Acaba Balkanlar aslında coğrafi olarak Avrupa’ nın içinde olsa da burada Avrupa zihniyetinin dışında kalan Osmanlı hükmettiği için mi britannica bu Balkanları dışlayan tasnifi yapmıştır? Bu soruyu sorduğumda kendi soruma verdiğim cevaplar ve açıklamalar sorumdaki şüpheyi kendi kendine çürütüyor; çünkü en başından da belirttiğim gibi Avrupa kavramı coğrafi bir terimden çok kültürel bir terimdir. İşte tam da bu nedenle Viyana kapıları geçilseydi bile Osmanlı asla batılı olamayacaktı çünkü Osmanlı tebaasında“aklın toprağın altındaki uykusu” fetih hareketiyle uyanıp aydınlanma düşüncesini doğurmayacaktı.

Bir sonraki yüzyılın “ideolojiler çağı” olarak anılmasının esas nedeni de bu rasyonelleşme eğilimidir. Ve tam da bu nedenledir ki batılılık kavramı ve modernite ancak doğduğu toplumlara özgüdür. Batı dışı toplumların ise bu noktadan sonra yaptıkları şey “modernleşme” dir. Yani modernitenin çağ atlattığı toplumlara ayak uydurma kaygısı. Bu ise içsel dinamiklerle değil tepeden inme yapılarak gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti içsel hareketlenmeler, giyotin ve aristokrasinin tavsiyesiyle değil Osmanlı İmparatorluğunun çağının tükenmesi, Dünya Savaşı’nın etkisi ve tam da bu noktada –ki en büyük şansıdır- mevcut dengeleri ve dünya siyasetini çok iyi analiz eden ve “modernleşme” nin, “çağdaş uygarlıklar seviyesine” çıkmanın vurgusunu yapan karizmatik otoriter bir liderin önderliği faktörleri ile kurulmuştur. Modernitenin kurumlarını “modernleşme” adına bir bir kopyalayarak ve zorla oturtmuştur. Öyle ki bu kurumları ve zihniyeti bu topraklara uygulamak, özetiyle “batılılaşmak” için yapılan değişimler taklitten daha fazlası değildir (burada takliti olumsuz bir kavram olarak kullanmadığımı özellikle vurgulamak isterim). Tüm bu cümleler de bize “modernite” ve “modernleşme” nin farkını açıklar. Bunun sonucunda da “Avrupa”nın ne olduğuna ulaşırız.