Bana bir kalem bir de kağıt verin… Beni nerede tuttuğunuz, nereye göndermek istediğiniz değil önemli olan. Nasıl olsa aynı cehennem değil mi küreselleşen dünya? Şimdi olduğu gibi deniz kıyısında oturmasam ne fark eder bu yazıyı yazarken. Ben yaşadığımı görürüm, parmaklarım klavyedeyken bilgisayar başında...
Romantik bir yazıya kaymasın bu, objektif olmak gerek. Fakat nasıl sağlanır ki objektiflik, kendini hayattan soyutlamadan? Herkes hayata tarafsız bakabilir şayet bir bebeğin gözlerindeyse zihni. Gördükçe öğrenir, öğrendikçe büyür. Sübjektiftir gözlemler ve düşünceler; ve düşünebildiğin, söyleyebildiğin kadar subjesindir hayatta, milyonlarca objenin arasında...
Şimdi uyanın ve bana bir kalem, bir de kağıt verin…
Bu Blogda Ara
26 Ocak 2010 Salı
Korsan Ütopyaları
Bir kalaşnikof ve bir şarjör mermi… Bu topraklarda otoritenin minimal ihtiyacı olan şey budur. Namlunun ucunda yönetilen, daha doğrusu yönetimin yok olduğu yerde namlunun ucundaki bir halk. Devletin çöktüğü topraklar neo-liberal çağın korsanları tarafından yönetilirken çok çetrefilli tartışmalar da beraberinde başladı. Devletin uluslar arası ilişkilerdeki tek aktör olduğu aydınlanma döneminden bu yana çok yol katedilmiş olmalı ki, korsanlar çağında bir silah şirketi bile bu arenanın aktörü olmuş ve sattığı tek bir tüfek bile oradaki ve ordan dünyaya yayılan eylemleri yönlendiriyor.
Ad-hoc diplomatların, kibirli imparatorların isteklerini ilettikleri ve belki de ülkelerine başsız olarak döndükleri çağlarda tek aktör devlet ve tek devlet imparator idi. Nüfus alanında sonsuz bir iktidara sahip olan monark, bu iktidarının kuvveti ölçüsünde dış yaptırım gücüne sahip iken, herhangi bir başka etmenin tek başına bir etkisinden –tabi bahsettiğimiz etki devletler arasındaki ilişkilere olan etkidir- bahsetmek mümkün değildi. Ta ki burjuvazi bir ulus devlete ihtiyaç duyana kadar. 1930 sonrası dönemde devletin yanına katılan, uluslar arası örgütler, şirketlerin nasıl söz sahibi konuma geldikleri hakkında kelam etmeden önce diplomasi konusunda birkaç şey söylemek yerinde olur. Ulus devlet artık ad-hoc değil sürekli diplomasiye duyulan ihtiyacı gereği dış siyaset kurumunu ayrı bir bakanlık olarak kurumsallaştırmış ve bu dış siyaset hiçbir koşulda iç siyasetten bağımsız olmamıştır. Temsili demokrasilerde halkın iktidarı temelinde yönetim gerçekleştiğine göre dolaylı da olsa artık “halk” da dış siyaset kurumunun içindeydi. Hem verdiği oylarla bu kurumu idare edecekleri belirliyor hem de demokrasi ve ulus-devlet kavramlarının birlikte yarattığı siyasi katılım, kamuoyu oluşturma gibi yetilerle aktif olarak siyasete yön veriyordu. Artık yöneten, aşağıdan gelen sesi, efkar-ı umumiyi önemsemek zorundaydı ki bana kalırsa bu ilk net adımdır. Yani devlet, uluslar arası arenadaki tek hakimiyetini ilk önce kendi halkıyla paylaşmıştır.
Bu paylaşımın arka planında, ulus devleti yaratan süreçte yine ekonomik çıkar sahipleri (burjuvazi) vardır; tıpkı önce kral ile birleşip kiliseyi bertaraf ederek merkezi otoriteyi sağlamaları ve toprak zenginlerinin yerini almaları (ticaretle uğraşan kesim için bu hayati önemdedir) gibi, şimdi de kendi çıkarları doğrultusunda halk ile birleşip kralı bertaraf etmişlerdi. Yeni oyunun adı ulus-devlet idi. Ulusal sınırların belli olması demek aslında görünmez elin hakim olduğu pazarın “görünür” olması demekti. Bir ülkenin sınırı aynı zamanda ticaretin de sınırı demekti. Tabi bunu ihracat faktörünü hariç tutarak söylüyoruz. Uzun yılların ardından sanayi kapitalizminin yerini finans kapitalizminin almasıyla birlikte artık bir zamanlar çizmeye can attığı sınırları yok etme eğilimi başlar. Piyasaları artık sınırlarötesi gören burjuvazi için ulus devlet işlevini yitirmiş ve yeni bir kavram yerini almıştır, “küreselleşme”. Peki burjuvazi bunun için kiminle iş birliği yapıp ulus devleti yıkıyordu? Bahsettiğimiz süreç halihazırda yaşanmakta olduğu için bundan önceki basamaklar gibi net bir görüş sunmak o kadar kolay değil fakat şunu söyleyebiliriz ki “uluslar arası ilişkiler arenasında devletin yanına eklenen diğer aktörler işte bu sürecin birer parçası olarak ortaya çıkmışlardır.”
Özellikle 1920 ler uluslar arası ilişkiler tarihi açısından önemlidir. Realist görüşün hakim olduğu bu dönem bu akımın bir çıktısı olarak “milletler cemiyeti” denemesini içinde barındırmaktadır. Birinci dünya savaşında devletlerin çarpışan çıkarlarının “çarpışan devletler” hatta “çarpışan bir dünya” ortaya çıkarması, yaşanan yıkım süreci idealist bir yaklaşımla ortaya çıkan bir uluslar arası birlik ortaya çıkarmıştı. Her ne kadar bu deneme belki bu çapta bir ilk olmasının verdiği tecrübesizlik ve somut olana yanıt verememe sonucu hedeflediği idealleri realize edememesinin sonucunda tarih sayfalarına gömülse de yenilerini yaratma sürecinde bir ilk adım olmuştur. Kaçınılmaz denen çatışma 2.bir “dünya çarpışması” yaratmıştır. İşte uluslar arası ilişkilere giren diğer aktör “uluslararası örgütler” bu çarpışmaların ardından yaşanan arayışla varlık bulmuştur. Öncelik diplomaside ve barışçı yollarda aranmalıdır mantığı devletleri uluslar arası alanda başına buyruk hareket etme özgürlüğünden kısmen de olsa men etmiştir. Elbette dünya üzerindeki savaşlar ve çatışmalar son bulmamıştır ama uluslar arası örgütlenmenin varlığı dünya ve insanlık adına en önemli gelişmelerden biri olmuştur.
Şimdiki zamana biraz daha yaklaştığımızda ve arenaya baktığımızda aktörlerin arttığını görmek mümkün. Özellikle iki kutuplu dünyanın sonu ve küresel çağın başlaması ile birlikte artık burjuvazi dolaylı olarak (devlete yön vererek) değil doğrudan doğruya söz sahibi olma eğilimindedir. Ticaret örgütleri, ulusüstü ve uluslar arası şirketler, hatta ve hatta kişiler… Bugün dünya siyasetinde tekil bir birey olarak söz sahibi, çok yetenekli ve ünlü bir sosyolog tanıyor musunuz? Ben de tanımıyorum. Fakat George Soros ismini sanırım pek küçümsememek lazım. İşte Soros bu doğrudan yönlendirebilmenin en net örneğidir. Burjuvanın devletlere ihtiyacı eskiye oranla bir hiçtir. Ve diğer açıdan baktığımızda Soros ismi kadar aşina olduğumuz bir başka isim daha vardır. Bir kişi değil bir grubun genellemesini oluşturan bir isim: Somalili korsanlar!
Devlet otoritesinin yokluğunda kendi iktidarlarını kuran bu grup kendine rakip bir silahlı güç bulunmamasından ötürü (burada bahsettiğimiz şey ordu ve polis) birkaç uzun namlulu silahla kendi diktasını kurabiliyor. Bazı düşünürler Somali'yi zaten devlet olarak görmedikleri için “devletin çöküşü” olarak dillendirmeseler de bu topraklarda hakim olan kaos ve anarşi ortamının gerçekliği karşımızda duruyor ve işin bizi asıl ilgilendiren boyutu burada başlıyor: bu silahlı otoritenin yarattığı güvelik sorunu. Burada söz konusu olan Somali ulusal sınırları içindeki güvenlik değil açık denizlerin, ticaretin güvenliği. Neo-korsanların kaçırdığı gemilerin birilerinin işine taş koyduğu kesin. Yani bu adamların etkilediği bir kesim var “burjuvazi”. İşte tam da bu noktada bir çözüm şart oluyor. Zira Somalideki ölümlerin X şirketinin patronunu çok fazla ilgilendirdiğini sanmıyorum, ta ki orada cinayetleri işleyen adamlar X şirketinin taşımacılığına balta vurup şirketi zarar ettirene kadar. Ekonomik gücün, siyasal güç getirmesi ve bu siyasal güçle ekonomik gücün perçinlenmesi burjuvanın yol haritasıyken, bir başka yol haritası daha vardır madalyonun diğer tarafında: “silahlı güçle gelen ekonomik güç ve bu gücün tekrar silahlı gücü arttırmaya yönelik eğilim” (korsanlar tarafından). Peki bunca kaçırma olayından sonra neden hala kalıcı bir çözüm için bir baskı ortamı yaratılmadı servet sahipleri tarafından? Yoksa oradaki korsanların uluslar arası arenada bir aktör olmasını ve eylemlerine devam etmesini daha karlı bulan bir Y şirketi sahibi silah tüccarının karı, X in zararından daha mı baskın?
Çıkar savaşları hep ekonomi üzerinden gidecek ve tüm savaşların olduğu gibi bu savaşın (tabi buna savaş tanımı yapabilirsek) da maliyetinden en fazla karı sağlayan bu savaşı kazanacak. Sahneye baktığımızda ise yüzyıllar sonra elinde bir tüfekle Somalili haydut sırıtmakta, sanki Büyük İskender’e nispet yaparmışçasına.
Ad-hoc diplomatların, kibirli imparatorların isteklerini ilettikleri ve belki de ülkelerine başsız olarak döndükleri çağlarda tek aktör devlet ve tek devlet imparator idi. Nüfus alanında sonsuz bir iktidara sahip olan monark, bu iktidarının kuvveti ölçüsünde dış yaptırım gücüne sahip iken, herhangi bir başka etmenin tek başına bir etkisinden –tabi bahsettiğimiz etki devletler arasındaki ilişkilere olan etkidir- bahsetmek mümkün değildi. Ta ki burjuvazi bir ulus devlete ihtiyaç duyana kadar. 1930 sonrası dönemde devletin yanına katılan, uluslar arası örgütler, şirketlerin nasıl söz sahibi konuma geldikleri hakkında kelam etmeden önce diplomasi konusunda birkaç şey söylemek yerinde olur. Ulus devlet artık ad-hoc değil sürekli diplomasiye duyulan ihtiyacı gereği dış siyaset kurumunu ayrı bir bakanlık olarak kurumsallaştırmış ve bu dış siyaset hiçbir koşulda iç siyasetten bağımsız olmamıştır. Temsili demokrasilerde halkın iktidarı temelinde yönetim gerçekleştiğine göre dolaylı da olsa artık “halk” da dış siyaset kurumunun içindeydi. Hem verdiği oylarla bu kurumu idare edecekleri belirliyor hem de demokrasi ve ulus-devlet kavramlarının birlikte yarattığı siyasi katılım, kamuoyu oluşturma gibi yetilerle aktif olarak siyasete yön veriyordu. Artık yöneten, aşağıdan gelen sesi, efkar-ı umumiyi önemsemek zorundaydı ki bana kalırsa bu ilk net adımdır. Yani devlet, uluslar arası arenadaki tek hakimiyetini ilk önce kendi halkıyla paylaşmıştır.
Bu paylaşımın arka planında, ulus devleti yaratan süreçte yine ekonomik çıkar sahipleri (burjuvazi) vardır; tıpkı önce kral ile birleşip kiliseyi bertaraf ederek merkezi otoriteyi sağlamaları ve toprak zenginlerinin yerini almaları (ticaretle uğraşan kesim için bu hayati önemdedir) gibi, şimdi de kendi çıkarları doğrultusunda halk ile birleşip kralı bertaraf etmişlerdi. Yeni oyunun adı ulus-devlet idi. Ulusal sınırların belli olması demek aslında görünmez elin hakim olduğu pazarın “görünür” olması demekti. Bir ülkenin sınırı aynı zamanda ticaretin de sınırı demekti. Tabi bunu ihracat faktörünü hariç tutarak söylüyoruz. Uzun yılların ardından sanayi kapitalizminin yerini finans kapitalizminin almasıyla birlikte artık bir zamanlar çizmeye can attığı sınırları yok etme eğilimi başlar. Piyasaları artık sınırlarötesi gören burjuvazi için ulus devlet işlevini yitirmiş ve yeni bir kavram yerini almıştır, “küreselleşme”. Peki burjuvazi bunun için kiminle iş birliği yapıp ulus devleti yıkıyordu? Bahsettiğimiz süreç halihazırda yaşanmakta olduğu için bundan önceki basamaklar gibi net bir görüş sunmak o kadar kolay değil fakat şunu söyleyebiliriz ki “uluslar arası ilişkiler arenasında devletin yanına eklenen diğer aktörler işte bu sürecin birer parçası olarak ortaya çıkmışlardır.”
Özellikle 1920 ler uluslar arası ilişkiler tarihi açısından önemlidir. Realist görüşün hakim olduğu bu dönem bu akımın bir çıktısı olarak “milletler cemiyeti” denemesini içinde barındırmaktadır. Birinci dünya savaşında devletlerin çarpışan çıkarlarının “çarpışan devletler” hatta “çarpışan bir dünya” ortaya çıkarması, yaşanan yıkım süreci idealist bir yaklaşımla ortaya çıkan bir uluslar arası birlik ortaya çıkarmıştı. Her ne kadar bu deneme belki bu çapta bir ilk olmasının verdiği tecrübesizlik ve somut olana yanıt verememe sonucu hedeflediği idealleri realize edememesinin sonucunda tarih sayfalarına gömülse de yenilerini yaratma sürecinde bir ilk adım olmuştur. Kaçınılmaz denen çatışma 2.bir “dünya çarpışması” yaratmıştır. İşte uluslar arası ilişkilere giren diğer aktör “uluslararası örgütler” bu çarpışmaların ardından yaşanan arayışla varlık bulmuştur. Öncelik diplomaside ve barışçı yollarda aranmalıdır mantığı devletleri uluslar arası alanda başına buyruk hareket etme özgürlüğünden kısmen de olsa men etmiştir. Elbette dünya üzerindeki savaşlar ve çatışmalar son bulmamıştır ama uluslar arası örgütlenmenin varlığı dünya ve insanlık adına en önemli gelişmelerden biri olmuştur.
Şimdiki zamana biraz daha yaklaştığımızda ve arenaya baktığımızda aktörlerin arttığını görmek mümkün. Özellikle iki kutuplu dünyanın sonu ve küresel çağın başlaması ile birlikte artık burjuvazi dolaylı olarak (devlete yön vererek) değil doğrudan doğruya söz sahibi olma eğilimindedir. Ticaret örgütleri, ulusüstü ve uluslar arası şirketler, hatta ve hatta kişiler… Bugün dünya siyasetinde tekil bir birey olarak söz sahibi, çok yetenekli ve ünlü bir sosyolog tanıyor musunuz? Ben de tanımıyorum. Fakat George Soros ismini sanırım pek küçümsememek lazım. İşte Soros bu doğrudan yönlendirebilmenin en net örneğidir. Burjuvanın devletlere ihtiyacı eskiye oranla bir hiçtir. Ve diğer açıdan baktığımızda Soros ismi kadar aşina olduğumuz bir başka isim daha vardır. Bir kişi değil bir grubun genellemesini oluşturan bir isim: Somalili korsanlar!
Devlet otoritesinin yokluğunda kendi iktidarlarını kuran bu grup kendine rakip bir silahlı güç bulunmamasından ötürü (burada bahsettiğimiz şey ordu ve polis) birkaç uzun namlulu silahla kendi diktasını kurabiliyor. Bazı düşünürler Somali'yi zaten devlet olarak görmedikleri için “devletin çöküşü” olarak dillendirmeseler de bu topraklarda hakim olan kaos ve anarşi ortamının gerçekliği karşımızda duruyor ve işin bizi asıl ilgilendiren boyutu burada başlıyor: bu silahlı otoritenin yarattığı güvelik sorunu. Burada söz konusu olan Somali ulusal sınırları içindeki güvenlik değil açık denizlerin, ticaretin güvenliği. Neo-korsanların kaçırdığı gemilerin birilerinin işine taş koyduğu kesin. Yani bu adamların etkilediği bir kesim var “burjuvazi”. İşte tam da bu noktada bir çözüm şart oluyor. Zira Somalideki ölümlerin X şirketinin patronunu çok fazla ilgilendirdiğini sanmıyorum, ta ki orada cinayetleri işleyen adamlar X şirketinin taşımacılığına balta vurup şirketi zarar ettirene kadar. Ekonomik gücün, siyasal güç getirmesi ve bu siyasal güçle ekonomik gücün perçinlenmesi burjuvanın yol haritasıyken, bir başka yol haritası daha vardır madalyonun diğer tarafında: “silahlı güçle gelen ekonomik güç ve bu gücün tekrar silahlı gücü arttırmaya yönelik eğilim” (korsanlar tarafından). Peki bunca kaçırma olayından sonra neden hala kalıcı bir çözüm için bir baskı ortamı yaratılmadı servet sahipleri tarafından? Yoksa oradaki korsanların uluslar arası arenada bir aktör olmasını ve eylemlerine devam etmesini daha karlı bulan bir Y şirketi sahibi silah tüccarının karı, X in zararından daha mı baskın?
Çıkar savaşları hep ekonomi üzerinden gidecek ve tüm savaşların olduğu gibi bu savaşın (tabi buna savaş tanımı yapabilirsek) da maliyetinden en fazla karı sağlayan bu savaşı kazanacak. Sahneye baktığımızda ise yüzyıllar sonra elinde bir tüfekle Somalili haydut sırıtmakta, sanki Büyük İskender’e nispet yaparmışçasına.
Kızılderili Şef'in Söylemi
On yıllar önceydi... Özgür topraklara "özgürlük" getirmeye gitmişlerdi yine "yankee"ler. Tıpkı bugün gibi... Tıpkı dün gibi... Ve şöyle dedi o toprakların asıl sahiplerinin büyük şefi onlara:
Washington' daki Beyaz Reis, bize topraklarımızı satın almak istediğini söylüyor. Ama rahat bir yaşam sürmemizi sağlayacak kadarını bize bırakacakmış. Bu ne ince bir davranış, çünkü karşılığında bizim dostluğumuzu pek gereksinmediğini biliyoruz.
Nasıl satın alabilirsiniz ki havayı? Hava değerlidir bizler için; soluğunu, beslediği yaşamın üzerinden geçirir. Büyükbabama ilk soluğunu veren rüzgar, onun son iniltisini de karşıladı. Ve rüzgar yaşamı solur çocuklarımıza. Ay birkaç kez daha dönsün, birkaç kış daha geçsin. Belki sonrasında kardeş dahi olabiliriz. Bu toprağın her parçası halkımın gözünde kutsal. Her bir yamaç, her bir vadi, her bir ova ve koru, artık çok gerilerde kalmış günlerden birinde mutlu ya da acı bir olayla kutsanmıştır.
Yalnızlığa adanmış bir yer yoktur yeryüzünde. Geceleyin, köylerinizin ve kentlerinizin sokaklarında el ayak çekildiğinde, onlar bir zamanlar üzerinde gezinen ve bu güzel ülkeyi hala seven ev sahipleriyle dolup taşacak. Beyaz Adam hiç yalnız kalmayacak. Adil olsun ve halkıma iyi davransın, çünkü ölüler güçsüz değildir.
Ölü mü dedim? Ölüm yoktur ki. Yalnızca dünya değiştirir insan...
Washington' daki Beyaz Reis, bize topraklarımızı satın almak istediğini söylüyor. Ama rahat bir yaşam sürmemizi sağlayacak kadarını bize bırakacakmış. Bu ne ince bir davranış, çünkü karşılığında bizim dostluğumuzu pek gereksinmediğini biliyoruz.
Nasıl satın alabilirsiniz ki havayı? Hava değerlidir bizler için; soluğunu, beslediği yaşamın üzerinden geçirir. Büyükbabama ilk soluğunu veren rüzgar, onun son iniltisini de karşıladı. Ve rüzgar yaşamı solur çocuklarımıza. Ay birkaç kez daha dönsün, birkaç kış daha geçsin. Belki sonrasında kardeş dahi olabiliriz. Bu toprağın her parçası halkımın gözünde kutsal. Her bir yamaç, her bir vadi, her bir ova ve koru, artık çok gerilerde kalmış günlerden birinde mutlu ya da acı bir olayla kutsanmıştır.
Yalnızlığa adanmış bir yer yoktur yeryüzünde. Geceleyin, köylerinizin ve kentlerinizin sokaklarında el ayak çekildiğinde, onlar bir zamanlar üzerinde gezinen ve bu güzel ülkeyi hala seven ev sahipleriyle dolup taşacak. Beyaz Adam hiç yalnız kalmayacak. Adil olsun ve halkıma iyi davransın, çünkü ölüler güçsüz değildir.
Ölü mü dedim? Ölüm yoktur ki. Yalnızca dünya değiştirir insan...
Şans Oyunları Üzerine
İktisadi gelişme dersinde kapitalist ekonomik sistem üzerine tartışırken bir cümle dikkatimden kaçmadı. Bir insan eğer şans oyunları oynamak için bir bilet alıyorsa işte o an sisteme entegre olmuş demektir. İlginç ve bir o kadar da dikkat çekici bir analiz.
Eşitlik ve özgürlük anlayışı bakımından sakat doğan bu sistem bireyler arasındaki ekonomik uçurumun açılmaya mahkum olduğu günahkar yapısını birçok şekilde tolare etmekte: sosyal haklar, sadaka kültürü, şans oyunları, vs. Bu saydıklarımızdan ilki uzun mücadeleler sonunda kazanılmış ve hala kazanılmaya devam eden, yahut eldekilerin de kaybedildiği hareketli bir alandır. Sosyal devlet anlayışı çoğu siyaset bilimciye göre kapitalizmin emniyet sübabı olmuştur. Sosyalist iktisat anlayışını benimsemeden de kapitalizmin içinde insanı düşünen manevralar yapmanın mümkün olduğunu kanıtlaması demek, kapitalistleri kurtarırken komünistleri sinirlendirmesi ve kendine düşman hale getirmesi demektir. Öyle ki bugün komünizm savunucularının neredeyse hepsi kapitalistlerden daha çok sosyal demokratlardan tiksinmektedir. Çünkü komünizme giden "mutlak sömürü" hali tıkanmış, halkın isyanına giden yola bir set çekilmiş, durum; bir çıta aşağıya çekilip sarı alarm seviyesinde tutulmuş, devrimin yolu kesilmiştir. Hal böyleyken iktidarlar da kar maksimizasyonu ile hareket etmeye başlamıştır. Doyan daha da doymuş, aç kalan bir deri bir kemik kalmıştır. Açlığı ile siyasi bilinci doğru orantılı olmayan insan, günlük kaygısı "karnını doyurmak" olunca zaten düşük olan gündem takibi yahut siyaset analizi, parti tercihi gibi şeylerden tamamen uzaklaşmıştır. Bu durumdaki aç insana doldurduğu kesesinden küçücük bir kırıntı atan iktidar ise aç adamın gözünde bir kurtarıcı bir "kral" hatta ve hatta "tanrı" haline gelmiştir. İşte sadaka kültürü ve bu durumun paradoksal olmasının yarattığı çaresizlik durumu, hele ki bu kültürün toplumun tümüne yayılmış olması (üniversite mezunu bir genç için siyasi iktidara yakın yerlerden bulduğu torpil sayesinde verilen küçük bir iş, onun için sadaka sayılır ve o da iktidara karşı minnet duymaya başlar) çaresizliği kat be kat arttırmıştır. Çoğunluğun elinde az aş, azınlığın elinde tüm tencereler varken ikinci bir ilaç da şans oyunları olmuştur. Sistemde altta kalan çoğunluğun içindeki bireyler gerek medya, gerekse sistemin diğer aygıtları tarafından azınlığın yaşadığı lüks hayata özendirilmektedir. Bu umut ve bir gün öyle olabileceği hayali tüm alt sınıfı dolaylı da olsa sisteme entegre eder. Azıcık aşlarından bir kısmıyla "şans oyunu" oynarlar. Ellerinde 10 varsa bunun 1 ini ortaya koyarlar. Şans oyunu havuzunda bu 1 lerin toplamından oluşan 1.000.000.000 vardır ve büyük ödül sadece 1.000.000 olduğu haldeyken bile bunu 1 koyup kazanacak küçük adam için rakam oldukça tatmin edicidir. Hepinizin elinden aldıkları 1 lerden biriktirip 1 kişiye hepsini veriyorlar dersek yalan olur. Çünkü geriye kalan 999.000.000 yine sistemnin kumandanlarına kalır. Rakam biraz abartılı olabilir ama bunu sadece durumu daha çarpıcı hale getirmek adına yaptığımı söylemeye sanırım gerek yoktur.
Şimdi yazımı burda bitirmeliyim, çünkü bahis oynadım ve maçlar başladı. Dün kaçırdığım 300 lirayı bugün telafi edebilirim sanırım.
-10 Ağustos 2009-
Eşitlik ve özgürlük anlayışı bakımından sakat doğan bu sistem bireyler arasındaki ekonomik uçurumun açılmaya mahkum olduğu günahkar yapısını birçok şekilde tolare etmekte: sosyal haklar, sadaka kültürü, şans oyunları, vs. Bu saydıklarımızdan ilki uzun mücadeleler sonunda kazanılmış ve hala kazanılmaya devam eden, yahut eldekilerin de kaybedildiği hareketli bir alandır. Sosyal devlet anlayışı çoğu siyaset bilimciye göre kapitalizmin emniyet sübabı olmuştur. Sosyalist iktisat anlayışını benimsemeden de kapitalizmin içinde insanı düşünen manevralar yapmanın mümkün olduğunu kanıtlaması demek, kapitalistleri kurtarırken komünistleri sinirlendirmesi ve kendine düşman hale getirmesi demektir. Öyle ki bugün komünizm savunucularının neredeyse hepsi kapitalistlerden daha çok sosyal demokratlardan tiksinmektedir. Çünkü komünizme giden "mutlak sömürü" hali tıkanmış, halkın isyanına giden yola bir set çekilmiş, durum; bir çıta aşağıya çekilip sarı alarm seviyesinde tutulmuş, devrimin yolu kesilmiştir. Hal böyleyken iktidarlar da kar maksimizasyonu ile hareket etmeye başlamıştır. Doyan daha da doymuş, aç kalan bir deri bir kemik kalmıştır. Açlığı ile siyasi bilinci doğru orantılı olmayan insan, günlük kaygısı "karnını doyurmak" olunca zaten düşük olan gündem takibi yahut siyaset analizi, parti tercihi gibi şeylerden tamamen uzaklaşmıştır. Bu durumdaki aç insana doldurduğu kesesinden küçücük bir kırıntı atan iktidar ise aç adamın gözünde bir kurtarıcı bir "kral" hatta ve hatta "tanrı" haline gelmiştir. İşte sadaka kültürü ve bu durumun paradoksal olmasının yarattığı çaresizlik durumu, hele ki bu kültürün toplumun tümüne yayılmış olması (üniversite mezunu bir genç için siyasi iktidara yakın yerlerden bulduğu torpil sayesinde verilen küçük bir iş, onun için sadaka sayılır ve o da iktidara karşı minnet duymaya başlar) çaresizliği kat be kat arttırmıştır. Çoğunluğun elinde az aş, azınlığın elinde tüm tencereler varken ikinci bir ilaç da şans oyunları olmuştur. Sistemde altta kalan çoğunluğun içindeki bireyler gerek medya, gerekse sistemin diğer aygıtları tarafından azınlığın yaşadığı lüks hayata özendirilmektedir. Bu umut ve bir gün öyle olabileceği hayali tüm alt sınıfı dolaylı da olsa sisteme entegre eder. Azıcık aşlarından bir kısmıyla "şans oyunu" oynarlar. Ellerinde 10 varsa bunun 1 ini ortaya koyarlar. Şans oyunu havuzunda bu 1 lerin toplamından oluşan 1.000.000.000 vardır ve büyük ödül sadece 1.000.000 olduğu haldeyken bile bunu 1 koyup kazanacak küçük adam için rakam oldukça tatmin edicidir. Hepinizin elinden aldıkları 1 lerden biriktirip 1 kişiye hepsini veriyorlar dersek yalan olur. Çünkü geriye kalan 999.000.000 yine sistemnin kumandanlarına kalır. Rakam biraz abartılı olabilir ama bunu sadece durumu daha çarpıcı hale getirmek adına yaptığımı söylemeye sanırım gerek yoktur.
Şimdi yazımı burda bitirmeliyim, çünkü bahis oynadım ve maçlar başladı. Dün kaçırdığım 300 lirayı bugün telafi edebilirim sanırım.
-10 Ağustos 2009-
Etiketler:
iktisadi gelişme,
sosyal devlet,
şans oyunları
21 Ocak 2010 Perşembe
Henri Pirenne - Orta Çağ Avrupa'sının Ekonomik ve Sosyal Yapısı (Kitap Analizi)
Avrupa nosyonunu tarif etmeye çalışırken başvurulan siyasi tarih anlatımları kıtanın ve modernitenin mihenk taşlarını tanımlarken ve süreci analiz ederken dönemin arka planını oluşturan sosyo-ekonomik yapıyı çok kısa anlatımlarla verir. Bu durum ortaya çıkan devrimlerin, değişimlerin, döngülerin analizini daha analitik hale getirir aslında fakat anlatımın “bir yanı hep eksik kalır” diyebiliriz. Ortaçağ Avrupasının Ekonomik ve Sosyal Tarihi şimdiye kadar –kişisel olarak bende de- eksik kalan bu önemli yanı kapatmada önemli fayda sağlayacak bir yazındır.
Gerek doğrusal bir tarih akışı izlemesi (yani kastettiğim şey kronolojik anlatımdır) gerekse neden-sonuç ilişkisinin berrakça yapıldığı sade bir anlatım diline sahip olması eseri; okuyan kişinin Avrupa kavramını zihninde açıklamaya çalışma sürecinde bir referans bilgi kaynağı olarak kabul etmesini sağlar. Yazar kendi ifadesiyle uluslar arası bir hareket noktası benimsemiş ve her şeyden önce farklı ülkelerde değil fakat aynı ülkenin farklı kesimlerinde aldıkları özel görünümleri ikinci planda tutarak, betimlenen olayın asli karakterini ortaya koymaya uğraşmıştır. Amacının gerçekler tarafından yönlendirilmek olduğunu söyleyen Pirenne, bilgi dağarcığımızda o kadar boşluk var ki, olayları açıklamak, onların içsel bağlantılarını izleyebilmek için olasılıklara ya da varsayımlara başvurmak zorunlu oluyor itirafında da bulunuyor.
Özetle kitabın içeriğini tarif etmek gerekirse Avrupa’nın ekonomik tercihleri ve yapısı İslam fetihleri kapsamında deniz yollarının kaybedilmesi ile birlikte toprağa sarılan Avrupa halkının yüzyıllar içinde üretim sistemi gereği ortaya çıkan yeni ticari anlayışı ve bu deniz yollarının yeniden ele geçirilmesi ile birleşen bir çıkış yolu bulması, değişen üretim ilişkilerinin ileride karşımıza çıkacak iktidar talebi ve devrimlerde nasıl rol oynadığı konusunda bir arka plan bilgisi verme üzerinedir diyebiliriz. Yazar anlatımını koşulların getirdiği zorlamaları tarihsel bir perspektife oturtarak bölgesel özellikler ve önem ile aktörler (tüccarlar, aristokrasi, lonca teşkilatları, para, kentler, kilise vs gibi kavramlar) üzerinden yapmıştır.
Sekizinci yüzyılın başından itibaren Akdeniz’in üstünlüğünün kaybedilişi İbn’i Haldun’un deyimiyle “hristiyanları burada (Akdenizde) bir tahta bile yüzdüremeyecek” hale getirmiştir. Sahip olunan verilere göre açıktır ki Batı Avrupa sekizinci yüzyıl sonlarından itibaren tamamen tarımsal bir topluma geri döndü. Toprak tek yaşama kaynağı ve zenginliğin biricik koşulu oldu. Ticaret, ancak kıtlık zamanlarında eksik olan şeyin tedariki için yapılan bir eylemdi ve ticaretin olmadığı yerde “malikane” sistemi ortaya çıkmıştı. Feodal sistem yalnızca, her birinin toprağın bir bölümüne sahip olduğu, bağımsızlaşmış ve kendine devredilen otoriteyi miras haklarının bir parçası olarak gören kendi unsurlarının elinde kamusal otoritenin dağılışını temsil eder. Aslında Batı Avrupa’da dokuzuncu yüzyıl boyunca feodalizmin ortaya çıkışı, toplumun tamamen kırsal medeniyete geri dönüşünün siyasal plandaki yansımasından başka bir şey değildi diyor Pirenne ve feodal sistemin ürettiği en önemli birimlerden olan malikanenin hikayesini şöyle anlatıyor:
…ama şimdi bunu yapamaz duruma geldi, çünkü artık ne tacirler ne de kentler vardı. Artık alıcı olmadığına göre kime satış yapacaktı ve ihtiyaç olmadığı için talep edilmeyen ürünleri nerede elden çıkaracaktı? Şimdi herkes toprağında yaşadığı, dışarıdan yiyecek satın almadığı ve talebin büsbütün yok oluşu nedeniyle, toprak sahibi kendi üretimini tüketmek zorundaydı. Böylelikle her mülk, tam da doğru olmayarak “kapalı mülk ekonomisi” şeklinde tanımlanan ve gerçekte pazarı olmayan basit bir ekonomi türüne kendisini bağımlı kıldı. Bunu isteyerek değil, zorunluluk sonucu yaptı. Satmak istemediği için değil, fakat alıcıları artık onun alanına girmediği için bunu yaptı. Lord, yalnızca demesnesinin geliri ve kendi köylülerinden sağlayacağı resimlerle yaşamını sürdürmek için değil, fakat bunları başka yerden sağlayamadığına göre, topraklarının işlenmesi için gerek duyduğu alet ve gereçlerle, hizmetkarlarının giysilerini de malikanesinde üretmek için gerekli düzenlemeleri yaptı. Bundan dolayı erken orta çağ malikane organizasyonunun pek karakteristik bir öğesi olan bu atölye ya da “gynaeceas”, tamamen ticaret ve endüstrinin yokluğunu telafi etmek amacıyla kurulmuştu.
…
Dönemin en büyük lordu ise “kilise” olarak tanımlanıyor Pirenne tarafından. Katı bir hiyerarşiye sahip bu toplum yapısında birinci ve en önemli yer, aynı zamanda ekonomik ve manevi üstünlüğü olan kiliseye aitti. Zenginlik peşinde koşmak, tamah batağına saplanmaktı. Yoksulluk ilahi kökenli ve Tanrı tarafından takdir edilendi. İşte bu görüş zaten yapısal olarak varlığını sürdüremeyen ticaretin durumuna bir de manevi darbe indiriyordu. İleriki bölümlerde şehirlerin ve ticaretin canlanışını anlatırken yazar aslında bu görüşün nasıl kırıldığına pek değinmiyor, yapısal olarak bir tasvir yaparak açıklamakla yetiniyor.
Ticaretin canlanışını anlatırken ilk değindiği yerler Batı Avrupa’nın üretim yapısıyla tam bir zıtlık gösteren Venedik. Kuzey Denizi ve Baltık Denizi ticareti ile Vikinglerin kısa bir açıklaması ise ikinci sırayı oluşturuyor. Ticaretin canlanışı konusunda ise tarımdan bağımsız bir ticaretin düşünülemeyeceğini ve bu kıpırdanmalar sırasınca ve boyunca kilisenin başından sonuna kadar ticari karları bir tehlike olarak görme alışkanlığını sürdürdüğünü görüyoruz. Yerel kıtlıkların sürekli olduğu bir çağda spekülasyonun, ilk ticari servetlerin oluşumuna geniş ölçüde katkıda bulunması bunu işin bir tür başlangıç noktası yapıyor. Ayrıca ulaşım araçlarının, ucuz ve ağır eşyanın dolaşımını sağlamaya uygun olacak ölçüde henüz yeterince gelişmemiş olduğu bir çağda, uluslar arası ticarette birinci sırayı değeri yüksek, orta ağırlıktaki eşyalar alıyordu. Onuncu yüzyılın ilk yarısı boyunca gözlenebilen kentsel hayatın canlanışı da bu ticari canlanış ile paralellik göstermekteydi. Feodal lordların surlarla çevrili kontrol merkezlerinin dışında güvenlik sıkıntısı yaşayan tüccar gruplarının da kendilerini de sur ya da daraba içine almaları ve böylelikle bir burg oluşturmaları “bourgeois” terimini kullanmanın esas nedenidir. Tacirlerin elverişli noktalarda toplanmaları zanaatkarların da aynı yerde toplanmasına yol açtı. Avare dolaşan topraksız insanlara kendini sunan yeni bir tür hayat, ortaya koyduğu kazanç vaadiyle, onlar için karşı konulmaz bir cazibe teşkil ediyordu. Burjuvazinin ihtiyaç ve eğilimleri Batı Avrupa’nın gelenek ve örgütlenmesiyle öyle bağdaşmazdı ki, derhal şiddetli bir muhalefet yarattı. İhtiyaçların en kaçınılmazı “kişisel özgürlüktü”, yani gidip gelebilmek, iş yapabilmek mal satabilmek. Yeni bir hayat aramak için kente yerleşen köylünün, kendini güvende hissetmesi, kaçıp geldiği manorlara zorla geri götürülmekten korkmaması zorunluydu. İşte bu durum kentsel kurumları ve hukuku yaratan başlıca sebepti. Yargısal özerkliğe yönetsel özerklik eşlik etti ve belediye düzeni ortaya çıktı. Mevcut düzen içinde buna model olabilecek hiçbir şey yoktu çünkü onun tarafından karşılanması öngörülen ihtiyaçlar yeni idi. Bu da yaratılan şeyin orjinalliğinin nedenidir. Kale duvarlarının yapımı kentler tarafından üstlenilen ilk bayındırlık işi oldu.Aslında burjıvazinin en temel özelliği, nüfusun geriye kalan bölümü için de ayrıcalıklı bir sınıf oluşturmasıydı. Burg’lu için kırsal nüfus, yalnızca sömürülmek için vardı. Kendi ayrıcalık ve haklarından onları yararlandırmak bir yana, bunlardan en küçük bir pay vermeyi bile inatla reddettiler.
Yeniden bir adım geriye dönüp dönemi bu sefer de toplumsal sınıflar açısından irdelerken tarımsal toplumun en önemli birimi olarak manor örgütlenmesini görüyoruz. Lordun hakimiyetindeki “büyük mülk” diyebileceğimiz bu olgunun oluşmasını sağlayan herhangi bir plan söz konusu değildi; her türlü ekonomik endişeden bağımsız, tarih onu nasıl yapıyorsa öyleydi. Merkezinde bir kilise ya da katedral olması dönem içinde dinin yeri konusunda da bize açık bir fikir vermektedir. Lordun dışında bir manorun arazisi içinde yaşayan herkes serf ya da deyim yerindeyse yarı-serfti. Esasen patriyarkal olan manor örgütlenmesi yalnızca ekonomik değil fakat toplumsal bir kurumdu. Pazar talebine bağlı olarak, satış için üretim yapılmadığından, yalnızca yük olacak bir fazlayı adamlarından ve toprağından söküp almak için dehasını zora koşmaya ihtiyaç duymuyor ve ürettiğini kendi tüketmek zorunda olduğu için üretimini ihtiyaçlarıyla sınırlı tutmak ona yetiyordu. Zaman içerisinde ölümleri aşan doğum oranları sebebiyle artan insan sayısı, baba mülkünü terk etmek zorunda kalan insanları yaratmaya başlıyordu. Özellikle toprakları miras yoluyla büyük oğla geçen ikinci dereceden soylular, bir “küçük erkek çocuklar” kalabalığıyla bunalıyorlardı. Manastır önderliğinde bir kolonizatör görevinde olan hötelerin tarıma açtığı topraklar bunun sonucuydu. Pirenne bunu şöyle yorumluyor:
Böylece manastırların tarıma açtıkları yeni topraklar, kendileriyle birlikte yeni bir ekonomik örgüt türü ortaya çıkardılar. İşte bu, nüfus artışının nasıl sonuna kadar kazanç sağlayacağını keşfeden akıllı bir sistemdi. Bu sistem, eski toprak düzeninde istihdam edilemeyen o işgücü fazlasına başvurdu.
Tarımsal açıdan yeni kentlerin başlıca özelliği özgür işgücüydü. Yeni kentte demesne arazisi yoktu, her köylü emeğinin tümünü kendi toprağına harcıyordu. Benzerliklerinin çokluğundan ötürü bu yeni kentin sakinleri çoğu kez burg’lu olarak tanımlanmıştır. Özetlemek gerekirse ayrıntılardaki farklara rağmen genel olarak olay her yerde aynıydı. Eski Karolenj imparatorluğunun kapsadığı dönem boyunca, nüfusun artan yoğunluğu, yerleşilen merkezlerin sayısında büyük bir artış meydana getirdi ve özgür işgücü, yeni tarlalar ele geçirmek için büyük bir enerji ile buralardan boş ve işlenmemiş arazilere akın ettiler.
Naturalwirtschaft yani doğal ekonomiden geldwirtschafta yani para ekonomisine geçişi, o zamana kadar lorları ve kendileri için toprağı süren köylülerin artık burgluların tüketimi için bir üretim fazlası sağlamaya yönelik tarım yapmalarıyla başladığı ile açıklıyor yazar. Kentlerin sayısı ve önemi arttıkça tahıl, zahire ambarından çıkıyor, ya komşu kente bizzat köylünün kendisi tarafından taşınmak ya da bu işin ticaretini yapan tüccara yerinde satılmak suretiyle dolaşıma giriyordu. Eskiden her manor mümkün olan en çok tahıl çeşidini üretmek zorunda kalıyordu çünkü bunlar piyasadan sağlanamıyordu. Sonrasında artık ihracat yapma imkanı olan her yerde toprak, en ucuz ve en bol verebileceği ürüne göre işlenmeye başlandı. Şimdi artık köylü, ürünleri için komşu kasabada bir pazar bulabildiğine göre, kar etmenin tadıyla birlikte tasarruf etmenin de tadına vardı. Bu evrilme ile birlikte serflik ne kadar değişikliğe uğramış olursa olsun, köylü yine de senyörün yargı hakkı, ondalık vergiler, örfi resimler ve yönetimlerin onu korumadığı ya da yetersiz koruduğu her türlü güç suistimalleriyle karşı karşıya bulunuyordu. Tarihsel süreçte bu ekonomik ve toplumsal değişim, siyasal ve hukuksal bir değişimi de talep edecekti.
Paranın daha çok kullanılır olmasının nedeni artık ona olan ihtiyaçtır. Zira daha önceki üretim modelinde paranın kullanılabileceği bir ortam yoktu, her manor kendi kendini tüketiyordu ve “satın almaya” ihtiyaç yoktu. Fakat değişen durum para konusunu da gündeme getirdi. Paranın daha sık kullanılır oluşu ülkeleri para basmaya itti ve birçok lord bizzat paranın kendisi üzerinden para kazandı. Tabii ki bahsettiğimiz şey “finans ekonomisi” değil. Şöyle;
Para ilk aşamada en değerli maden olan altından yapılmaktaydı. Zamanla ekonomide dolaşan para miktarını arttırmaya yönelik ihtiyaç, paranın hammaddesini değiştirmeye yöneltti ve artık gümüş paralar vardı. Bu dolaşım sırasında ise sahtekarlığı önlemek adına tedavüldeki para sık sık toplanıyor, eritilip yeniden basılıyordu. Fakat bu işlem sırasında her seferinde paranın ayarı düşürülüyor, artık kısım ise bu para basma işlemini yapanların eline gidiyordu (önce imparatorlar, sonra da imparatordan bu hakkı alan lordlar).
Amacı yörede yerleşik nüfusun günlük hayatı için gerekli olan ihtiyaçları sağlamak olan yerel pazarlardan tamamen farkı bir işleve sahip olan “panayırlar” tarih sahnesinde bu dönemde yerini almıştır. Merkez yerine çevrede, insandan uzak geniş bir alanda kurulan panayırlar, tacirlerin buluştuğu, alım satımların (tacirler arası) gerçekleştiği ve ilginçtir eski borç hesaplarının kapatıldığı yerler olagelmiştir. Panayırların önemi, kurulduğu yerin öneminden bağımsızdır. Bu kolaylıkla anlaşılabilir çünkü panayır, uzaktaki müşteriler için belirli aralıklarla kurulan bir buluşma yerinden başka bir şey değildi ve buna katılanların sayısı, yerel nüfusun yoğunluğuna bağlı değildi. İşin bir başka ilginç noktası şudur, tacirlerin toplanması o alanda yaratılacak “özgürlüğe” bağlıdır. Daha önce de dediğimiz gibi, ticaret için ilk başta “özgürlük” gerekir. İşte bu nedenle, yöneticiler için panayırların bir “suçlu avlama yeri” olmamasını sağlamak için “panayır dışında taahhüt edilmiş borçlarda ya da işlenmiş olan suçun cezasını çekmede ve müsadere gibi konularda, panayıra gelen tacire bağışıklıklar sağlanması, panayırın asayişi devam ettiği sürece davaların ve infazların askıya alınması, hepsinden daha değerlisi olarak mukaddes kitabın yasakladığı faiz karşılığı borç vermenin de askıya alınması gerekmiştir, ve bunlar da gerçekleştirilmiştir. Panayırlar zamanla avrupanın “para piyasası” haline geldiler. Her panayırda satışların yer aldığı açılış döneminden hemen sonra bir ödemeler dönemi geliyordu. Bu ödemeler, yalnızca panayırda taahhüt edilen borçları temizlemekle sınırlı kalmıyor, fakat çoğu kez önceki panayırlarda yükümlenilen borçları da bir karara bağlıyordu. On ikinci yüzyıldan başlayarak bu uygulama kredi işlemlerinin örgütlenmesine yol açtı ki, herhalde poliçelerin kökenini burada aramalıyız. Nakliyeciliğin gelişmesi, gezginci ticaretin yerini daha yerleşik uygulamalara yerini bırakması ve bu dönemde yaşanan bazı savaşlar panayırların yavaş yavaş sonunu getirmiştir.
Pirenne, kitabının son kısımlarında ise uluslararası ticaretin ve girişimciliğin ortaya çıkışı ile kentlerin bir ekonomi merkezi haline gelişini tasvir ederek şimdiye kadar anlattıklarını…
…bir yandan Akdeniz’le Karadeniz, öte yandan Baltık ve Kuzey Denizi büyük ticarete sahne olur, bunların kıyıları boyunca ve adalarında limanlar ve ticaret merkezleri fışkırırken, kıta Avrupa’sı, yeni orta sınıfın faaliyetlerinin her yana yayıldığı kentlerle bezendi. Bu yeni hayatın etkisi altında para dolaşımı yetkinlik kazandı, her türlü yeni kredi biçimleri kullanılmaya başlandı ve kredi kullanımı sermayeyi özendirdi. Nihayet nüfusun artışı toplumun sağlık ve canlılığının yanılmaz bir göstergesi oldu…
şeklinde özetleyerek konuyu on dördüncü yüzyılda başlayan deyim yerindeyse “ekonominin duraklama ve içine kapanma” dönemini ve aktörlerini anlatarak bağlıyor.
Son söz yerine şunu söylemek gerekir. Henri Pirenne’in “Orta Çağ Avrupa’sının Ekonomik ve Sosyal Tarihi” kitabı; dönem üzerine yapılan her araştırma için temel bir referans kaynağı, Avrupa mefhumunu üzerine çalışanların sosyo-ekonomik perspektifini geliştirecek önemli bir eser olma özelliğini taşımaktadır.
Hamzaviler
HAMZAVİLER
Osmanlı topraklarında doğup gelişen ikinci dönem Melamiliğin (Bayrami-Melamilik) 16.yüzyılda tarikatı Balkanlara yayan şeyhi Bosnalı Hamza Bali’nin 1561 yılında İstanbul’da idam edilmesinin ardından aldığı isimdir. Üzerindeki siyasi baskı nedeniyle zamanla gizli bir tarikat hüviyetine büründüklerinden ötürü tarikatın tarihi seyrini izlemek hayli zordur. Üstelik önemli 3 liderinin şeyhülislam fetvasıyla idamı ve en sonunda da tarikatın sindirilerek neredeyse yok edilmiş olması, araştırma sürecinde kaynak bulma ihtimalini oldukça düşürüyor. O nedenle çok farklı siyasi tarih kitabı ve makalelerinin içinden yoğun bir tarama sonucu parça parça bulduğum bilgileri birleştirerek bu tarikatın net bir fotoğrafını çekmeye çalıştım. Şimdi tarihi bir perspektiften bu tarikatın dönüşüm süreci ve kırılma noktalarını inceleyerek “bir padişahın benimseyip müridi olduğu Bayramilerin nasıl olup da bir yüzyıl sonra aynı padişahın büyük büyük dedesi tarafından sistemli bir şekilde yok edildiğini” görelim.
Hacı Bayram-ı Veli…
On beşinci yüzyılın başlarında Ankara bölgesinde kurulan Bayramiye tarikatının kurucusudur. Hamzavilerin şeceresinin en tepe noktası olmakla beraber kuruluş aşamasında heterodoks islamın temsilcisi olsa da sunni çizgide oluşu vurgulanması gereken en önemli noktadır. Dönemin yapısal ruhu içinde tarikatların etkisi ve varlığı olağan ve yoğun olsa da kuruluşundan kısa bir dönem sonra müridlerinin sayısındaki inanılmaz artış nedeniyle dikkati çeken bu tarikat zamanla bir tehlike olarak görünüyor ve şeyh Bayram Veli prangalanarak Edirne’ye, 2.Murad’ın huzuruna götürülüyor. Fakat Murad, şeyhin “ne kadar büyük bir zat” olduğunu anladıktan sonra özür dileyerek serbest bırakıyor, kendisi de Bayrami oluyor ve “bölgedeki Bayrami dervişlerden vergi alınmayacak” emrini buyuruyor. Şeyh Ankara’ya döndüğünde hem padişahın bu tavrı hem de yüksek ihtimalle vergi muafiyetinden ötürü zaten yüksek olan müridlerinin sayısı daha da katlanarak artıyor. Efsane midir bilinmez ama sadece vergi meselesi yüzünden, çıkar için tarikatı benimseyenlerden kurtulmak adına Hacı Bayram Veli şöyle bir çare düşünüyor. Padişahın görevlileri kaç müridi olduğunu sormaya geldiklerinde şeyh çadırın içine elinde bir bıçakla giriyor ve “kim benim müridimse arkamdan gelsin” diyor. Bir kişi içeri giriyor ve şeyh bir koyun keserek kanını çadırın altından dışarıya doğru akıtıyor. Bunu gören kalabalık korkudan kaskatı kesiliyor fakat içlerinden bir kadın “Allah yolunda kurban olmaya” razı olduğunu haykırıp içeriye giriyor. Şeyh bir koyun daha kesiyor ve yine kanı gören diğer müridler kadının da kurban edildiğini sanıp kaçıyorlar. Çadırdan dışarı çıkıp kimsenin kalmadığını gören Hacı Bayram: “Bir buçuk müridim vardır, geri kalanlardan vergi alınsın” diyor. Buradaki buçukluk olayı anladığım kadarıyla müridinin birinin kadın olması ve o dönem şeriat kanunlarınca mahkemede 2 kadının şahitliğinin tek kişi gibi sayılması yani kadının hukuksal olarak “yarım” varoluşundan kaynaklanıyor.
Şeyhin ölümü ve en belirleyici yol ayrımı…
Tarikatta en kritik dönüşüm daha en başta, Hacı Bayram Veli’nin ölümüyle (1430) yaşanıyor. Oluşumun içinde çağdaşı başka lider kişilikler olsa da şeyhin halefi, ileride tüm dünya siyasetini derinden etkileyecek bir dönüşüm noktası olarak İstanbul’u fetheden Sultan Mehmet’in akıl hocası Akşemseddin oluyor. Yeni şeyh Göynük’e yerleşiyor ve tarikat faaliyetlerine burada devam ediyor fakat yöntem konusunda anlaşamadığı Ömer Sikkini ile derin tartışmalar yaşıyor. Kendi zikir halkasına katılmayıp birkaç mürid ile birlikte kenarda bekleyen Sikkini’ye “eğer zikir halkasına katılmazsa -liderliğin ve ehil olmanın sembolü olan- hırka ve tacını elinden alacağını” söylüyor. Ömer Sıkkini de hırka ve tacı yakıyor. Hikayeye göre “haydı o zaman bir ateş yakalım ve ortasına oturalım, eğer sen haklıysan biz yanarız tac ve hırka kalır. Ama yok eğer biz kalır onlar yanarsa demek ki tac ve hırkada hiçbir keramet yoktur” diyor ve ateşin içine giriyor. Tac ile hırka yanıyor ve Ömer Sikkini tarikatın ikinci kolunu oluşturuyor. Bu yeni kol melamet tavrını benimseyen, sunni çizgiden ayrılıp ehlibeyt sevgisine atıfta bulunan ve hatta ikinci dönem horasan erenleri olarak anılacak ve bundan sonraki dönemde siyasi baskıya maruz kalacak olan ve zamanla Osmanlı içindeki bir “karşı düşünce” hareketine dönüşecek yahut bu şekilde algılanacak olan oluşumdur.
Devletin baskısında 6 sembol şeyh…
Bayrami Melamilerin bir karşı düşünce ve tehdit olarak algılanması döneminde üç tanesi idam edilen iki tanesi çok ciddi tahkikatlar sonunda serbest kalan ve biri de zindanda ölen yahut öldürülen altı önemli ismi kronolojik bir düzen içinde önce idam edilen üçü sonra da soruşturma geçiren diğer üçü şeklindeki tasnifle inceleyeceğim. İsmail Maşuki, Bosnalı Hamza Bali, Sütçü Beşir Ağa, Hüsameddin Ankaravi, Gazanfer Dede ve Ali İdris’ten oluşan bu altılı vahdet-i vücutçu düşünceleri ve melamet tavrı yüzünden mürid sayılarının artışı ile kazandıkları nüfus ve gücün tehdit olarak algılanmasından ötürü sindirilmeye, yok edilmeye ve bundan sonrakiler için “ibretlik” olmaya mahkum edilmişlerdir. Fakat ne garip çelişkidir ki baskı gördükçe onlara olan ilgi artmış, devletten görüdükleri sistemli zulüm inançlarını pekiştirmiştir. Öyle ki Fener Parkı’nda boğdurulan son Bayrami Melamileri ölürken “sayılmayız parmak ile yok olmayız kırmak ile” diye haykırabilmişleridir.
İsmail Maşuki
Çelebi şeyh yahut “oğlan şeyh” lakaplı Maşuki kentlerde örgütlenen Bayrami Melamilerinden olmasının yanı sıra onu asıl önemli kılan özelliği öldürülen ilk Bayrami-Melami lider olmasıdır. Ebu Suud efendinin de bulunduğu mahkeme heyetinde Kemal Paşazade’nin fetvasıyla “zındıklık ve mülhidlik” suçlamasından ötürü 1528’de Atmeydanı’ndaki Çukurçeşme üzerinde boynu kesilerek idam edilmiştir. İstanbul ve Edirne’de etkili olan şeyhin müridleri arasında üst düzey devlet memurlarının bile oluşunun yarattığı tehdit algısı vahdet-i vücutçu düşünceleri ve özellikle ibadet şekillerinin farklılığı ile birleşince idam olunan ilk oldu ve bundan daha önemlisi bundan sonraki tüm soruşturmalarda “emsal teşkil eden” bir konuma ulaştı. Zira sonraki hiçbir soruşturma Maşuki’nin davası kadar derinlemesine olmamıştır. Hatta idam kararlarında “oğlan şeyh yolunda olduğundan ötürü” yazması söz konusu davadaki sanığın yok edilme kararının son cümlesi oluyordu. Bu arada belirtmek gerekir ki Maşuki’nin, Sunni inancın Hanefi fıkhı terbiyesinde yetişen devlet adamlarını en çok irkilten düşüncesi “raks da hal-i kıyama dahildir” fikridir. Siyasi otoritesini ve kimliğini dini inanç üzerine temellendiren ve kendi tebaası üzerindeki hakimiyetini bu yoldan sağlayan bir iktidar için bu ciddi bir sapmadır ve işte o yüzdendir ki bu kadar şiddetle cezalandırılmıştır. Atmeydanı’nda boynu kesilen sadece Maşuki değil, onun söz ve davranışlarını açıkça savunan 12 mürididir. Ve tabi ki daha sonra farklı yerlerde idam olunan diğer şeyhler ve müridleri…
Bosnalı Hamza Bali…
Kanuni Sultan Süleyman döneminde idam olunan Bosnalı Bali Ağa,Ankaralı Bayrami-Melami Şeyh Hüsameddin Ankaravi’nin öğrencisidir. Bir süre pirinin hizmetinde bulunduktan sonra tarikatı yaymak için Rumeli’ye geri dönmüştür. Cezbe kuvveti yüksek bir insan oluşu, bazı söz ve davranışları ve hepsinden önemlisi yine artan mürid sayısı gerek Bosna’nın ulema takımının gerekse diğer tarikat şeyhlerinin tepkisine yol açmış, bu Hamza Muhalifi grup “bu adam cahildir ve mürid yetiştirmeye ehil değildir; eğer tedbir alınmazsa bu tavırlarıyla fitne ve fesada sebebiyet verir” diyerek kadıya baskı yapmışlar ve kadı da durumu İstanbul’a bildirmiştir. İstanbul’dan gelen müfettişler tahkikat neticesinde şeyhin tutuklanmasına karar vermiş ve Bali Ağa’yı başkente götürmüşlerdir. Dönemin şeyhülislamı Ebu Suud, fetvadan önce bazı tarikat şeyhlerinden Hamza Bali hakkında bilgi alıyor, bu şeyhler ise Bali Ağa’nın dördüncü esmada kaldığını, şeyhliğe ehil olmadığını ve oğlan şeyh yolunda olduğunu belirtiyorlar ve Hamza Bali “Oğlan şeyh zendeka ve ilhada (dinsizlik ve Allahsızlık) binaen idam olunmuştu. Şeyh Hamza da onun gibi zındık ise katli meşrudur” diye verilen fetva ile Süleymaniye’de Deveoğlu Çeşmesi önünde idam ediliyor. Mezarı ise bugün Silivrikapı tarafında, Yenikapı Mevlevihanesi ile Halveti tekkesinin arasındadır. Ölümünden sonra Bayrami-Melamiler “Hamzavi” olarak anılmıştır. Bu yalnız halkın onları anlatırken kullandığı bir tabir değildir. Sonraki Melamiler de Hamza’yı pir olarak kabul ettiğinden kolun adı Hamzaviye olmuştur.
Şeyh Hamza Bali’nin dünya görüşü ve inançları ekseninde şekillenen yaşamı ve tavırları sadece onu tehdit olarak gören ulema ve diğer şeyhler tarafından değil kimi zaman kendi tarikatı içindeki dostları ve hatta piri, hocası Hüsameddin Ankaravi tarafından bile yanlış anlaşılmıştır. Bu durumu en iyi örnekleyen olay aşağıdaki küçük hikayedir:
Şeyh Hüsameddin Ankaravi yeni mescidinin açılışı için Cuma namazını kılmaya hazırlanırken “Bali Ağa hala gelmedi mi” diye sorar. İstanbul’dan gelecek olan Bosnalı Bali hakkında müridlerden biri “henüz gelmedi pirim, fakat rivayetlere göre Bali Ağa ibadetini aksatırmış, kendini de zevke sefaya vermiş, her gün tavuk çorbası yerim diye kıvanır dururmuş” diyerek Ankaravi’yi bilgilendirir. Namazdan az bir süre önce Bali Ağa gelir. İbadetin ardından Şeyh Ankaravi konuşmasında Bali Ağa’ya hitaben “evladım, ibadetini eskisi gibi yapmazmışsın, her gün tavuk çorbası yediğini söyler, övünürmüşsün” diye sitemde bulunur. Bali Ağa ise ibadeti aksattığını kabul ederek “yalnız bir husus var, tavuk çorbası olayı yanlış aksettirilmiş. İstanbul’da her evin önünde köpeklere ve tavuklara verilmek üzere artık yemeklerin ve çorbaların konduğu bir büyük taştan kase bulunur. Ben de tavuklar için konan bu artık çorbalardan yiyerek nefsimi köreltirim pirim” der. Bu anlatılanlar Ankaravi’nin hoşuna gider ve Bali Ağa’ya peygamberin amcasının ismi olan Hamza ismini verir ve bundan böyle Bali Ağa, Bosnalı Hamza Bali olarak anılır.
Buradan anlayacağımız üzere Melamiler aslında bir yandan da Ortodoks islamın öngördüğü Cuma namazı gibi ibadetleri de yerine getiriyordu. Hatta Bosnalı Hamza Bali’nin “ibadeti aksatması”ndan kasıt muhtemelen bu tür ibadetlerdi ve aslında şeyh Hamza “köktenci bir melamet” tavrındaydı. Bu tavrının Bosna’ya gittiğinde merkezi otoriteden uzaklaşmasının verdiği rahatlıkla daha da açığa çıkmış olacağını tahmin etmek pek de zor değildir. Ve yöre ulemasının hoşuna gitmeyen “bazı hal ve davranışlar” ile ima edilen şey de sanırım bu yaşayış biçimi ve marjinal dünya görüşü ile ibadet şeklidir.
Sütçü Beşir Ağa…
1662 yılında 90 yaşını geçkinken idam edilerek öldürülen son Melami şeyhidir. Bundan sonra Hamzaviler (Melamiler) kendilerini gizleyerek yaşayışlarını sürdürmüşleridir. Çünkü şeyhleri öldürüldükten sonra yandaşları çok ciddi bir tepki gösterip, devlete deyim yerindeyse bir rest çekerek gemilerini yaktılar: “Ya şeyhimizi zulmen öldürdüğünüzü halka itiraf edin yahut bizi de idam edin” diyorlar ve bunun sonucunda 40 Hamzavi dervişi daha Fener’de boğularak öldürülüyor. Sayılmayız parmak ile yok olmayız kırmak ile beyiti de bu son idamlara atfen ortaya çıkıyor. Olaylar öyle yankı uyandırıyor ki sadece Hamzaviler değil bazı ulema ve devlet görevlileri de yapılanı zulüm olarak görüp kararı verenler üzerinde baskı oluşturuyor bunun sonucunda Veziriazam Köprülü Ahmet Paşa bu tepkiyi bastırmak adına suçu şeyhülislama yıkarak fetvayı veren Sunizade’nin yerine Yahya Efendiyi atıyor.
İki Sorgu Artı Bir Muamma Eşittir Üç Baskı Daha…
1557 yılında Ankara kalesinde bir ölüm daha görüyoruz. Ama bu sefer ecel söz konusu. Tabi bu ecelin devlet kontrolünde olduğu şüphesi de hiç yabana atılmayacak derecede. Ölen kişi kola ismini veren Hamza Bali’nin piri Hüsameddin Ankaravi. Hakkında kovuşturma açılıp tutuklandıktan sonra (Zal Paşa’nın adamlarından birisinin bir at nedeniyle garaz bağlayıp aslı esası olmayan yalanlar söylemesi üzerine ) zindanda ölümü bir muamma olan şeyhin aslında öldürüldüğünü 1568 tarihli şu fermandan anlamak mümkündür.
“Maslup (asılmış olan) Şeyh Hüsam’a ait metrukatın yazılmasına dair Ankara Beğine ve Seferihisar Kadısına hüküm ki bundan önce asılmış olan Şeyh Hüsam’ın ne miktarda m metrukatı (mirası) varsa deftere yazılmasını emir buyurdum”
Bu dönemde Ankara’da asılan başka şeyh yoktur ve bu fermanda Hüsam olarak anılan şahsın Şeyh Hüsameddin olduğunu söylemek mümkündür. O zaman 3 resmi idama bir de gayrı resmi idam ekleniyor.
Tüm bunların yanı sıra 1548 yılında Kanuni ile beraber katıldığı bir doğu seferi kafilesinin Ankara’da duraklaması sırasında Şeyh Hüsam Efendi ile tanışan ve onun müridi olarak bölgede kalıp şeyhinin ölümünün ardından İstanbul’a gelişinin ardından Bayramiye tarikatına 60 yıl şeyhlik eden “bulunsun ve mutlak hakkından gelinsin” diye padişah emrine rağmen gizlenmeyi başaran ve 1615 yılında ölen Ali İdris ile Ebu Suud döneminde bir kez İstanbul’a getirilip soruşturmadan geçirilmiş ve önce “oğlan şeyh yolundadır dedikleri gerçek ise bu adamda hayır yoktur” denen fakat daha sonra iki üç meclis daha uzatılan soruşturma sonucu asla yoruma olanak bırakmayacak önlemleri aldıktan sonra “eğer adı geçen kişi, bir kötülüğe ve kargaşaya neden olmamışsa bırakılması yasal bir işlem olur” denen Gazanfer Dede, Bayrami Tarikatının seyrinde diğer iki önemli liderdir. Ali İdris olayı melamet tavrının gizliliğinin ötesinde üzerindeki baskı nedeniyle Bayramilerin nasıl bir hayat ve faaliyet gösterdiğinin, Gazanfer Dede olayı ise bir Bayrami şeyhinin asılmasında asıl önemli olgunun “etki gücü ve nüfus” olduğunun örnekleridir.
Sonuç yerine…
“Bu dönem Osmanlı başkentinde ve ülkede gerici akımların iyice güç kazandığı, hatta çığırından çıktığı bir dönemdir. Fakat devlet yönetimi gözünü daha çok Melamiler gibi muhalif kesimlere dikmiştir. Daha önce belirtildiği üzere ehl-i sünnet anlayışı içindeki, işi silaha sarılmaya dek vardıran gerici akımlar genellikle görmezden gelinmiş, ancak iş yönetimi tehdit eder hale gelince harekete geçilmiştir. Halbuki Melamilerde bir ayaklanma gündeme gelmemiştir. Fakat dünya görüşlerinin farklılığı Osmanlı yönetimini önce bu kesimi ezmeye yöneltmiştir. Gerici akımların kol gezdiği, çoğunluğunun birer hafiye gibi çalıştığı bir ortamda Melamiler kendilerini oldukça gizleyerek çalıştılar. Yine de çok yandaş kazandılar. Fakat Beşir Ağa ve 40 kadar yoldaşının öldürülmesi halkın gözünü çok korkuttu. Melamiler daha da gizlendiler. Birbirleriyle bağlantıları koptu. Halkın içinde görüş açıklamaktan, konuşmaktan kaçındıklarından yandaş edinmeleri de ortadan kalktı. Bu durum, bu akımın dinamik özünü yok etti ve onu zayıflattı. Bu dinamik özün, bundan sonraki şeyhlik postuna oturan Hamzavi önderlerince özellikle hadımlaştırılması, bu yolun giderek çökmesine neden oldu.
Hamzaviler de susturulunca 18.yüzyılın başından itibaren Osmanlı ülkesinde ilerici bir akım görmek olanaksızlaştı. Tepkiler, resmi düşüncenin en geri biçimiyle ve resmi düzlemde, kişilere yönelik olarak dile getirilir oldu. Başkentteki hareketler, isyan da dahil, yönetime karşı değil, yönetimi onarmaya yönelik hareketlerdi artık… ”
Osmanlı topraklarında doğup gelişen ikinci dönem Melamiliğin (Bayrami-Melamilik) 16.yüzyılda tarikatı Balkanlara yayan şeyhi Bosnalı Hamza Bali’nin 1561 yılında İstanbul’da idam edilmesinin ardından aldığı isimdir. Üzerindeki siyasi baskı nedeniyle zamanla gizli bir tarikat hüviyetine büründüklerinden ötürü tarikatın tarihi seyrini izlemek hayli zordur. Üstelik önemli 3 liderinin şeyhülislam fetvasıyla idamı ve en sonunda da tarikatın sindirilerek neredeyse yok edilmiş olması, araştırma sürecinde kaynak bulma ihtimalini oldukça düşürüyor. O nedenle çok farklı siyasi tarih kitabı ve makalelerinin içinden yoğun bir tarama sonucu parça parça bulduğum bilgileri birleştirerek bu tarikatın net bir fotoğrafını çekmeye çalıştım. Şimdi tarihi bir perspektiften bu tarikatın dönüşüm süreci ve kırılma noktalarını inceleyerek “bir padişahın benimseyip müridi olduğu Bayramilerin nasıl olup da bir yüzyıl sonra aynı padişahın büyük büyük dedesi tarafından sistemli bir şekilde yok edildiğini” görelim.
Hacı Bayram-ı Veli…
On beşinci yüzyılın başlarında Ankara bölgesinde kurulan Bayramiye tarikatının kurucusudur. Hamzavilerin şeceresinin en tepe noktası olmakla beraber kuruluş aşamasında heterodoks islamın temsilcisi olsa da sunni çizgide oluşu vurgulanması gereken en önemli noktadır. Dönemin yapısal ruhu içinde tarikatların etkisi ve varlığı olağan ve yoğun olsa da kuruluşundan kısa bir dönem sonra müridlerinin sayısındaki inanılmaz artış nedeniyle dikkati çeken bu tarikat zamanla bir tehlike olarak görünüyor ve şeyh Bayram Veli prangalanarak Edirne’ye, 2.Murad’ın huzuruna götürülüyor. Fakat Murad, şeyhin “ne kadar büyük bir zat” olduğunu anladıktan sonra özür dileyerek serbest bırakıyor, kendisi de Bayrami oluyor ve “bölgedeki Bayrami dervişlerden vergi alınmayacak” emrini buyuruyor. Şeyh Ankara’ya döndüğünde hem padişahın bu tavrı hem de yüksek ihtimalle vergi muafiyetinden ötürü zaten yüksek olan müridlerinin sayısı daha da katlanarak artıyor. Efsane midir bilinmez ama sadece vergi meselesi yüzünden, çıkar için tarikatı benimseyenlerden kurtulmak adına Hacı Bayram Veli şöyle bir çare düşünüyor. Padişahın görevlileri kaç müridi olduğunu sormaya geldiklerinde şeyh çadırın içine elinde bir bıçakla giriyor ve “kim benim müridimse arkamdan gelsin” diyor. Bir kişi içeri giriyor ve şeyh bir koyun keserek kanını çadırın altından dışarıya doğru akıtıyor. Bunu gören kalabalık korkudan kaskatı kesiliyor fakat içlerinden bir kadın “Allah yolunda kurban olmaya” razı olduğunu haykırıp içeriye giriyor. Şeyh bir koyun daha kesiyor ve yine kanı gören diğer müridler kadının da kurban edildiğini sanıp kaçıyorlar. Çadırdan dışarı çıkıp kimsenin kalmadığını gören Hacı Bayram: “Bir buçuk müridim vardır, geri kalanlardan vergi alınsın” diyor. Buradaki buçukluk olayı anladığım kadarıyla müridinin birinin kadın olması ve o dönem şeriat kanunlarınca mahkemede 2 kadının şahitliğinin tek kişi gibi sayılması yani kadının hukuksal olarak “yarım” varoluşundan kaynaklanıyor.
Şeyhin ölümü ve en belirleyici yol ayrımı…
Tarikatta en kritik dönüşüm daha en başta, Hacı Bayram Veli’nin ölümüyle (1430) yaşanıyor. Oluşumun içinde çağdaşı başka lider kişilikler olsa da şeyhin halefi, ileride tüm dünya siyasetini derinden etkileyecek bir dönüşüm noktası olarak İstanbul’u fetheden Sultan Mehmet’in akıl hocası Akşemseddin oluyor. Yeni şeyh Göynük’e yerleşiyor ve tarikat faaliyetlerine burada devam ediyor fakat yöntem konusunda anlaşamadığı Ömer Sikkini ile derin tartışmalar yaşıyor. Kendi zikir halkasına katılmayıp birkaç mürid ile birlikte kenarda bekleyen Sikkini’ye “eğer zikir halkasına katılmazsa -liderliğin ve ehil olmanın sembolü olan- hırka ve tacını elinden alacağını” söylüyor. Ömer Sıkkini de hırka ve tacı yakıyor. Hikayeye göre “haydı o zaman bir ateş yakalım ve ortasına oturalım, eğer sen haklıysan biz yanarız tac ve hırka kalır. Ama yok eğer biz kalır onlar yanarsa demek ki tac ve hırkada hiçbir keramet yoktur” diyor ve ateşin içine giriyor. Tac ile hırka yanıyor ve Ömer Sikkini tarikatın ikinci kolunu oluşturuyor. Bu yeni kol melamet tavrını benimseyen, sunni çizgiden ayrılıp ehlibeyt sevgisine atıfta bulunan ve hatta ikinci dönem horasan erenleri olarak anılacak ve bundan sonraki dönemde siyasi baskıya maruz kalacak olan ve zamanla Osmanlı içindeki bir “karşı düşünce” hareketine dönüşecek yahut bu şekilde algılanacak olan oluşumdur.
Devletin baskısında 6 sembol şeyh…
Bayrami Melamilerin bir karşı düşünce ve tehdit olarak algılanması döneminde üç tanesi idam edilen iki tanesi çok ciddi tahkikatlar sonunda serbest kalan ve biri de zindanda ölen yahut öldürülen altı önemli ismi kronolojik bir düzen içinde önce idam edilen üçü sonra da soruşturma geçiren diğer üçü şeklindeki tasnifle inceleyeceğim. İsmail Maşuki, Bosnalı Hamza Bali, Sütçü Beşir Ağa, Hüsameddin Ankaravi, Gazanfer Dede ve Ali İdris’ten oluşan bu altılı vahdet-i vücutçu düşünceleri ve melamet tavrı yüzünden mürid sayılarının artışı ile kazandıkları nüfus ve gücün tehdit olarak algılanmasından ötürü sindirilmeye, yok edilmeye ve bundan sonrakiler için “ibretlik” olmaya mahkum edilmişlerdir. Fakat ne garip çelişkidir ki baskı gördükçe onlara olan ilgi artmış, devletten görüdükleri sistemli zulüm inançlarını pekiştirmiştir. Öyle ki Fener Parkı’nda boğdurulan son Bayrami Melamileri ölürken “sayılmayız parmak ile yok olmayız kırmak ile” diye haykırabilmişleridir.
İsmail Maşuki
Çelebi şeyh yahut “oğlan şeyh” lakaplı Maşuki kentlerde örgütlenen Bayrami Melamilerinden olmasının yanı sıra onu asıl önemli kılan özelliği öldürülen ilk Bayrami-Melami lider olmasıdır. Ebu Suud efendinin de bulunduğu mahkeme heyetinde Kemal Paşazade’nin fetvasıyla “zındıklık ve mülhidlik” suçlamasından ötürü 1528’de Atmeydanı’ndaki Çukurçeşme üzerinde boynu kesilerek idam edilmiştir. İstanbul ve Edirne’de etkili olan şeyhin müridleri arasında üst düzey devlet memurlarının bile oluşunun yarattığı tehdit algısı vahdet-i vücutçu düşünceleri ve özellikle ibadet şekillerinin farklılığı ile birleşince idam olunan ilk oldu ve bundan daha önemlisi bundan sonraki tüm soruşturmalarda “emsal teşkil eden” bir konuma ulaştı. Zira sonraki hiçbir soruşturma Maşuki’nin davası kadar derinlemesine olmamıştır. Hatta idam kararlarında “oğlan şeyh yolunda olduğundan ötürü” yazması söz konusu davadaki sanığın yok edilme kararının son cümlesi oluyordu. Bu arada belirtmek gerekir ki Maşuki’nin, Sunni inancın Hanefi fıkhı terbiyesinde yetişen devlet adamlarını en çok irkilten düşüncesi “raks da hal-i kıyama dahildir” fikridir. Siyasi otoritesini ve kimliğini dini inanç üzerine temellendiren ve kendi tebaası üzerindeki hakimiyetini bu yoldan sağlayan bir iktidar için bu ciddi bir sapmadır ve işte o yüzdendir ki bu kadar şiddetle cezalandırılmıştır. Atmeydanı’nda boynu kesilen sadece Maşuki değil, onun söz ve davranışlarını açıkça savunan 12 mürididir. Ve tabi ki daha sonra farklı yerlerde idam olunan diğer şeyhler ve müridleri…
Bosnalı Hamza Bali…
Kanuni Sultan Süleyman döneminde idam olunan Bosnalı Bali Ağa,Ankaralı Bayrami-Melami Şeyh Hüsameddin Ankaravi’nin öğrencisidir. Bir süre pirinin hizmetinde bulunduktan sonra tarikatı yaymak için Rumeli’ye geri dönmüştür. Cezbe kuvveti yüksek bir insan oluşu, bazı söz ve davranışları ve hepsinden önemlisi yine artan mürid sayısı gerek Bosna’nın ulema takımının gerekse diğer tarikat şeyhlerinin tepkisine yol açmış, bu Hamza Muhalifi grup “bu adam cahildir ve mürid yetiştirmeye ehil değildir; eğer tedbir alınmazsa bu tavırlarıyla fitne ve fesada sebebiyet verir” diyerek kadıya baskı yapmışlar ve kadı da durumu İstanbul’a bildirmiştir. İstanbul’dan gelen müfettişler tahkikat neticesinde şeyhin tutuklanmasına karar vermiş ve Bali Ağa’yı başkente götürmüşlerdir. Dönemin şeyhülislamı Ebu Suud, fetvadan önce bazı tarikat şeyhlerinden Hamza Bali hakkında bilgi alıyor, bu şeyhler ise Bali Ağa’nın dördüncü esmada kaldığını, şeyhliğe ehil olmadığını ve oğlan şeyh yolunda olduğunu belirtiyorlar ve Hamza Bali “Oğlan şeyh zendeka ve ilhada (dinsizlik ve Allahsızlık) binaen idam olunmuştu. Şeyh Hamza da onun gibi zındık ise katli meşrudur” diye verilen fetva ile Süleymaniye’de Deveoğlu Çeşmesi önünde idam ediliyor. Mezarı ise bugün Silivrikapı tarafında, Yenikapı Mevlevihanesi ile Halveti tekkesinin arasındadır. Ölümünden sonra Bayrami-Melamiler “Hamzavi” olarak anılmıştır. Bu yalnız halkın onları anlatırken kullandığı bir tabir değildir. Sonraki Melamiler de Hamza’yı pir olarak kabul ettiğinden kolun adı Hamzaviye olmuştur.
Şeyh Hamza Bali’nin dünya görüşü ve inançları ekseninde şekillenen yaşamı ve tavırları sadece onu tehdit olarak gören ulema ve diğer şeyhler tarafından değil kimi zaman kendi tarikatı içindeki dostları ve hatta piri, hocası Hüsameddin Ankaravi tarafından bile yanlış anlaşılmıştır. Bu durumu en iyi örnekleyen olay aşağıdaki küçük hikayedir:
Şeyh Hüsameddin Ankaravi yeni mescidinin açılışı için Cuma namazını kılmaya hazırlanırken “Bali Ağa hala gelmedi mi” diye sorar. İstanbul’dan gelecek olan Bosnalı Bali hakkında müridlerden biri “henüz gelmedi pirim, fakat rivayetlere göre Bali Ağa ibadetini aksatırmış, kendini de zevke sefaya vermiş, her gün tavuk çorbası yerim diye kıvanır dururmuş” diyerek Ankaravi’yi bilgilendirir. Namazdan az bir süre önce Bali Ağa gelir. İbadetin ardından Şeyh Ankaravi konuşmasında Bali Ağa’ya hitaben “evladım, ibadetini eskisi gibi yapmazmışsın, her gün tavuk çorbası yediğini söyler, övünürmüşsün” diye sitemde bulunur. Bali Ağa ise ibadeti aksattığını kabul ederek “yalnız bir husus var, tavuk çorbası olayı yanlış aksettirilmiş. İstanbul’da her evin önünde köpeklere ve tavuklara verilmek üzere artık yemeklerin ve çorbaların konduğu bir büyük taştan kase bulunur. Ben de tavuklar için konan bu artık çorbalardan yiyerek nefsimi köreltirim pirim” der. Bu anlatılanlar Ankaravi’nin hoşuna gider ve Bali Ağa’ya peygamberin amcasının ismi olan Hamza ismini verir ve bundan böyle Bali Ağa, Bosnalı Hamza Bali olarak anılır.
Buradan anlayacağımız üzere Melamiler aslında bir yandan da Ortodoks islamın öngördüğü Cuma namazı gibi ibadetleri de yerine getiriyordu. Hatta Bosnalı Hamza Bali’nin “ibadeti aksatması”ndan kasıt muhtemelen bu tür ibadetlerdi ve aslında şeyh Hamza “köktenci bir melamet” tavrındaydı. Bu tavrının Bosna’ya gittiğinde merkezi otoriteden uzaklaşmasının verdiği rahatlıkla daha da açığa çıkmış olacağını tahmin etmek pek de zor değildir. Ve yöre ulemasının hoşuna gitmeyen “bazı hal ve davranışlar” ile ima edilen şey de sanırım bu yaşayış biçimi ve marjinal dünya görüşü ile ibadet şeklidir.
Sütçü Beşir Ağa…
1662 yılında 90 yaşını geçkinken idam edilerek öldürülen son Melami şeyhidir. Bundan sonra Hamzaviler (Melamiler) kendilerini gizleyerek yaşayışlarını sürdürmüşleridir. Çünkü şeyhleri öldürüldükten sonra yandaşları çok ciddi bir tepki gösterip, devlete deyim yerindeyse bir rest çekerek gemilerini yaktılar: “Ya şeyhimizi zulmen öldürdüğünüzü halka itiraf edin yahut bizi de idam edin” diyorlar ve bunun sonucunda 40 Hamzavi dervişi daha Fener’de boğularak öldürülüyor. Sayılmayız parmak ile yok olmayız kırmak ile beyiti de bu son idamlara atfen ortaya çıkıyor. Olaylar öyle yankı uyandırıyor ki sadece Hamzaviler değil bazı ulema ve devlet görevlileri de yapılanı zulüm olarak görüp kararı verenler üzerinde baskı oluşturuyor bunun sonucunda Veziriazam Köprülü Ahmet Paşa bu tepkiyi bastırmak adına suçu şeyhülislama yıkarak fetvayı veren Sunizade’nin yerine Yahya Efendiyi atıyor.
İki Sorgu Artı Bir Muamma Eşittir Üç Baskı Daha…
1557 yılında Ankara kalesinde bir ölüm daha görüyoruz. Ama bu sefer ecel söz konusu. Tabi bu ecelin devlet kontrolünde olduğu şüphesi de hiç yabana atılmayacak derecede. Ölen kişi kola ismini veren Hamza Bali’nin piri Hüsameddin Ankaravi. Hakkında kovuşturma açılıp tutuklandıktan sonra (Zal Paşa’nın adamlarından birisinin bir at nedeniyle garaz bağlayıp aslı esası olmayan yalanlar söylemesi üzerine ) zindanda ölümü bir muamma olan şeyhin aslında öldürüldüğünü 1568 tarihli şu fermandan anlamak mümkündür.
“Maslup (asılmış olan) Şeyh Hüsam’a ait metrukatın yazılmasına dair Ankara Beğine ve Seferihisar Kadısına hüküm ki bundan önce asılmış olan Şeyh Hüsam’ın ne miktarda m metrukatı (mirası) varsa deftere yazılmasını emir buyurdum”
Bu dönemde Ankara’da asılan başka şeyh yoktur ve bu fermanda Hüsam olarak anılan şahsın Şeyh Hüsameddin olduğunu söylemek mümkündür. O zaman 3 resmi idama bir de gayrı resmi idam ekleniyor.
Tüm bunların yanı sıra 1548 yılında Kanuni ile beraber katıldığı bir doğu seferi kafilesinin Ankara’da duraklaması sırasında Şeyh Hüsam Efendi ile tanışan ve onun müridi olarak bölgede kalıp şeyhinin ölümünün ardından İstanbul’a gelişinin ardından Bayramiye tarikatına 60 yıl şeyhlik eden “bulunsun ve mutlak hakkından gelinsin” diye padişah emrine rağmen gizlenmeyi başaran ve 1615 yılında ölen Ali İdris ile Ebu Suud döneminde bir kez İstanbul’a getirilip soruşturmadan geçirilmiş ve önce “oğlan şeyh yolundadır dedikleri gerçek ise bu adamda hayır yoktur” denen fakat daha sonra iki üç meclis daha uzatılan soruşturma sonucu asla yoruma olanak bırakmayacak önlemleri aldıktan sonra “eğer adı geçen kişi, bir kötülüğe ve kargaşaya neden olmamışsa bırakılması yasal bir işlem olur” denen Gazanfer Dede, Bayrami Tarikatının seyrinde diğer iki önemli liderdir. Ali İdris olayı melamet tavrının gizliliğinin ötesinde üzerindeki baskı nedeniyle Bayramilerin nasıl bir hayat ve faaliyet gösterdiğinin, Gazanfer Dede olayı ise bir Bayrami şeyhinin asılmasında asıl önemli olgunun “etki gücü ve nüfus” olduğunun örnekleridir.
Sonuç yerine…
“Bu dönem Osmanlı başkentinde ve ülkede gerici akımların iyice güç kazandığı, hatta çığırından çıktığı bir dönemdir. Fakat devlet yönetimi gözünü daha çok Melamiler gibi muhalif kesimlere dikmiştir. Daha önce belirtildiği üzere ehl-i sünnet anlayışı içindeki, işi silaha sarılmaya dek vardıran gerici akımlar genellikle görmezden gelinmiş, ancak iş yönetimi tehdit eder hale gelince harekete geçilmiştir. Halbuki Melamilerde bir ayaklanma gündeme gelmemiştir. Fakat dünya görüşlerinin farklılığı Osmanlı yönetimini önce bu kesimi ezmeye yöneltmiştir. Gerici akımların kol gezdiği, çoğunluğunun birer hafiye gibi çalıştığı bir ortamda Melamiler kendilerini oldukça gizleyerek çalıştılar. Yine de çok yandaş kazandılar. Fakat Beşir Ağa ve 40 kadar yoldaşının öldürülmesi halkın gözünü çok korkuttu. Melamiler daha da gizlendiler. Birbirleriyle bağlantıları koptu. Halkın içinde görüş açıklamaktan, konuşmaktan kaçındıklarından yandaş edinmeleri de ortadan kalktı. Bu durum, bu akımın dinamik özünü yok etti ve onu zayıflattı. Bu dinamik özün, bundan sonraki şeyhlik postuna oturan Hamzavi önderlerince özellikle hadımlaştırılması, bu yolun giderek çökmesine neden oldu.
Hamzaviler de susturulunca 18.yüzyılın başından itibaren Osmanlı ülkesinde ilerici bir akım görmek olanaksızlaştı. Tepkiler, resmi düşüncenin en geri biçimiyle ve resmi düzlemde, kişilere yönelik olarak dile getirilir oldu. Başkentteki hareketler, isyan da dahil, yönetime karşı değil, yönetimi onarmaya yönelik hareketlerdi artık… ”
15 Ocak 2010 Cuma
Doğrudan Amerikan Etkisinin Miladı: Robert Koleji
DOĞRUDAN AMERİKAN ETKİSİNİN MİLADI: ROBERT KOLEJİ
Türkiye’ de Amerikanlaşma dendiğine akla ilk gelen küreselleşme sürecinde Amerikan hayat tarzının tüm dünyaya olduğu gibi bu topraklara da yerleşmesidir. Yüzeysel bir benzetmeyle elinde coca-cola ve hamburger ile Hollywood yapımı bir film izlemek için sinemaya ayağında Nike ayakkabılarla gitmek şekilsel olarak Amerikanlaşmanın örneği olabilir. Peki ya bunun ötesinde? Tüm ülkelerin bu şekilde, aynı hayat tarzının dayatılması sürecinden geçtiğinden yola çıkarak bir zamanların meşhur deyimiyle “küçük Amerika” oluşumuz, yani bizdeki Amerikan etkisinin diğer ülkelere göre farklılığı ve biricikliği ne ile açıklanabilir? Türkiye’de doğrudan Amerikan etkisi ne zaman başlamıştır? Bunun cevabını aramak için 19.yüzyıla, Türk modernleşmesinin ve kültürel dönüşümün en kritik evresine gitmek ve bu etkiyi kültürel enjeksiyonun kurumsal ilk yapısı olan; Amerika Birleşik Devletleri toprakları dışında kurulan ilk Amerikan koleji, Robert Koleji’ni milat alarak açıklamak gerek. Bu analizi ise bizzat Kolejin ve ABD’nin Türkiye misyonlarıyla ilgili unsurlarının kendi kaynakları ve açıklamalarıyla yapmak daha sağlıklı olacak ve çalışmam, havanda su dövmekle eş değer olan misyonerliğin lanetlenmesinden farklı bir konuma geçecektir.
On dokuzuncu yüzyıl, batılı devletlerin modernite sonrası edindiği güç karşısında görece geride kalan ve bu geride kalışı somut olarak en fazla askeri ve siyasi alanda yaşayan Osmanlı İmparatorluğu’nun en kökten değişimleri en şiddetli ve en çabuk şekilde yaşadığı dönemdir. 1839 Tanzimat, 1856 Islahat Fermanı; askeri alanda yapılan revizyonun ötesine geçişin ve topyekün bir zihniyet değişiminin mihenk taşları olmuştu. Hangi sebepten olursa olsun –ister içten gelen bir modernleşme isteği, ister dış baskıların bir dayatması, isterse her ikisinin mantıksal çerçevedeki bir kombinasyonu- bu dönüşüm, kendinden daha ileride gördüğü devletlerin siyasal, ekonomik ve kültürel kodlarının kopyalanması dahilinde olmuştur.
Bu batıya entegre olma sürecinde işin en önemli sahası “eğitim” olduğundan İmparatorluk, hem kendi unsurlarını batıya gönderip oranın değerlerini ve mekanizmanın işleyişini öğrenmeye çalışıyor hem de yapılan hukuksal düzenlemelerin hazırladığı alt yapı sayesinde dışarıdan gelen unsurları kendi topraklarına çekiyordu. İmparatorluğun kapılarının batılı misyoner eğitimcilere açılması, Hıristiyan propaganda göreviyle gelen bu kişilerin toplumda etki yaratarak din değiştirmelere sebebiyet vermesinin ötesinde her yabancı güç, bu birimleri sayesinde kendine bir yaşam alanı ve nüfus gücü elde ediyordu.
İmparatorluk topraklarındaki bu nüfus savaşında farklı bölgelerdeki küçük ve ilahiyat çizgisinde faaliyet sürdüren yapılanmaların arasından öyle bir kurum çıkacaktır ki hem zihniyet, hem faaliyet hem de kuruluş süreci ve devletten aldığı imtiyazlar bakımından ilk olacak, ve bir buçuk yüzyıl sonra yine aynı yerde, aynı kudreti ve etkisiyle faaliyetlerine devam ediyor olacaktır. Bahsettiğimiz okul Amerikan misyonunun bütün varlığıyla kurup geliştirdiği temel eseri olan, esas okulu Robert Kolejidir.
Hayatını kafirleri dine döndürmeye adamış, aileden gelen katı bir dinsel altyapısını ülkesinin dış görevlerinde kullanacağı elemanların yetiştirildiği kilise kontrolündeki simsarlar birliğinde aldığı eğitimle birleştirip 1830 da deniz aşırı göreve gitmesi gereken Cyrus Hamlin’in görev yeri İstanbul’du. Bu zat ileride Robert Koleji’nin kurucusu olacaktır ve işe 4 Kasım 1840 ta iki öğrenciyle açtığı Bebek İlahiyat okulu ile başlar. İlk yirmi yıl içerisinde Hamlin bir “rüştünü ispat” süreci geçirir, Kırım Savaşında İngiliz birliklerine ekmek sağlayan bir fırın işletir, Osmanlı’nın alev alev yanan bölgesi Balkanlar’a 1957 yılında gidip sondaj çalışmalarında bulunur ve sermaye işini halletmesi, üzerinde kurulacak arsanın belirlenip satın alınması, inşaat izninin verilmesi ile birlikte aslında 1863 te eğitime başlayan Robert Koleji 4 Temmuz 1869 da hem tarih hem de katılımcılarının profili açısından hangi unsurlardan oluştuğu ve açıkça kime hizmet ettiği anlaşılan bir görüntü ile açılışını yapar.
Peki koleji bir milad yapan fark nedir? Kuruluş aşamasında Mr.Robert ve Hamlin kolejin bir Hıristiyan okulu olmasını, ancak herhangi bir mezhebe bağlılık yerine seküler bir görünüm arz etmesini isterler. Onlara göre bir misyonerin “yabancı” olması hitap ettikleri insanlarda çekince yaratıyordu. Çünkü bir misyoner ilk ve en önemli iş olarak kendisini dinleyecek insanlar bulmalıydı. Bu insanları bulma konusunda kurucular, Gustav Warneck’in şu felsefesini savunmaktaydılar: “Tek tasarlanabilir yol, her millete kendi adamlarının, Rumlara Rumların, Ermenilere Ermenilerin, Kıptilere Kıptilerin, Nasturilere Nasturilerin incili nakletmesidir”. İşte bu nedenden ötürüdür ki hangi hedef doğrultusunda olursa olsun, kolej hep “liderler” yetiştirmeyi amaçlamıştır. Başvurduğum kaynaklardan birinde Bulgaristan ülküsünü gerçekleştirmek için kurulan Robert Koleji betimlemesi her ne kadar biraz abartılı gelse de Kolejin ilk ciddi misyonu Bulgar isyanı konusunda olmuştur. Önceki bölümde de belirttiğim gibi Hamlin 1857’de Balkanlar’a gidiyordu. 1863’te Kolej 4 öğrenci ile eğitime başlıyor 64’ten itibaren de Bulgar öğrencilere her yıl artan sayıda kontenjan ayrılıyor, ihtilalci fikirlerle yetişen gençler Balkan isyanlarının elebaşları oluyorlardı. Nitekim Robert Kolej’in ilk talebeleri arasında bulunan Bulgar ihtilalcisi Mateef, Bulgarca Mir Gazetesi’nin 20 Haziran 1936 tarih ve 10.774 numaralı sayısında şunları yazıyordu:
“Dr.Cyrus Hamlin Müslümanlık nereden İstanbul’a girmişse Hıristiyanlığın da oradan girmesi için Rumeli Hisarı’nın en yüksek kulesi üzerinde bir kolej açmak istiyordu”
Tam da bu noktada değinmek gerekir ki Kolej’in yapıldığı yer konusu da ayrı bir ehemmiyet arz etmektedir. Kuruluş fikirlerinin filizlendiği dönemlerde Hamlin ortaya tüm Hıristiyanların hoşuna gidecek bir öneri sunuyor, Türklerin İstanbul’u fethetmek için yaptıkları boğazkesen hisarını yaptırdıklarına dikkati çekiyor, “biz de aynı yerden başlamalıyız” diyordu. Bu takıntı o kadar önemli boyuttaydı ki inşaat için kullanılan tuğlalar ve malzeme için bile hisarda kullanılan tuğla ve harcı tutturmaya çalışıyordu. Arsanın alımı ise ilk önce sahibi tarafından verilen red cevabına takılmıştı, bu iş için Birleşik Devletler sekreteri Mr.Brown’un görevlendirilmesi bu projenin ciddiyetinin bir örneği olduğu gibi muhatap olunan arsa sahibinin kimliği de bu durumda etkiliydi. Cevabın ve arsanın sahibi çok da yabancı bir isim değil, Paris sefirimiz ve modernleşme sürecinin kilit isimlerinden Ahmet Vefik Paşa’dır. Fakat Paşa birkaç yıl sonra yurda döndüğünde kişisel borçlarından mı yoksa devletin borçlarının yarattığı diplomatik baskıdan mıdır bilinmez arsayı çok daha düşük bir bedele satmaya razı olmuş ve bu durum Hamlin’in kendi deyişiyle “yüreğini hoplatan” bir karar olmuştur. Meryem Binti Toma (Hamlin’in eşi, ilginçtir o zaman yabancıların mülk edinmesi yasaktı ve her nasılsa bu bayan Türk tabiiyetine geçirilmiştir) adına satın alınan arsayı elde etmek ile iş henüz bitmemiştir. Paşa arsayı satmaya razı olsa da inşaat izni konusunda çekingen davranan Osmanlı devleti ise Girit isyanına yardıma geldiği yahut bunun gizli bir ultimatom olduğunu algıladığı ABD’li Deniz kuvvetleri komutanı Amiral Faragut’un İstanbul’a gelişi nedeniyle inşaata bir ferman ile izin verir. Ferman Mithat Paşa’nın Vezir-i Azam seçildiği sırada çıkarılır. Robert Koleji ABD toprakları dışında kurulan ilk Amerikan koleji olduğu gibi Osmanlı topraklarında kendi ülkesinin bayrağını dalgalandırmasına izin verilen ilk yabancı okuldur. Aslında arsanın satılması ve okulun kurulmasına tek muhalefet Osmanlı yönetiminin bizzat içinden gelen muhalefet değildir. Dış siyasetleri gereği buna karşı olan Fransa ve Rusya, Yahudi hahamı Abbe Bore, Roma Katolik Papazı ve Protestanlığın dışında diğer Hıristiyan mezhepleri mensupları da Robert Kolej’e karşıdırlar. Özellikle Fransa unsuru önemlidir çünkü modernleşmenin kültürel kısmı bu ülkedir: İmparatorluk Batı’yı Fransa’dan seyretmektedir. Fransa ise bu okulun kuruluşunu tehdit olarak algılar ve koleji Amerikan nüfuzunun merkezi olarak görür. Artık hegemonya kültürel alanda en çetin savaşını vermektedir. Bu nedenle güç dengesinin giderek Amerika lehine değişeceğini gören Fransa etki ve gücünü sürdürmek için modern anlamda bir ilk olan –ilk defa Müslüman ve gayrimüslim çocukların bir arada okuduğu- Galatasaray Lisesi’ni açar. Lisenin dili Fransızca olacaktır. Öğretim elemanları Fransa’dan karşılanacak, bütün giderleri ise imparatorluğa yüklenecektir. Böylece Fransa hem Amerikan etkisini dengeleyecek, hem de kültürel ve siyasi sömürgeciliğini sürdürecektir. Bunun faturasını da imparatorluk ödeyecektir.
Hem Bulgar isyanında oynadığı rol hem de kuruluş sürecindeki olaylar ile ilgili örnekler çoğaltılabilir. Fakat çalışmama son verirken iki şeye dikkati çekmek istiyorum. Birincisi kolej kolektif bir Amerikan projesi olarak filizlenmiştir. Christopher Robert, Hamlin ile tanışıp ideallerini birleştirdikten ve Amerika’ya geri döndükten sonra kurumu oluşturmak ve devam ettirmek için gerekli finans kaynaklarını temin etmek adına New York’ta İstanbul Robert Koleji derneğini kurar. Amaç vatansever ve Hıristiyan Amerikalılardan, bu deniz aşırı görevi gerçekleştirebilmek adına bağış toplamaktır. Tüm bu bağışların katkısı önemlidir fakat bizzat Robert’in yaptığı katkı kolejin varoluşunda belirleyici faktördür. Ayrıca ölünce de mirasının çok büyük bir kısmını koleje bırakmıştır. Tüm bu nedenlerden ötürü de önce farklı isimler üzerinde tartışılsa da Hamlin’in fikriyle okulun adı Robert Kolej olmuştur. Devlet yetkililerinin “bütün Amerikan unsurlarının toplamından daha fazla işi Robert Kolej’in tek başına yaptığını” dillendirmesi boşa değildir. Çünkü kurulduğu tarihten 1914 e kadar harcanan dolarların istatistiğine bakıldığında Robert koleji diğer tüm Amerikan orijinli ardıl kolej ve okulların toplamından daha fazla harcama yapmıştır (3.070.000 $). Ardıl diyorum çünkü kolejin kurulmasını takip eden yıllarda yine istanbul’da ve Anadolu’nun farklı köşelerinde Amerikan kolejleri açılmıştır (ör: Tarsus Robert Koleji Mersin 1876, Fırat Koleji Harput 1878, Anadolu Koleji Merzifon 1886). Hatta Robert Kolej’in ilahiyat kısmı daha sonra Merzifon’daki koleje nakledilmiştir.
Son olarak belirtmek istediğim şey ise yazımın içinde de bahsettiğim “açılış günü fotoğrafıdır”. Bu karedeki unsurları saydığımızda ve o açılışın görüntüsünü betimlediğimizde hem kolejin nasıl bir ciddi politik ve siyasi arka planı olduğunu hem de neden bir “ilk” ve “milad” olarak gördüğüm daha iyi anlaşılacak. Daha önce de belirttiğim gibi kolejin açılmasına izin veren irade, ona başka hiçbir ülkeye bahşedilmeyen bir başka hakkı, Amerikan bayrağını taşıma hakkı da veriyordu. Devletlerarası politikanın en jeo-stratejik yerinde, boğazı tepeden gören bir alanda dalgalanan Amerikan bayrağının altında, Amerikan bağımsızlık gününün yıldönümü olan 4 Temmuz 1869’da tertiplenen ihtişamlı temel atma töreninde ABD Kabinesinden Mr.Joy Morris taşı temele koyar ve ilginç konuşmasını “…bu eser deniz aşırı bir ülkenin vatandaşlarının yüce hürriyet anlayışlarının bir abidesi olarak kalacaktır…” diye tamamlar. Bundan sonra sırasıyla sekiz kişi daha konuşur: Amerikan yüksek mahkeme üyelerinden Sir Philip Francis, Birleşik Devletler Sekreteri J.P.Brown, İngiliz elçilik rahibi papaz C.B.Gribble, Yunan Philip Apostolides, Protestan Ermenilerin temsilcisi Hagop (agop) Efendi, Bulgar Petko Garbanoff (kolejin slav dilleri hocası, profesör ve Hamlin’in eski bir öğrencisidir), Ermeni Papaz Pastör Avadis ve nihayet Amerikan misyoner cemiyeti üyelerinden Dr.Pratt’ın kısa bir konuşmasından sonra tören, kilise adabına uygun olarak ilahiler okunup, duayla bitirlir. Açılışta bütün bunlar yetmiyormuş gibi, İmparatorluğun Washington büyük elçisi de yerini alır. Sadece bu tören bütün boyutlarıyla düşünülebilirse, bu ekibin ruh fotoğrafını tüm açıklığı ile ortaya sermek mümkündür. Nihai amaçları, neye ve kime hizmet ettikleri, kimler tarafından desteklendikleri ve yapmak istedikleri olağanca açıklığı ile idrak edilebilir ve Türk toprakları üzerinde doğrudan Amerikan etkisinin miladının Robert Kolej’in kuruluşu olduğu rahatça söylenebilir.
Türkiye’ de Amerikanlaşma dendiğine akla ilk gelen küreselleşme sürecinde Amerikan hayat tarzının tüm dünyaya olduğu gibi bu topraklara da yerleşmesidir. Yüzeysel bir benzetmeyle elinde coca-cola ve hamburger ile Hollywood yapımı bir film izlemek için sinemaya ayağında Nike ayakkabılarla gitmek şekilsel olarak Amerikanlaşmanın örneği olabilir. Peki ya bunun ötesinde? Tüm ülkelerin bu şekilde, aynı hayat tarzının dayatılması sürecinden geçtiğinden yola çıkarak bir zamanların meşhur deyimiyle “küçük Amerika” oluşumuz, yani bizdeki Amerikan etkisinin diğer ülkelere göre farklılığı ve biricikliği ne ile açıklanabilir? Türkiye’de doğrudan Amerikan etkisi ne zaman başlamıştır? Bunun cevabını aramak için 19.yüzyıla, Türk modernleşmesinin ve kültürel dönüşümün en kritik evresine gitmek ve bu etkiyi kültürel enjeksiyonun kurumsal ilk yapısı olan; Amerika Birleşik Devletleri toprakları dışında kurulan ilk Amerikan koleji, Robert Koleji’ni milat alarak açıklamak gerek. Bu analizi ise bizzat Kolejin ve ABD’nin Türkiye misyonlarıyla ilgili unsurlarının kendi kaynakları ve açıklamalarıyla yapmak daha sağlıklı olacak ve çalışmam, havanda su dövmekle eş değer olan misyonerliğin lanetlenmesinden farklı bir konuma geçecektir.
On dokuzuncu yüzyıl, batılı devletlerin modernite sonrası edindiği güç karşısında görece geride kalan ve bu geride kalışı somut olarak en fazla askeri ve siyasi alanda yaşayan Osmanlı İmparatorluğu’nun en kökten değişimleri en şiddetli ve en çabuk şekilde yaşadığı dönemdir. 1839 Tanzimat, 1856 Islahat Fermanı; askeri alanda yapılan revizyonun ötesine geçişin ve topyekün bir zihniyet değişiminin mihenk taşları olmuştu. Hangi sebepten olursa olsun –ister içten gelen bir modernleşme isteği, ister dış baskıların bir dayatması, isterse her ikisinin mantıksal çerçevedeki bir kombinasyonu- bu dönüşüm, kendinden daha ileride gördüğü devletlerin siyasal, ekonomik ve kültürel kodlarının kopyalanması dahilinde olmuştur.
Bu batıya entegre olma sürecinde işin en önemli sahası “eğitim” olduğundan İmparatorluk, hem kendi unsurlarını batıya gönderip oranın değerlerini ve mekanizmanın işleyişini öğrenmeye çalışıyor hem de yapılan hukuksal düzenlemelerin hazırladığı alt yapı sayesinde dışarıdan gelen unsurları kendi topraklarına çekiyordu. İmparatorluğun kapılarının batılı misyoner eğitimcilere açılması, Hıristiyan propaganda göreviyle gelen bu kişilerin toplumda etki yaratarak din değiştirmelere sebebiyet vermesinin ötesinde her yabancı güç, bu birimleri sayesinde kendine bir yaşam alanı ve nüfus gücü elde ediyordu.
İmparatorluk topraklarındaki bu nüfus savaşında farklı bölgelerdeki küçük ve ilahiyat çizgisinde faaliyet sürdüren yapılanmaların arasından öyle bir kurum çıkacaktır ki hem zihniyet, hem faaliyet hem de kuruluş süreci ve devletten aldığı imtiyazlar bakımından ilk olacak, ve bir buçuk yüzyıl sonra yine aynı yerde, aynı kudreti ve etkisiyle faaliyetlerine devam ediyor olacaktır. Bahsettiğimiz okul Amerikan misyonunun bütün varlığıyla kurup geliştirdiği temel eseri olan, esas okulu Robert Kolejidir.
Hayatını kafirleri dine döndürmeye adamış, aileden gelen katı bir dinsel altyapısını ülkesinin dış görevlerinde kullanacağı elemanların yetiştirildiği kilise kontrolündeki simsarlar birliğinde aldığı eğitimle birleştirip 1830 da deniz aşırı göreve gitmesi gereken Cyrus Hamlin’in görev yeri İstanbul’du. Bu zat ileride Robert Koleji’nin kurucusu olacaktır ve işe 4 Kasım 1840 ta iki öğrenciyle açtığı Bebek İlahiyat okulu ile başlar. İlk yirmi yıl içerisinde Hamlin bir “rüştünü ispat” süreci geçirir, Kırım Savaşında İngiliz birliklerine ekmek sağlayan bir fırın işletir, Osmanlı’nın alev alev yanan bölgesi Balkanlar’a 1957 yılında gidip sondaj çalışmalarında bulunur ve sermaye işini halletmesi, üzerinde kurulacak arsanın belirlenip satın alınması, inşaat izninin verilmesi ile birlikte aslında 1863 te eğitime başlayan Robert Koleji 4 Temmuz 1869 da hem tarih hem de katılımcılarının profili açısından hangi unsurlardan oluştuğu ve açıkça kime hizmet ettiği anlaşılan bir görüntü ile açılışını yapar.
Peki koleji bir milad yapan fark nedir? Kuruluş aşamasında Mr.Robert ve Hamlin kolejin bir Hıristiyan okulu olmasını, ancak herhangi bir mezhebe bağlılık yerine seküler bir görünüm arz etmesini isterler. Onlara göre bir misyonerin “yabancı” olması hitap ettikleri insanlarda çekince yaratıyordu. Çünkü bir misyoner ilk ve en önemli iş olarak kendisini dinleyecek insanlar bulmalıydı. Bu insanları bulma konusunda kurucular, Gustav Warneck’in şu felsefesini savunmaktaydılar: “Tek tasarlanabilir yol, her millete kendi adamlarının, Rumlara Rumların, Ermenilere Ermenilerin, Kıptilere Kıptilerin, Nasturilere Nasturilerin incili nakletmesidir”. İşte bu nedenden ötürüdür ki hangi hedef doğrultusunda olursa olsun, kolej hep “liderler” yetiştirmeyi amaçlamıştır. Başvurduğum kaynaklardan birinde Bulgaristan ülküsünü gerçekleştirmek için kurulan Robert Koleji betimlemesi her ne kadar biraz abartılı gelse de Kolejin ilk ciddi misyonu Bulgar isyanı konusunda olmuştur. Önceki bölümde de belirttiğim gibi Hamlin 1857’de Balkanlar’a gidiyordu. 1863’te Kolej 4 öğrenci ile eğitime başlıyor 64’ten itibaren de Bulgar öğrencilere her yıl artan sayıda kontenjan ayrılıyor, ihtilalci fikirlerle yetişen gençler Balkan isyanlarının elebaşları oluyorlardı. Nitekim Robert Kolej’in ilk talebeleri arasında bulunan Bulgar ihtilalcisi Mateef, Bulgarca Mir Gazetesi’nin 20 Haziran 1936 tarih ve 10.774 numaralı sayısında şunları yazıyordu:
“Dr.Cyrus Hamlin Müslümanlık nereden İstanbul’a girmişse Hıristiyanlığın da oradan girmesi için Rumeli Hisarı’nın en yüksek kulesi üzerinde bir kolej açmak istiyordu”
Tam da bu noktada değinmek gerekir ki Kolej’in yapıldığı yer konusu da ayrı bir ehemmiyet arz etmektedir. Kuruluş fikirlerinin filizlendiği dönemlerde Hamlin ortaya tüm Hıristiyanların hoşuna gidecek bir öneri sunuyor, Türklerin İstanbul’u fethetmek için yaptıkları boğazkesen hisarını yaptırdıklarına dikkati çekiyor, “biz de aynı yerden başlamalıyız” diyordu. Bu takıntı o kadar önemli boyuttaydı ki inşaat için kullanılan tuğlalar ve malzeme için bile hisarda kullanılan tuğla ve harcı tutturmaya çalışıyordu. Arsanın alımı ise ilk önce sahibi tarafından verilen red cevabına takılmıştı, bu iş için Birleşik Devletler sekreteri Mr.Brown’un görevlendirilmesi bu projenin ciddiyetinin bir örneği olduğu gibi muhatap olunan arsa sahibinin kimliği de bu durumda etkiliydi. Cevabın ve arsanın sahibi çok da yabancı bir isim değil, Paris sefirimiz ve modernleşme sürecinin kilit isimlerinden Ahmet Vefik Paşa’dır. Fakat Paşa birkaç yıl sonra yurda döndüğünde kişisel borçlarından mı yoksa devletin borçlarının yarattığı diplomatik baskıdan mıdır bilinmez arsayı çok daha düşük bir bedele satmaya razı olmuş ve bu durum Hamlin’in kendi deyişiyle “yüreğini hoplatan” bir karar olmuştur. Meryem Binti Toma (Hamlin’in eşi, ilginçtir o zaman yabancıların mülk edinmesi yasaktı ve her nasılsa bu bayan Türk tabiiyetine geçirilmiştir) adına satın alınan arsayı elde etmek ile iş henüz bitmemiştir. Paşa arsayı satmaya razı olsa da inşaat izni konusunda çekingen davranan Osmanlı devleti ise Girit isyanına yardıma geldiği yahut bunun gizli bir ultimatom olduğunu algıladığı ABD’li Deniz kuvvetleri komutanı Amiral Faragut’un İstanbul’a gelişi nedeniyle inşaata bir ferman ile izin verir. Ferman Mithat Paşa’nın Vezir-i Azam seçildiği sırada çıkarılır. Robert Koleji ABD toprakları dışında kurulan ilk Amerikan koleji olduğu gibi Osmanlı topraklarında kendi ülkesinin bayrağını dalgalandırmasına izin verilen ilk yabancı okuldur. Aslında arsanın satılması ve okulun kurulmasına tek muhalefet Osmanlı yönetiminin bizzat içinden gelen muhalefet değildir. Dış siyasetleri gereği buna karşı olan Fransa ve Rusya, Yahudi hahamı Abbe Bore, Roma Katolik Papazı ve Protestanlığın dışında diğer Hıristiyan mezhepleri mensupları da Robert Kolej’e karşıdırlar. Özellikle Fransa unsuru önemlidir çünkü modernleşmenin kültürel kısmı bu ülkedir: İmparatorluk Batı’yı Fransa’dan seyretmektedir. Fransa ise bu okulun kuruluşunu tehdit olarak algılar ve koleji Amerikan nüfuzunun merkezi olarak görür. Artık hegemonya kültürel alanda en çetin savaşını vermektedir. Bu nedenle güç dengesinin giderek Amerika lehine değişeceğini gören Fransa etki ve gücünü sürdürmek için modern anlamda bir ilk olan –ilk defa Müslüman ve gayrimüslim çocukların bir arada okuduğu- Galatasaray Lisesi’ni açar. Lisenin dili Fransızca olacaktır. Öğretim elemanları Fransa’dan karşılanacak, bütün giderleri ise imparatorluğa yüklenecektir. Böylece Fransa hem Amerikan etkisini dengeleyecek, hem de kültürel ve siyasi sömürgeciliğini sürdürecektir. Bunun faturasını da imparatorluk ödeyecektir.
Hem Bulgar isyanında oynadığı rol hem de kuruluş sürecindeki olaylar ile ilgili örnekler çoğaltılabilir. Fakat çalışmama son verirken iki şeye dikkati çekmek istiyorum. Birincisi kolej kolektif bir Amerikan projesi olarak filizlenmiştir. Christopher Robert, Hamlin ile tanışıp ideallerini birleştirdikten ve Amerika’ya geri döndükten sonra kurumu oluşturmak ve devam ettirmek için gerekli finans kaynaklarını temin etmek adına New York’ta İstanbul Robert Koleji derneğini kurar. Amaç vatansever ve Hıristiyan Amerikalılardan, bu deniz aşırı görevi gerçekleştirebilmek adına bağış toplamaktır. Tüm bu bağışların katkısı önemlidir fakat bizzat Robert’in yaptığı katkı kolejin varoluşunda belirleyici faktördür. Ayrıca ölünce de mirasının çok büyük bir kısmını koleje bırakmıştır. Tüm bu nedenlerden ötürü de önce farklı isimler üzerinde tartışılsa da Hamlin’in fikriyle okulun adı Robert Kolej olmuştur. Devlet yetkililerinin “bütün Amerikan unsurlarının toplamından daha fazla işi Robert Kolej’in tek başına yaptığını” dillendirmesi boşa değildir. Çünkü kurulduğu tarihten 1914 e kadar harcanan dolarların istatistiğine bakıldığında Robert koleji diğer tüm Amerikan orijinli ardıl kolej ve okulların toplamından daha fazla harcama yapmıştır (3.070.000 $). Ardıl diyorum çünkü kolejin kurulmasını takip eden yıllarda yine istanbul’da ve Anadolu’nun farklı köşelerinde Amerikan kolejleri açılmıştır (ör: Tarsus Robert Koleji Mersin 1876, Fırat Koleji Harput 1878, Anadolu Koleji Merzifon 1886). Hatta Robert Kolej’in ilahiyat kısmı daha sonra Merzifon’daki koleje nakledilmiştir.
Son olarak belirtmek istediğim şey ise yazımın içinde de bahsettiğim “açılış günü fotoğrafıdır”. Bu karedeki unsurları saydığımızda ve o açılışın görüntüsünü betimlediğimizde hem kolejin nasıl bir ciddi politik ve siyasi arka planı olduğunu hem de neden bir “ilk” ve “milad” olarak gördüğüm daha iyi anlaşılacak. Daha önce de belirttiğim gibi kolejin açılmasına izin veren irade, ona başka hiçbir ülkeye bahşedilmeyen bir başka hakkı, Amerikan bayrağını taşıma hakkı da veriyordu. Devletlerarası politikanın en jeo-stratejik yerinde, boğazı tepeden gören bir alanda dalgalanan Amerikan bayrağının altında, Amerikan bağımsızlık gününün yıldönümü olan 4 Temmuz 1869’da tertiplenen ihtişamlı temel atma töreninde ABD Kabinesinden Mr.Joy Morris taşı temele koyar ve ilginç konuşmasını “…bu eser deniz aşırı bir ülkenin vatandaşlarının yüce hürriyet anlayışlarının bir abidesi olarak kalacaktır…” diye tamamlar. Bundan sonra sırasıyla sekiz kişi daha konuşur: Amerikan yüksek mahkeme üyelerinden Sir Philip Francis, Birleşik Devletler Sekreteri J.P.Brown, İngiliz elçilik rahibi papaz C.B.Gribble, Yunan Philip Apostolides, Protestan Ermenilerin temsilcisi Hagop (agop) Efendi, Bulgar Petko Garbanoff (kolejin slav dilleri hocası, profesör ve Hamlin’in eski bir öğrencisidir), Ermeni Papaz Pastör Avadis ve nihayet Amerikan misyoner cemiyeti üyelerinden Dr.Pratt’ın kısa bir konuşmasından sonra tören, kilise adabına uygun olarak ilahiler okunup, duayla bitirlir. Açılışta bütün bunlar yetmiyormuş gibi, İmparatorluğun Washington büyük elçisi de yerini alır. Sadece bu tören bütün boyutlarıyla düşünülebilirse, bu ekibin ruh fotoğrafını tüm açıklığı ile ortaya sermek mümkündür. Nihai amaçları, neye ve kime hizmet ettikleri, kimler tarafından desteklendikleri ve yapmak istedikleri olağanca açıklığı ile idrak edilebilir ve Türk toprakları üzerinde doğrudan Amerikan etkisinin miladının Robert Kolej’in kuruluşu olduğu rahatça söylenebilir.
Etiketler:
amerika,
emperyalizm,
hamlin,
mümtazer türköne,
robert kolej,
türk modernleşmesi
SPORUN KÜRESELLEŞMESİ
BASKETBOL ÖRNEĞİNDEN YOLA ÇIKARAK
SPORUN KÜRESELLEŞMESİ
Rekabetin olduğu her yerde “seyredenin” var olması doğal bir süreçtir. Yeryüzünde icat edilmiş ve icat edilecek olan tüm sporların da özünde rekabet, devamında seyirci kitlesi ve talep faktörü vardır. Modern olimpiyatların doğuşu ile başlatabileceğimiz küresel spor tarihi, yerel sporların yayılması ve talebin yüksek olduğu sporların küresel hakimiyeti ile sürdürülebilir. Bu çalışmada ise “basketbol” temelli bir anlatımla 21.yüzyıl toplumlarında talep edilen ile talebi belirleyen faktörler arasında gidip gelen bir analiz yapmaya uğraşacağım.
Olimpiyat Fikri ve Sporda Uluslararası Rekabet…
Antik şekli eski Yunan’da yapılan oyunların Fransız soylusu Baron de Coubertin tarafından modernize edilmiş hali ile 1896 dan beri dünya savaşları haricinde her 4 yılda bir yapılan modern olimpiyatlar, uluslar arasında gerçekleşen en önemli spor organizasyonu olma özelliğini bir yüzyıldan fazla süredir korumuştur.
Yaşadığı dönemde, Baron de Coubertin 1870-1871 yıllarında Almanya ve Fransa arasındaki savaşı “neden Fransa'nın kaybettiğini” araştırıyordu. Baron de Coubertin'in düşüncesine göre yenilginin sebebi Fransa'da gerçek anlamda fiziksel eğitimin verilmemesidir. Bunu sporla aşma düşüncesine girer. Ona göre gençlik sadece kapalı sınıflarda değil aynı zamanda, açık havada spor yaparak yetişmelidir. Baron, Fransa’da çağın gerisinde kalan eğitim ve spor kuruluşlarına yeni bir sistem getirmek istedi. Aynı zamanda ülkeleri spor ile daha yakınlaştırarak ve sporla yapılan rekabet ile savaşları önlemenin daha doğru yol olduğunu düşündü.
16 Haziran - 23 Haziran 1894 arasında Paris, Sorbonne Üniversitesi'nde düzenlenen bir kongrede bu düşüncelerini farklı ülkelerden dinleyicilere aktardı. Kongrenin son gününde ilk modern olimpiyat oyunlarının da antik oyunların doğum yeri olan Atina'da, 1896 yılında yapılmasına karar verildi. Oyunları organize etmek için Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) kuruldu. Komitenin ilk başkanı olarak Yunan Demetrius Vikelas seçildi.
Kongrede kabul edilen ilkeler şöyle sıralandı:
1. Olimpiyatlar, eskiden olduğu gibi, her dört yılda bir yapılacak.
2. Olimpiyatlar, Klasik Yunan'da olduğunun aksine, tüm dünya sporcularına açık olacak ve yarışma programı, günün sporlarını içerecek.
3. Yarışmalarda sadece büyükler yer alacak.
4. Amatörlük kuralları, kesinlikle uygulanacak.
5. Olimpiyat organizasyonu "gezici" olacak ve her olimpiyat başka bir ülkede yapılacak.
İlk oyunlar Atina'da 1896'da başarı ile tamamlandı. Toplam katılan sporcu sayısı 250'den az olmasına rağmen, oyunlar o tarihe kadar yapılan en çok katılımlı spor organizasyonu oldu. Ve ikinci oyunların düzenlenmesi için IOC, Paris'i tercih etti.
1896 yılında 15 ülkeden 245 sporcu ile başlayan oyunlar, 2000 yılına gelindiğinde Sidney'de 200'ü aşkın ülkeden 10.500 katılımcıya kadar çıktı. Yine Sidney'de 16.000 gazeteci ve televizyon muhabiri bu organizasyonu takip etti. Bu şekilde oyunlar dünyanın en büyük medya olaylarından biri durumuna geldi. Bugün oyunları 4 milyara aşkın kişinin televizyonlardan izleyebildiği bilinmektedir.
Bir toplumsal mühendislik projesi ile ortaya çıkmış olan bu organizasyonu ilk yıllarda düzenlemek yüksek maliyet ve sorumluluk açısından pesimist bir tavırda kabul edilirken yakın tarihte -20.yy sonu ve sonrası- şehirlerin bu organizasyonu alabilmek için birbirleriyle yarıştığını görmekteyiz. Bu durum basit bir şekilde değişen paradigmalar ve ekonomik mantık ile açıklayabiliriz. Gelişen teknoloji, yapılan mücadeleyi sadece o mücadelenin gerçekleştiği alan ile sınırlı olmaktan çıkarıp dünyanın her yerinden seyir için “ulaşılabilir” yahut daha çağa uygun bir tanımla “tüketilebilir” hale getirdiği için Olimpiyat = Milli gelir artışı yahut küresel reklam denklemi kurulmuştur. Sporun içerisindeki ticarileşme sadece gerçekleştirildiği alan, satılan biletlerden kazanılan para ve izleyenlerin yaptığı konaklama, yeme içme gibi harcamalarla sınırlı değildir. Çok farklı ve asıl üzerinde durulması gereken rekabet “sponsorluk” alanında yaşanmaktadır günümüzde. Yarışan takımlar yahut bireysel olarak sporcular görünürde ülkeleri yahut takımları adına mücadele ediyor görüntüsü verirken arka planda aslında yarışan bir bakıma da firmalardır. “Şampiyonların içeceği” sloganıyla yola çıkan bir içecek firmasının şampiyonlara teklif götürüp onlarla sponsorluk anlaşmaları imzalaması ve bu şampiyonların içeceği tükettikleri –yani firmanın reklamını yaptıkları- süre boyunca yeni şampiyonluklar elde etmeleri gerekmektedir. Olimpiyatlarda 8 altın madalya alan bir yüzücünün kullandığı mayo, bir hafta içinde hem 100 hem de 200 metre koşu yarışmasında iki ayrı dünya rekoru kıran bir atletin kullandığı ayakkabı, tıpkı onu kullanan sporcular kadar “şampiyon” olmuşlardır aslında. Bunun anlamı ise “daha fazla kar” daha fazla müşteri ve yapılan yeni reklam anlayışının başarısıdır.
Futbol asla sadece futbol değildir cümlesinin klişeliğinden sıyrılmış bir çalışma olmasına dikkat etmekle birlikte yine bu cümle kapsamında irdelenebilecek bir başka konuya değinmeden edemeyeceğim ki o da “milli maç” kavramıdır. Bilindiği üzere gerek Avrupa Futbol Şampiyonası gerekse Dünya Kupası maçları için çok farklı düzeylerde bir çok ülkenin ulusal takımı, küresel futbol arenasında boy göstermektedir. Bahsi geçen organizasyonların final bölümünün tüm maçları tıpkı olimpiyatlar gibi daha önce belirlenmiş bir ülkede yapılırken bu turnuvaya katılma hakkı kazanmak için yapılan “eleme grubu maçları” ise katılımcı ülkelerin kendi topraklarında yapılmaktadır. Bu açıdan olaya bakacak olursak Paris kentinde oynanan Fransa-İngiltere milli maçı “bir A devletinin (İngiltere) bir başka devletin –B devleti- (Fransa) egemenlik alanında, onun topraklarında, kendi ulusal çıkarları adına faaliyette bulunması” olarak tanımlanabilir ve bu noktada devreye uluslararası hukuk girmektedir. Bu açık tanım gereği böyle uluslararası bir durumun organizasyonu yahut bu organizasyon sırasında doğacak ihtilafların çözümü için ulusüstü bir kuruluşun varlığı elzemdir. İşte bahsettiğimiz bu ihtiyaçlardan doğan ve sözü edilen Avrupa ve Dünya şampiyonalarını organize eden kurumlar olan UEFA ve FIFA vücuda gelmiştir. İhtilaflar içinse her federasyonun kendi komiteleri olduğu gibi bu federasyonların da üzerinde olan CAS karşımıza çıkmaktadır.
Ulusal müsabakaların ekonomik boyutları ele alındığında ise yine futboldan yürümek gerekirse iki örnek çarpıcı ve aydınlatıcı olacaktır. İlki İngiltere ulusal futbol takımının ön eleme turlarında başarısız olup Almanya’da düzenlenecek 2008 Avrupa Futbol Şampiyonasına katılamayacak olmasının yarattığı ekonomik kayıptır. Aslında turnuvanın kendisi için de bizzat kayıp olan İngiltere’nin olmayışı hemen bir teorik çerçevede “ekonomik” hesaplar üzerinden bir analize tabii tutulmuş, nereden bakılırsa 8 milyon poundluk bir kayıptan söz edilmiştir. Buradaki “kayıp” kelimesi bizi yanıltmasın. Bu beden “başarısız” olduğu için ülkenin cebinden çıkan bir para değil aksine başarılı olacağı varsayımıyla yapılan yatırımların bir hayal olarak elde kalmasıdır. “Futbolun beşiği” olarak adlandırılan bir ülkenin dünyanın en büyük ikinci futbol organizasyonunda olmayışı sadece ekonomik değil prestij açısından da zedeleyici olmuştur. Üstelik bu tipte turnuvalar genç oyuncuların kendini ispatladığı, tecrübelilerinde değerine değer kattığı ve “kendi piyasasını” oluşturduğu, daha açık bir tabirle bonservis bedelini ikiye üçe katladığı turnuvalardır. Futbol tarihi, ulusal takımında gösterdiği üstün performans ile dikkati çeken ve Avrupa’nın büyük kulüpleri tarafından milyon dolar ödenerek transfer edilen futbolcu örnekleriyle doludur.
Bir Örnek Olarak Basketbol ve Küreselleşme…
Bu noktaya kadar genel bir perspektif sunmaya çalıştığım spor ve küreselleşme ilişkisinde şimdi daha özel bir boyuta inerek detaylı bir süreç analizi ile bir sporun yayılışını ve bu yayılma sırasında içinde barındırdığı unsurları gözünüzün önüne sermeye çalışacağım. Bunu yaparken seçtiğim spor ise icat edildiği günden kısa bir süre sonra önce tüm ülkeye sonra da 1 yaşını doldurmadan sınır ötesine yayılan “en çabuk küreselleşen” spor olarak gördüğüm basketbol olacaktır.
İcat edildiği tarihten bir asır sonra Amerikan hegemonyası ile eşdeğer tutulan küreselleşme süreci ile müthiş paralellikler arz eden basketbol hakkında gelişim süreci analizine başlamadan evvel günümüzde “yayılma” ve “etki” dediğimiz şeyi örnekleyecek harika bir hikaye sunmak istiyorum:
“ Amerika’nın etkilerinin nereye kadar uzanmış olduğunu bir üniversite öğrencisi olan Max Perelman 1997’nin Ocak ayında Çin’in uzak diyarlarına yaptığı bir gezi sırasında fark etti. Hava şartları nedeniyle Pekin’den 1500 kilometre uzaktaki Batı Si-çuan’da mahsur kalmıştı. Başkentleri Lhasa’ya doğru yol alan bir grup Tibetli ile karşılaştı. Tibetliler daha önce hiç köylerinden bu kadar uzağa seyahat etmemişlerdi. Hayatlarında fotoğraf makinesi gibi bir şey görmedikleri besbelliydi. Heybelerinden çıkardıkları ne olduğu belli olmayan bir hayvanın neredeyse çiğ, kanlı pirzolalarını Perelman ile paylaşırken, Amerika ile ilgili konulardan bahsetmeye başladılar. Bir Tibetli, Michael Jordan’ın nasıl olduğunu sordu.
Bu yolcuların nasıl olup da Chicago Bulls (Chicago Boğaları) profesyonel basketbol takımının yıldızını tanıdıkları pek anlaşılmamakla beraber, onun hakkında her şeyi bilmeleri şaşırtıcı olmasa gerekti. Jordan, dünyanın en ünlü ve en çok tanınan sporcularından biriydi. Jordan ve Asya’da “Kızıl Öküzler” adıyla bilinen takımı, basketbol şampiyonlukları nedeniyle ün kazanmıştı. Fakat Jordan bir başka nedenden ötürü de ünlüydü: O , televizyon reklamlarında havada sanki sonsuza dek uçarcasına süzülüp, basket toplarını zahmetsizce ve birbiri ardına potalara çakan ve bu arada da Nike’ın spor ayakkabılarını satan süper bir insandı. Uydu ve kablo gibi yeni iletişim teknolojileri sayesinde bu büyüleyici reklamlar tüm dünyayı sarmıştı. 1980’lerde Jordan göz kamaştıran kariyerine başlayıp, Phil Knight Nike şirketini milyonlarca dolar değerinde ulus ötesi bir kuruluşa dönüştürürken, iletişim devrimi de gayet mükemmel bir şekilde küresel ticaretin kullanımına sunuluyor ve Knight da kurnazca bu yeni medyayı spor ayakkabılarının pazarlandığı bir markete dönüştürüyordu. Jordan’ın ünü öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, 1992 olimpiyatlarındaki bir basın konferansı sırasında kendisine bir tanrı olup olmadığı sorulunca mahcup oldu. Time dergisi “Michael Jordan tanrı ise, onu tanrı katına çıkaran da Phil Knight’tır” diye yazıyordu.”
Dünya üzerindeki Amerikan hegemonyasını sadece silahlı güç ile açıklamak mümkün olmaz. İşin bu noktasında sert gücü herkes bilir . Askeri ve ekonomik gücün çoğu zaman başkalarının pozisyonunu değiştirebildiğini biliyoruz. Sert güç, kandırmalara (havuç) veya tehditlere (sopa) dayanabilir. Fakat bazen istediğiniz sonuçları somut tehdit ya da para kullanmadan da elde edebilirsiniz. İstediğinizi elde etmenin dolaylı yoluna bazen “gücün ikinci yüzü” denir. Bir ülke, dünya siyasetinde istediği sonuçları elde edebilir; çünkü onun değerlerine hayran olan, onu örnek alan, refah seviyesine ve fırsatlarına özenen diğer ülkeler, onu izlemek isterler. Dış politika ve hegemonyanın değişen araçları konusundaki bu evirilme ile alakalı olarak 1997’de Fransa’nın dışişleri bakanı Hubert Vedrine şöyle diyordu: “ABD, başka bir gücün elinde bulunmayan varlıklara sahip olan bir ülkedir. Bu varlıklar, Amerika’nın siyasal nüfuzunu, doların dünya pazarlarındaki hakimiyetini, iletişim ağlarının kontrolünü, hayal fabrikaları (Hollywood ve televizyon) ve yeni teknolojileri… kapsamakta e gerçekten emsali görülmemiş bir durum yaratmaktadırlar.”
İşte bu emsali görülmemiş durumun yaratılma sürecinde basketbolun rolünü irdelemek için ilk önce gerilere, 1891 yılına uzanmamız gerekmektedir.
Naismith Efsanesi: Diğer bir deyişle basketbolun icadı…
Başlıca spor dallarının pek çoğunun başlangıcı belirsizdir. Ancak basketbolun başladığı tarih kesin olarak bellidir ve ayrıntısıyla anlatılabilir. Basketbolun benzersizliği yalnızca bundan ibaret değildir. Hiçbir spor dalı bu kadar popüler olmamış ve bu kadar hızlı ticarileşmemiştir.
Aslında James Naismith kasaları dolduracak bir oyun icat etmek niyetiyle yola çıkmamıştı. Kanada doğumlu bu öğretmen, yalnızca Springfield Koleji’ndeki işinden olmamak için girişmişti buna. Müdürü Dr.Luther Gulick, futbol ve beyzbol sezonları arasında gençleri beladan uzak tutmak için bir şeyler yapmasını buyurmuştu. Sınıftaki gençler neredeyse gemi azıya almış haldeydi; okuldaki iki öğretmen bu çocuklarla uğraşmayı kesinlikle reddetmişlerdi.
Massachusetts’deydiler; yeni bir kış sporunun yapılacağı yerin kapalı bir saha olması gerekiyordu. Naismith’in çözümü (Gulick’in de dediği gibi) “hem ruh, hem de bedenin” ihtiyaçlarına cevap vermeli, öğrencilerin adrenalin seviyelerini özellikle dikkate almalıydı; çünkü Springfield Koleji, dünya çapında misyonerlik etkinlikleri olan YMCA üyelerinin eğitildikleri bir okuldu.
Naismith ilk önce futbolun ve lakrosun değişik versiyonlarını denedi. Ama kapalı sahada bu oyunlar çabucak kontrolden çıktılar. Çaresiz kalan Naismith yeni bir oyunun kurallarını yazmaya başladı. Bu oyunda topa vurmak veya (lakrosta olduğu gibi) topla beraber koşmak olmamalı, top elden ele geçirilmeliydi. Takımlar dokuz kişilikti , çünkü Naismith’in sınıfında 18 öğrenci vardı. Yer oyunlarındaki gibi kaleye erişebilmek için birbirleriyle kolayca itişip kakışmasınlar diye, pota oyunculardan çok yükseğe yerleştirilmişti. Yakınlardaki bir meyve bahçesinden alınan şeftali sepetleri pota yapılarak 3 metre yüksekliğe yerleştirildi (ve öyle kaldı), çünkü spor salonunun balkonu, Naismith’in potaları bağlayabileceği en kolay yerdi.
Bu oyunun ne kadar yeni olduğu tartışılabilir. Tarihçiler, iki bin yıl kadar önce Aztek ve Mayaların büyükçe bir topu sahanın iki yanına konulmuş halkalardan geçirerek oynadıkları bir oyun keşfettiler. Bu oyunda kaybeden takımın lideri bazen tanrılara kurban edilirdi. Naismith’in Doğu Kanada’da doğup büyüdüğü yer olan Abnaki’de ise şişme bir topun havada tutulmaya çalışıldığı bir başka oyun oynanırdı. Fakat şimdiye kadar, Naismith’in bu eski zaman sporlarını bildiğine dair bir kanıt bulunamadı.
Naismith’in ilk oyuncularından biri tarafından “Basket Ball” (sepet topu) adı verilen oyun çabucak yayıldı. Naismith oyunu ortaya çıkaralı henüz bir hafta olmuştu ki, seyirciler bu yeni oyunu seyretmek için toplanmaya başladı. Tezahürat bayan öğretmenlere de çekici gelince, hemen oyunu genç kızlara da öğrettiler. Basketbolun ortaya çıkışından üç ay kadar sonra bayanlar turnuvası başladı. Okullar arası ilk karşılaşma 1893’te Massachusetts’teki Smith College’de yapıldı. Smith’li kız öğrenciler oyunu ilk öğrendiklerinde, rektörden başka bir erkeğin oyunları izlemesine izin verilmiyordu. Narin bayan sporcuları izlerken, ancak onun yaşında ve saygınlığında biri kendini olmadık düşüncelerden sakınabilirdi(!).
Smith College’in bayan yıldızı Maude Sherman, Naismith ile evlendi. Fakat o ve takım arkadaşları kocasının koyduğu kurallara göre oynamadılar. Kadınların fiziki mücadeleye alışkın ve hatta uygun olmadığına inanan organizatörler, bayan sporcuları korumaya çalıştılar. Kız takımlarında dokuz oyuncu bulunması ve üç oyuncunun üçe bölünmüş oyun alanının bir bölümünde beklemesi koşulunu getirdiler . İki yarı sahalı, altı oyunculu bayan oyunları 1938’e kadar ortaya çıkmayacaktı. 1896 yılına gelindiğinde California bayan takımları yüzlerce bayan seyirciyi oyunlara çekmeyi başarmıştı. Bu maçlardan birinde Stanford takımı Berkeley’i 2-1yenmişti .
Yayılma ve Ticarileşme…
1890’larda YMCA basketbolu benimsemiş ve Kuzey Amerika’nın her tarafına yaymıştı. Daha 1892 yılında Brooklynliler ateşli birer basketbol hastası olmuştu. Philadelphia’da ise basketbol tüm spor salonlarını işgal edecek hale gelmişti. Seyirciler, özellikle hakemler hoşlarına gitmeyen kararlar verdiklerinde, saldırganlaşıyorlardı. Tarihçi Keith Myerscough’ın belirttiği gibi, YMCA yetkilileri Naismith’in yarattığı “Frankenstein canavarının belirli çevrelerde kargaşa yarattığına” inanıyor ve geri adım atıyorlardı. Fakat canavar daha da büyüyecekti.
Ve daha girişimci olacaktı. 1896 yılında New Jersey’nin Trenton takımından bazı oyuncular, maçlara giriş ücreti alarak bu spordan para kazanabileceklerini keşfettiler. Her oyuncu oyun başına on beş dolar aldı; 1890’ların ortalarındaki ekonomik çöküntü sırasında bu oldukça yüklü bir miktardı. Brooklyn takımını 6-1 yendikten sonra Trenton takımı kendisine “Dünya şampiyonu” unvanını vererek bir Amerikan geleneğini başlattı. İki yıl içerisinde tam bir profesyonel lig doğdu. Varlığını 1903 yılına kadar sürdüren lig, altı New Jersey ve Pennsylvania takımından oluşuyordu. Görünüşe bakılırsa basketbol, insanları selamete eriştirdiği gibi para da kazandırıyordu. Naismith’in YMCA’daki eski amiri Gulick için bu haddinden fazlaydı. “Spordan para kazanmak insanları yozlaştırıyor” diye feryat ediyordu; “düşük ahlaklı insanların sahaya çıkmasına yol açıyor” diyor; YMCA, kendi spor salonlarında Trenton takımının oynamasına artık izin vermiyordu.
Fakat YMCA’nın tutumu artık pek fark etmiyordu. Basketbol yalnızca oyun başına takımların aldıkları bilet ücretlerinden değil, spor malzemesi üretiminden de kar ediyordu. Örneğin Albert Spalding 1890’larda beyzbol eldivenleri, topları ve sopaları üreterek zengin olmuştu. Spor dünyasının John D.Rockefeller’ı olmayı hedefliyordu. Rockefeller dünya petrol endüstrisini petrolün sondajından satışına kadar nasıl amansızca birleştirmişse, Spalding de spor malzemeleri piyasasını öyle birleştirmiştir. Malzemelerin kendi fabrikalarında üretiminden, sayısı yirmi bini aşan perakendeci müşteride satışına kadar tüm sektörü birbirine bağlamış, hatta Rockefeller’a fark bile atmıştır. Takımlar hakkında bilgi vermesinin yanı sıra, oyuncuları ve seyircileri kurallar konusunda eğiten on binlerce kitap basıp dağıtmıştır. Kitaplardaki kuralların Spalding spor malzemesini gerektirmesi sürpriz olmasa gerekti. Naismith’in futbol topuna benzeyen topu, şişme (ve bugünkü basket toplarından biraz daha irice olan) basket toplarına yenik düşerken, Spalding de, günümüz oyunlarında standart olan bu yeni topları gayet akıllı bir biçimde üretip sattı.
Basketbol uluslararası nitelik kazanmaya başlamıştı. 1891’deki Springfield College maçından 2 yıl sonra, bir YMCA öğretmeni bu sporu Fransa’ya tanıttı. O yıl, İngiliz bayanlar tarafından da oynanmaya başlamış olan basketbol, bundan bir yıl önce de erkekler arasında oynanmaya başlamıştı. 1894’te YMCA misyonerleri Çin ve Hindistan’daki ilk karşılaşmaları yönettiler. Kısa bir süre sonra bu ülkelere İran da katıldı. Kanada hem Springfield Koleji’nin ilk takımlarında da oynayan birçok oyuncuyu, hem de oyunun mucidini yetiştirmişti.
Buna rağmen basketbol, Michael Jordan sahneye çıkana kadar tam manasıyla uluslararası bir olay haline gelmeyecekti. İlk yıllarında genellikle bir Amerikan sporu olarak kaldı. Kanada ve Batı Avrupa’da pek yaygın değildi. Daha açık söylemek gerekirse bir Amerikan kent sporuydu. Bir söylentiye göre dripling (paslaşmak yerine) ilk olarak Philadelphia sahalarında 1890’ların sonlarına doğru ortaya çıktı. 1890 ve 1914 yılları arasındaki göç dalgalarıyla ABD’ye gelenler bu sporu şehirlerdeki göçmen evlerinde, YMCA’da, hatta dini ibadet yerlerinde keşfettiler. Yeni gelenler için bu oyun adeta biçilmiş kaftandı. Şehrin küçük arsalarında oynanabiliyordu. Oyuncuların bir pota ve bir toptan başka bir şeye ihtiyaçları yoktu. New York’taki turnuvalarda Yahudiler baskın çıkmaya başlamıştı. Amerikan Yahudileri’nin dediği gibi bu spor, her şey bir yana, “şimşek gibi hızlı düşünmeyi, hareket etmeyi ve dayanıklılığı öngörüyordu; zorbalık ve kaba kuvvete gerek yoktu.” Ayrıca göçmenlerin gözünde tartışılmaz şekilde bir Amerikan oyunuydu. Ted Vicent’ın gayet güzel özetlediği gibi, “basketbol, Franklin Roosevelt’in Yahudileri, Katolikleri ve Siyahları birleştiren (1930’lardaki New Deal siyaseti bağlamında) yeni kent koalisyonunun sporuydu.
Yıllar ile birlikte basketbolun kuralları oyunu daha hareketli, eğlenceli ve çekici kılmak adına sürekli revize ediliyordu. Örneğin potalar artık tahta karelere bağlanıyorlar, bu tahta levhalar oyunculara çok daha zor açılardan basket yapabilme olanağı tanıyordu. Ayrıca bu kural ve teknik gelişimlerin yanı sıra oyuncular da oyun içindeki bazı yöntemler ile bu gelişime katkıda bulunuyordu. Özellikle batı sahilinden gelenler, topun iki elle tutulduğu, dikkatlice planlanmış, zaman kaybettiren ve alışılagelmiş atışlar yerine, meydan okurcasına, çabucak ve tek elleriyle atış yapmaya başladılar. 1930’ların sonunda bu tip bir çok değişiklik ve yenilik basketbolun en popüler spor haline gelmesine yardım etti. 1940’ta Time dergisine göre basketbol, yetmiş bin takım ile Amerika’nın en yaygın sporuydu. İkinci Dünya Savaşının getirdiği uzun ve zorlu bir sürecin sonunda 1946’da modern profesyonel basketbol doğdu. On yıllık ulusal basketbol ligi NBL , kendisini yeni bir lig ile karşı karşıya buldu: Amerikan Basketbol Birliği BAA . Bu yeni profesyonel lig üç yönden daha güçlüydü. Birincisi takımların sponsorluğunu spor salonu sahipleri yapıyorlardı. Salon sahiplerinin hem parası hem de oyunculara tahsis edebilecekleri çekici salonları vardı. İkincisi seyirci katılımının ve medya ilgisinin yoğun olduğu büyük şehirlerdeydiler. Üçüncüsü de NBL yıldızlarını para ile kendilerine çekiyorlardı. NBL sonunda teslim oldu. İki lig birleşerek (1949) yüzyılın geri kalan bölümünde profesyonel basketbol sporunu şekillendiren Ulusal Basketbol Birliği’ni (NBA ) oluşturdular.
1952 yılında Dumont Television Network profesyonel bir karşılaşmayı yayınlayan ilk kanal oldu ve ertesi sene yani 1953-54 sezonunda NBA yönetimi organizasyonun sekizinci yılında ilk kez bir ulusal televizyon kontratı yapıyor ve yayın hakkı ilk maçı da yayınlamış olan Dumont Television Netvork firmasına veriliyor. Bundan iki yıl sonra oyuna 24 saniye kuralı getirilerek oyun çarpıcı bir şekilde hızlandırılıyor. Artık topa sahip olan takım oyunu yavaşlatamıyor ve önde olduğu zamanlarda oyunu ağırdan alamıyordu; yirmi dört saniye içinde topu elden çıkarması gerekiyordu. Hızlı oyun ve kameraların kolayca kaplayabildikleri sınırlı oyun alanı, kendisini TV’ye çoktan sevdirmişti bile. 60’larda ve 70’lerin başında NBA popülerlik ve kar açısından yeni zirvelere ulaştı. Taraftarlar merakla ve hevesle sahadaki “kişisel çekişmeleri” takip etmeye başladı. Özellikle iki siyahi Amerikalı – Boston’ın Bill Russel’ı ve Philadelphia’nın 2,15 lik Wilt Chamberlain’i- arasındaki yoğun çekişme ilgi çekiyordu. Wilt Chamberlain, Russel tarafından tutulmadıkça ligin en çok sayı yapan oyuncusuydu. Dünya siyasetinde ve kültüründe değişen zihniyet basketbola da yansıyor, hem oyun hem seyir açısından “bireysellik” ön plana çıkıyordu. 1970 ve 80’lerin başı siyahi oyuncular üzerinden dönen tartışmalarla geçiyordu. Siyahi Amerikalıların okullar arası ve profesyonel basketbolda neden baskın oldukları sorgulanan bu tartışmalarda 80’lerin profesyonel takımlarında oyuna başlayan ilk beşin %80 i siyahken, 87-88 lere gelindiğinde bile toplam yirmi üç NBA takımında siyahilerden yalnızca dört koç ve iki menajerin görev yapmakta olduğuna dikkat çekiliyordu. Bu söylem, üstü kapalı olarak “siyahi Amerikalıların spora yatkın olduğu, ancak yöneticiliğe uygun bir beyine sahip olmadığı şeklinde” savrulan ırkçı bir yaklaşımın dışavurumuydu. Üstelik bu söylem, köleliğin fiziki olarak zayıfları elediği ve bir asır sonra üstün sporculara yol açtığı gibi yanlış temeller üzerine kurulu bir fikri ve beyazların, “siyahlar fiziken üstün olabilir ama zeka açısından biz üstünüz” yolundaki kalıplanmış düşüncelerini ve görüşlerini de pekiştiriyordu. Oysa siyahi yıldızlarıyla UCLA ’da on bir ulusal şampiyonluk kazanan koç Wooden şöyle diyordu: “Bence siyahiler sporda ilerleme konusunda biraz daha hırslılar. Çünkü diğer alanlar kendilerine yeterince açık değil.” Öyleyse sorunun cevabı siyahi Amerikalıların farklı kemik yapısında yahut “doğal seçilim sürecinden geçmiş” kusursuz ve üstün bedensel yeteneklerinde değil, Amerikan toplumunun siyah ve beyazlara sunduğu olanakların arasındaki farkta yatıyordu. Tüm bu ırkçı tartışma ortamına bir de organizasyonun en sıkıntı çektiği konu olarak oyuncuların özel hayatları ve artan uyuşturucu kullanımları eklenince NBA’in geleceği tehlikeli gözüküyordu.
NBA kulüplerinin en az on tanesi ya satılık ya da iflasın eşiğindeydi. Yalnızca altı tanesi kar ediyordu. Bir kulüp yetkilisi “televizyonda iri yarı, zeki ve milyoner siyahları seyretmek isteyecek yeterli sayıda izleyici bulmak çok zor” diyordu. Newsweek’in vardığı yargı ise basitti: “NBA, sporu yüzüne gözüne bulaştırmıştı.”
Basketbolun Küreselleşmesinde Kare As Tamamlanıyor…
David Stern – Michael Jordan – Phil Knight – David Falk
Sonra yeni bir dönem başladı. Yeni atanan NBA yetkilisi David Stern genç bir avukattı. Stern, oyuncular ve kulüp yönetimleri arasında 1983 anlaşmasının kotarılmasını sağladı. Bu anlaşma sporcu ücretlerine bir üst sınır getiriyor ve böylece de (genellikle küçük medya pazarlarında kurulmuş olan) daha fakir takımlara oyuncular için rekabet etme, dolayısıyla ayakta kalma şansı tanıyordu. Ayrıca Stern uyuşturucu kullanımına karşı sert bir politika izledi. Sorunlu oyuncuların bağımlılıktan kurtulmasına yardım ediliyor, fakat uyuşturucu yasağını sürekli çiğneyenler ligden atılıyordu.
1984’te Jordan, Chicago Bulls’a katıldı. Bulls, ülkenin en parlak medya pazarlarından birinde olmasına karşın NBA’e çok az katkı yapmış, sürekli kaybeden, silik bir takımdı. Jordan’ın ortaya çıkışı, Naismith’in rüyalarıyla başlayan; Harlem “Rens” in çelik gibi disiplini, Julius Erwing’in zerafeti ve 1979 sonrasında Los Angeles’ın seyrine doyulmayan Magic Johnson’ıyla Boston’un Larry Bird’ü arasındaki siyah-beyaz rekabeti ile devam eden uzun bir gelişim sürecinin zirve noktası oldu. David Stern’in liderliğinde bu uzun tarih, şimdi insanların spora ilgisinin ve Amerika’nın ulusötesi şirketleriyle bazı sporculara muazzam karlar sağlayacak olan yeni küresel teknolojinin sağladığı sınırsız olanaklardan yararlanma yolunda ilerliyordu.
Michael Jordan'ın tam bir pazarlama harikasına dönüşmesini sağlayan iki insan var: David Falk ve Phil Knight.
Eski bir profesyonel tenis oyuncusu ve 1975 mezunu bir hukukçu (George Washington Üniversitesi) olan Falk, 1970'li yıllardan itibaren NBA yıldızlarının menajerliğini yapmaya başladı. 1976 (John Lucas) ve 1981 (Mark Aguirre) NBA Draftı'nda bir numaradan seçilen oyuncular ile sözleşmeler imzaladı. Falk'un çalıştığı ProServ Hukuk Bürosu, sporcuları yalnızca sözleşme pazarlıkları esnasında değil; promosyon anlaşmaları sırasında da temsil eden ilk profesyonel ajanstı o yıllarda. Falk, North Carolina'dan mezun olan Tom LaGarde, Phil Ford, Dudley Bradley ve James Worthy gibi yıldız isimlerle beraber çalışmıştı.
1970'ler sonu ve 1980'ler başında birçok firma, kendilerini siyahî sporcuların temsil etmelerini istemiyordu. Söz konusu dönemde yalnızca Kareem Abdul-Jabbar, altı haneli bir sponsorluk anlaşmasının altına imza atabilmişti (Adidas, 100.000 $). Daha sonra ise -1982 yılında- David Falk'un menajerliğindeki James Worthy, New Balance firmasından sekiz yıllık anlaşma için 1,2 milyon dolarlık bir kontrat kapıyordu. David Falk, 1984 senesinde Michael Jordan ile anlaştı. Eğrisi doğrusuna denk geldi adeta. Sponsorluk başlığının daha da büyümesi ve tüm bunların bir oyuncu önderliğinde yapılması gerektiğini düşünüyordu, Falk. Nike'ın sahibi Phil Knight, servetini ve şirketini büyütmek isterken; Şubat 1984'te NBA Komiserliği'ne getirilen David Stern de profesyonel basketbolun dünya çapında tanıtılabileceğine ve ortaya kârlı bir iş çıkabileceğine inanıyordu. Böylece kare as tamamlanıyor ve M.J. üzerinden NBA kendini yeniden “var ediyor”du.
Nike, Michael Jordan ile anlaştı. Nike ve Jordan'ı bir araya getiren isimdi, David Falk. Nike ve Wieden & Kennedy, yine siyahî bir yıldız ile imparatorluklarını büyütme imkânı yakaladılar.
ABD'li sinema yönetmeni Spike Lee, 1986'daki ''She's Gotta Have It'' adlı filminde baş aktör olarak Mars Blackmon karakteri ile boy gösterdi. Blackmon, Michael Jordan'ın büyük bir hayranıydı. Ve her gece yatağına, o dönem Jordan'ın tanıtımını yaptığı, Nike marka spor ayakkabıları ile giriyordu. Spike -Mars ve Michael'ı bir araya getiren- 1980'lerin en popüler reklamlarını yaptı. Bu dönemde Jordan ismiyle piyasaya sürülen ''Air Jordan'' ayakkabıları, adeta yok sattı. 1987 yılında ise Nike, David Falk ile yedi yıl için 18 milyon dolarlık bir kontrat imzaladı. Phil Knight, satılan her Air Jordan ayakkabısından Michael Jordan'a isim hakkı vermeyi de kabul ediyordu.
Nike, müthiş bir strateji ile ilerliyordu yoluna. Jordan sonrasında, Charles Barkley ile anlaşılmıştı. ''I'm Not A Role Model'' kampanyanlarında yine Nike ve Wieden & Kennedy işbirliği vardı. Diğer yandan; Michael Jordan'ın örnek sporcu karakteri, Nike'ın önemli kozlarından biri olarak reklam kampanyalarında kullanılmaya devam ediyordu. Nike, o dönem olumlu figürlerden olan beyzbol ve futbol yıldızı Bo Jackson ile de anlaştı. 1991 yılında yapılan bir anket sonucunda Michael Jordan ile Bo Jackson'ın dünya üzerindeki en popüler sporcular olduğu gerçeği çıkıyordu ortaya. Ve hiç kuşkusuz bu, yalnızca çok başarılı birer sporcu oldukları için değildi.
Jordan, Nike sonrasındaki kariyerinde, Coca Cola, Chevrolet, Gatorade, McDonald's, Ball Park Franks, Rayovac, Wheaties, Hanes ve MCI gibi şirketlerle de çalıştı. Looney Tunes karakterleri ile iletişim hâline kalan Jordan, 1996 yılında ''Space Jam'' adlı sinema filminde rol aldı. Film, 230 milyon doların üzerinde gişe hasılatına sahip oldu.
Michael Jordan, her sezon yalnızca sponsorluk anlaşmalarından dolayı, 40 milyon dolardan fazla gelir elde etti. Ayrıca Chicago Bulls, tüm maçlarını kapalı gişe oynadığı için, Jordan'a olan minnetini senede 33-36 milyon dolarlık kontratlarla göstermek istedi. Bulls'taki son sezonunda 36 milyon dolara imza atan Jordan, Amerikan sporları tarihinde -bir sezon içerisinde- en fazla ücret alan oyuncu oldu.
İletişim Teknolojileri: Uydu yayınları…
“Şimdi her yerde bir spor yaşantısı var” diye gözlemde bulunuyordu Knight: “Anında her şeyi kuşatıveriyor, hemen yanı başında, beşikten mezara kadar… ve bu bir dünya kültürü.” Kayda değer bir iddiaydı bu: Spor, dünya üzerindeki insanları birbirine bağlayan bir kültürdü. İkna edici birkaç delil de gösterilebilirdi. İlk delil Michael Jordan’dı. “Böyle bir şey olabileceğini aklımın ucundan bile geçirmemiştim” diyordu. Lise sonda ve üniversite yıllarındayken popüler olmuştu ama “ulusal çapta –ya da istesem bile dünya çapında- ünlü olabileceğimi hiç düşünmemiştim.”
1970’lerde kablolu tv ve iletişim uyduları gibi nefes kesen teknolojik ilerlemeler bu sporun hitap ettiği kitleyi genişletecek ve pazarın önünü açacaktı. 1936’da Hitler Almanya’sında düzenlenen olimpiyatlar, televizyondan yayınlanan ilk büyük spor olayıydı. Bu görüntüleri 150.000 kadar insan izleyebilmişti ama yalnız Berlin içinde. O günkü teknoloji sadece bu kadarına izin veriyordu zira. Fakat 50 yıl sonra DBS sistemi sayesinde NBA maçlarının yayını ülke sınırlarını aşmaya başladı. Özellikle Jordanlı Bulls’un maçları ilgi çekiyor, bu maçlar 93 ülkeden izlenebiliyordu. İlk DBS, 1974 yılında NASA tarafından yerleştirildi. NASA 1969’da aya ilk insanı göndermişti, ama DBS’nin dünya insanlarının günlük yaşantısına etkisi, insanoğlunun aya adım atmasının etkisinden kat be kat büyük olacaktı. Bu yeni iletişim sistemi, para bastıkça (reklamcılık açısından müthiş bir ulaşılabilirlik yaratıyordu) sihirli bir yazarkasayı; devletlerin düzenlemelerini ve coğrafi sınırları paramparça ettikçe de bir dinamiti andırıyordu. NBA maçlarını ve Jordan’ı dünyanın tecrit edilmiş uzak köşelerine bile götüren de işte bu sistemdi. Üstelik sadece Jordan’ı ve sportif başarılarını değil sponsorlarını ve üzerindeki her şeyi –ayakkabısı, içeceği, arabasının markası, vs- gittiği tüm ekranlara götürüyordu. Nike firması da aynı araçlar sayesinde karına kar katarak dünyada egemen bir spor markası oluyordu. Swoosh adı verilen, sonu biraz daha uzun “tik” şeklindeki logosu ve “just do it” sloganı adeta bir ülkenin bayrağı ve milli marşından daha akla kazınmış bir simge haline geliyordu. Jordan Nike marka yeni ayakkabılarını giydiğinde NBA bu ayakkabıları fazla renkli buldu ve yasakladı. Bu Nike’ın işine gelmişti çünkü kurulu düzene karşı reklamlar istiyorlardı. Zaten ilk zamanlarda atletlerle sponsorluk imzalayacakları zaman bu kişilerin başarılı olma özelliğinin yanında sivri dilli ve asi ruhta olmasına da özen gösteriyorlardı. Bu yasaklama olayı müthiş bir “ilgi” ve dikkate neden olmuşken Jordan yeni ayakkabılarıyla harikalar yaratıyordu. “Satışlar birden fırladı” diyor Nike’ın sahibi Knight. Ayakkabıların tanıtımı için sıradan bir reklam yerine Bulls’un yıldızını seçmelerini ise şöyle açıklıyordu: “60 saniyede çok şey anlatamazsınız, fakat Michael Jordan’ı gösterdiğinizde bir şey anlatmak zorunda kalmazsınız. İnsanlar onun hakkındaki pek çok şeyi zaten biliyorlar.” İşte bu kadar basit. Bir başka deyişle Jordan, tıpkı Swoosh gibi bir imgeydi.
1992 Olimpiyatları ve “Bayrağa Sarılış”…
Küresel kapitalizmin getirisi olan değerlerin ne gibi ikilem ve zorlamalara yol açtığı, nasıl köklü değişimler yarattığını anlamak için 92 olimpiyatlarındaki basketbol finaline ve kupa töreninde yaşananlara doğru tarihi bir yolculuk yapmak yararlı olacaktır.
ABD’yi Olimpiyatlarda temsil eden “Rüya Takım”ın aslarını, Jordan, Scottie Pippen, Charles Barkley, Chris Mullin, David Robinson ve John Stockton ile Larry Bird ve Magic Johnson oluşturuyordu. Rüya Takım’ın rakiplerini kolayca ezip geçeceği ve sonunda altın madalyayı kazanacağı –rakipleri tarafından bile- tahmin ediliyordu. Ancak Rüya Takım’ın şeref kürsüsünde, üzerinde Reebok logosu bulunan kırmızı-beyaz-mavi ABD eşofmanlarıyla yer alması gerekecekti. Reebok böylesine değerli bir reklam için Amerikan Olimpiyat Komitesine 4 milyon dolar ödemişti.
Reebok, Phil Knight’ın en nefret ettiği rakibiydi. Nike’dan bir çok konuda farklı olan bir firmaydı. Farkı, sadece ayakkabıları değildi. Rahat, ağır başlı bir şirket kültürü vardı. Bu, kafasına göre hareket eden, bir verip bin alan Knight’ın tüm değerlerine tersti. Jordan, Barkley ve diğer ABD takımlarından (aynı olimpiyatta diğer sporlarda ülkeyi temsil eden takımlardan) birkaç sporcu Reebok logosunu taşımak istemediklerini açıkladılar. Jordan: “Rakibimin ürününü tanıtmamın doğru olacağına inanmıyorum, kendi şirketime sadık kalmam gerektiği kanısındayım” dedi.
Basın bu olaylar üzerine Jordan ve Barkley’e yaylım ateşi açtı. Köşe yazarı Dave Anderson, “onlar ABD yerine Nike’ı temsil ettiklerini sanıyorlar” diye yazdı New York Times’da. “Jordan olimpiyat takımına Nike gezegeninden kiralanmış bir uzaylı değildir. Firmasına karşı sadakatine gelince; Gatorade daha fazla para önerdiğinde Jordan, Coca Cola’ya ne kadar sadık kaldı? Coca cola’yı hemen bıraktı.” Bob Ryan ise Boston Globe gazetesindeki köşesinde Jordan’ı “gerçek dünya ile kopma raddesine” geldiği gerekçesiyle suçlamakta, “Nike’ın istismarı sonucu Jordan imgesinin yok olma tehdidiyle karşı karşıya kaldığını” söylemektedir.
Saldırıların en acısı New York Post köşe yazarı Mark Kriegel’den geldi. Kreigel’e göre Jordan ve Barkley ABD için değil “spor dünyasının gangster çetesi olan Nike için oynuyordu; nitekim gangsterler sadece dolara sadıktırlar.” Kreigel kendisinin 1968 Olimpiyatları’nda ABD’li siyahi sporcuların ırkçılığa karşı yaptıkları protesto gösterisine saygı duyduğunu söylüyordu; onlarınki siyasal içerikli ve anlamlı bir cesaret örneğiydi. Ancak şimdi Jordan ve Barkley’in verdikleri mesajın ırkçılık karşıtlığı ile bir ilgisi yoktu, hatta hiçbir anlamı da yoktu. Sadece 150 dolarlık spor ayakkabılarını Saratoga Caddesindeki fakir siyahi çocuklara nasıl satacağını düşünen Nike ile bir ilgisi vardı. Kreigel sözlerini “bir avuç serseri bunlar” diyerek noktalıyordu.
Risk büyüktü. Basketbol finallerini izleyecek seyirci sayısı, 193 ülkeden tahmini 60 milyon kişiydi. Eleştiriler yoğunlaştığı sırada Nike’ın bir müdürü firmayı tartışmadan uzaklaştırmayı denedi. Bunu “bu hafta Jordan ile hiç görüşmedik, görüşecek de değiliz” gibi garip bir açıklamayla yapmaya çalışmıştı. Söylendiğine göre Knight, kamuoyunda aleyhine esen bu rüzgardan fena halde ürkmüştü. Neyse ki tüm dünya izleyicisinin gözleri önünde “Rüya Takım” altın madalyayı almak için kürsüye doğru yürüdüğü sırada, Jordan logo problemini çoktan çözmüş, ABD bayrağına sarınarak Reebok logosunu gizlemişti. Jordan bu olayın ardından şöyle diyordu: “Ben inandığım şeyi yaptım. Bir iş için on iki Clint Eastwood kiralarsanız, onlara silahlarına hangi mermiyi koyacaklarını sormazsınız. Bundan alınacak varsa alınsın, bana ne!”
Bu, zaten kumarcı ve uyuşturucu satıcılarıyla ilişkileri yüzünden zedelenmiş ününü arttırmaya yaramamıştı, ancak ayakkabı firmaları her şeye rağmen kar etmekteydiler. Bir spor analistinin kaydettiği gibi “şimdilerde herkes olimpiyatlara Nike ile Reebok karşılaşması olarak bakıyor. Firmalar kimin ne zaman hangi markayı taşıyacağıyla övünüyorlar. Medya ağları da bayıla bayıla olayın üstüne gidiyor.” Olimpiyatların düpedüz bir ticaret aracı haline gelmesi artık yeni bir haber olmaktan çıkmıştı. Fakat Nike hakkındaki suçlamalar korkulacak kadar yeniydi. Sonraki dönemde ise yine kar amaçlı olarak güdülen bir şirket politikası olan “ucuz emek” sorunsalı şirketin başına belalar açacaktı. Nike, ürünlerini işçi ücretlerinin pahalı olduğu ve sosyal haklarla korunan emek piyasalarının var olduğu ABD yahut Batı Avrupa ülkeleri yerine, fabrikalarını doğu Asya’da kurmayı tercih ediyordu. Bu durum da yine küreselleşmenin yarattığı sorunlar açısından müthiş bir paralellik gösteriyordu.
Sonuç Yerine…
Olimpiyatlarla başlayıp yine olimpiyatlarla bitirdiğim bu çalışmada sporun tarihsel gelişiminin uluslararası siyasetin temel tarihsel gelişimi ile nasıl paralellik gösterdiğini ve küreselleşme perspektifinde doğuşu ve gelişiminin incelenmesi sonucu basketbolun bu sürece en erken başlayan ve dolayısıyla neo-liberal dünyada en fazla kullanılan, küresel-kapitalist hegemonya sürecinde önemli bir kültürel araç olduğunu ispatlamaya çalıştım. Bu başarının kanımca en büyük nedeni, bu sporun çağın başat gücü olan ABD menşeli olmasıdır. Held’in yaptığı 8 başlıklı “çağlara göre küreselleşme seviyesini tanımlayabilmek için kullandığımız tablo” yardımıyla şunu görebiliriz: İlk doğduğu 19.yüzyıl sonunda iletişim araçlarının nimetlerinden yoksun olmasına rağmen YMCA misyoner örgütünün ağları sayesinde basketbol icat edildikten birkaç yıl sonra okyanus aşırı ülkelerde oynanmaya başlamış, küresel ağların genişleyeceği, birbirine küresel bağlantılılığın yoğunlaşacağı, zamansal ve mekansal boyutta olumlu yönde değişimlerin yaşanacağı ve en önemlisi uydu teknolojisi sayesinde iletişim ağlarının tüm gezegeni kaplayacağı 20.yüzyıl boyunca da gelişimini sürdürmüştür. Küreselleşmenin altyapısında çok kilit rol oynayan “iletişim teknolojileri” Amerikan kültürünü diziler ve Hollywood imgesiyle dünya üzerindeki her yerde, her eve sokabilmesiyle paralel olarak basketbol da ABD kültürünün enjeksiyonunun bir parçası olarak evlerimize girmeye başlıyordu. Avrupa basketbolunun seviyesi ve standartları günümüzde her ne kadar yükseldiyse de seyir zevki ve dolayısıyla popülarite açısından NBA hala biricikliğini korumaktadır. İşte bu nedenledir ki burnumuzun dibindeki salonda oynan Türkiye Ligi maçları bizi pek ilgilendirmiyorken, 2010 yazında (yani bu yaz) Türkiye’de yapılacak olan Dünya Basketbol Şampiyonasında, maçlarını İstanbul’da gerçekleştirecek olan ABD Rüya Takımı’nı izleyebilmek için insanlar bilet kuyruğuna şimdiden girmektedir. Basketbol müthiş bir görsel şova dönüşmüş, bu şovun yarattığı popülarite sponsorları daha fazla mali kaynak akıtmaya yöneltmiş, daha fazla mali kaynak ise şovun daha da kaliteli ve popüler hale gelmesine yol açmış, bu sürekli döngü bu şekilde devam etmiştir. İyi yönetilmeye devam ettiği ve popülaritesini yitirmediği sürece –ki sürekli yetenekli ve yıldız isimler meydana çıktığı sürece bu devam edecektir- NBA, müthiş pazarlama teknikleriyle soframıza sunulmaya devam edilecektir. Tabi ki bu sırada ayağımızı ayakkabılarıyla, bedenimizi eşofman ve formalarıyla, kısacası tüm maddesel dış dünyamızı da çevreleyerek devam edecektir.
Etiketler:
basketbol,
küreselleşme ve siyaset,
michael jordan,
sevgi uçan çubukçu,
spor
RCTS Final soruları ve yanıtları
Rus Coğrafyasında Tarih ve Siyaset
Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans Programı
Final Soruları ve Yanıtları
SORULAR
1. Dominic Lieven’in imparatorluk tanımlarını göz önünde bulundurarak Çarlık Rusyası ile Sovyetler Birliği’nin ulusal politikalar konusunda süreklilik ve kopuşlarını, Berg Fragner’ın “Sovyet Milliyetçiliği” tanımlamasını da göz önünde bulundurarak tartışınız.
2. Sovyet arşivleri açıldıktan sonra Sovyetler Birliği tarihçiliğinde yaşanan gelişmeleri, Moshe Lewin’in Sovyet Yüzyılı çalışmasını da göz önünde bulundurarak tartışınız.
3. 2.Dünya Savaşı sonrası Stalin’in milliyetler politikasındaki değişiklikleri nedenleri ile tartışınız.
YANITLAR
1. Romanovlar’dan Sovyetlere; İlminski’den Stalin Politikalarına; Etnikleştirmeden Sovyet Milliyetçiliğine Geçiş:
Romanov Hanedanı ülkesinin, yayılmacı politikalarına paralel olarak Rus (ve Ortodoks) olmayan unsurları da içine almasıyla bir imparatorluk haline dönüşümü ortaya yönetilmesi gereken bir “ötekiler” grubu çıkarmıştır. Çarlık Rusyası’nın bu kitleyi yönetirken uyguladığı Ruslaştırma politikaları özellikle Tatarlar üzerinde bir dirençle karşılaşınca devreye 19.yüzyılda Nikolay İvanoviç İlminski’nin “etnikleştirme” politikası girmiş bu yaklaşım 1917 Ekim devriminin ardından Sovyetler Birliği döneminde Fragner’in “Sovyet milliyetçiliği” kavramıyla açıkladığı bir hal alarak Rus olmayan unsurlar üzerinde etkisini sürdürmeye devam ettirmiştir.
Öncelikle bir imparatorluk tanımı yapmak gerekirse bu noktada karşılaştırmalı tarih ve sosyal bilimler için tanımlanması zor bir kavramdır diyen Lieven’a başvurmak yararlı olacaktır. “Fikrimce, imparatorluk büyük bir güç olmalıdır” diyen yazara göre imparatorluk, sadece uluslararası ilişkileri değil var olduğu dönemdeki kültür ve değerleri de şekillendiren; geniş alanlara yayılmanın getireceği kontrol ve diğer sorunları göze alarak bu politikalarını gerçekleştiren; başlıca vazifesi çoklu-etnisiteyi yönetmek olan, adına yaraşır şekilde bir büyük güç, bir başrol oyuncusudur. Bu yönetim sırasında ise sağlanması gereken en önemli şey “hanedana sadakattir” çünkü imparatorluğun yönetim çemberinde bulunan farklı unsurlardan beklenen tek ve esas ortak davranış budur.
Bu noktada bir din farklılığı olan Tatar unsurlar konusu titizlikle dikkate alınmalıdır. Orta Asya’nın fethi sırasında özellikle Müslüman bölgelerin ele geçirilmesi konusunda Çarlık Rusyası ile işbirliği halinde olan Tatar burjuvazisine, Müslüman topraklarda bir Rus hakimiyeti sağlanmasının ardından eskisine nazaran daha az ehemmiyet gösterilse de Çarlık yetkilileri, Müslümanları “batılılaştırabilecek” olan Tatarlar’a bir süre daha bu nedenle yakınlık göstermeyi sürdürmüştür. Fakat Ruslar, 19.yüzyılın son çeyreği içinde bu politikanın tehlikelerini gördüler: Rus topraklarındaki bir Tatar gücü, yüzyılın ikinci yarısında Rusya’nın esas düşmanı olan Osmanlı İmparatorluğu’nun ekmeğine yağ sürüyordu. Ruslaştırılması mümkün olmayan bu unsurlar Romanov Hanedanlığı için büyük bir tehditti ve öncesinde Kadimciler bir koz olarak Tatarların karşısına çıkarılsa da esas “karşı politika”, Panislamizmin kırıcısı olarak etnik özgünlük yolu seçilmişti. Etnikleştirme olarak isimlendirilen bu politikada en küçük gruba dahil kendi dilini, kültürünü yaşatma özgürlüğü verilecek hatta dili olmayan etnik gruplara yeni diller icat edilecekti. Amaç kuşkusuz bağımsızlığı desteklemek değil en önemli tehdit olarak görülen Panislamizmi, diğer bir değişle Tatar önderliğindeki bir Türkçe konuşan ve dini İslam olan halklar birlikteliğini baltalamaktı. Bu tavır ileride deyineceğimiz Stalin’in analizine de aynen uyuyordu.
İlminski’nin fikirlerinde gelişen etnikleştirme politikalarının hedefi olan azınlık grupları, özgürleştirilme umuduyla KADET’lere desteğini sunuyor fakat yönetime gelmelerinin ardından çıkardıkları anayasada “Rusya’nın birlik ve bütünlüğüne” yapılan vurguların ve kurulu düzenin devamına yönelik tavırlarını görmelerinin ardından onlardan umutlarını kesip desteklerini çekiyorlardı. İlginçtir ki Ekim devrimini gerçekleştiren kadroların aldığı halk desteğinde de aynı ton, yani özgürleştirme vaadi çok etkili rol oynamıştır. Derhal barış; toprak ekenin, su kullananın; isteklerinin yanı sıra “bütün iktidar Sovyetlere” sloganı bu umudu en çok yeşerten şeydi. Devrimin ilk yılındaki özgürlük ortamı ve bunu takip eden yıllarda iç savaşta Beyaz Ordular’a karşı kazanılan zaferin Bolşevik yönetimin iktidarını perçinlemesinin ardından şimdi yüzünü kendine çevirme ve “ne yapacağına karar verme” zamanıydı devrim kadroları için. Zira devrim konusunda inançlı ve korkusuzca hareket etseler de yönetime geldikten sonra ne yapacakları konusunda net bir fikirleri yoktu. İşte tam bu noktada Marksist ideoloji Rus Coğrafyası gerçekleriyle harmanlanarak özgün bir model ortaya çıkacaktı. Özellikle Stalin dönemi uygulamalarında en yoğun halini yaşayan bu modelin adı “Sovyet milliyetçiliği” idi. Aslında İlminski’nin fikirlerinde ve etnikleştirme politikalarındaki “Ortodoksluğun yerine Sosyalizmi koyarsak Stalin’in yaptığı şeyi tarif etmiş oluruz.
Sovyet milliyetçiliği, Sovyet tarihinin erken dönemlerinde Sovyet siyasi sınıf önderlerinin himayesinde geliştirilen, sınıf mücadelesi kavramından çıkarsanmamış, Sovyet siyasi ideolojisi içerisinde var olmuş bağımsız ve özgün bir kavramdı. Burada ilk olarak vurgulanması gereken, bahsedilen kavramın “Sovyetler Birliği’nde milliyetçilik” kavramından farklı olması. Marksist düşünce çerçevesi içinde Ulusal Sorun’un çözümünü sınıf mücadelesinden ayrı tutma konusu Stalin’in, Otto Bauer’in Ulusal sorun ve Sosyal demokrasi eserine serzenişte bulunan “Marksizm ve Ulusal Sorun(1913)” adlı makalesinde yeniden üretilerek kanımca Sovyet milliyetçiliğinin ilk adımı atılmıştır. Sonraki yıllarda Stalin’in görüşleri Lenin tarafından desteklenip onaylanınca, devrimden sonra Stalin Sovyet uluslar politikası konusunda önde gelen isimlerden biri oldu. Sovyet milliyetçiliği Stalin’in temel düşüncesini tekrarlayarak adım adım ilerledi ve İkinci Dünya Savaşı sırasında “Sovyet yurtseverliği”nin icadıyla gelişimini tamamladı.
Sovyet düşüncesinde milliyetçilik kavramı ile sınıf mücadelesi arasında temel bir çelişki yaratmayan bu durum aksine milliyetçiliği kontrol eden bir özgün türdü. Kitleleri harekete geçirici bir aygıt olarak milliyetçiliği elden bırakmayan Sovyetler, milliyetçiliğin bu özgün biçimi sayesinde topraklarındaki tüm milliyetçilik akımlarını kendi kontrolleri altında tutuyorlar, “kendi milliyetçiliğini” yaratarak diğerinin yeşermesine izin vermiyorlardı. Bu özgün milliyetçilik kendi egemenliği altındaki ulusal önderlere bağımsızlık dışında çok geniş haklar tanımıştı. Yöneticiler içerideki politik iktidarlarını dışarıdan gelenleri bertaraf ederek kurabiliyor, kendi altsistemlerini yaratabiliyordu. Toprak ilkesine dayalı bu bölümlerde yaşayan ayrı halklar ise kültürel miras konusunda özgürce tartışabilirken (İbn-i Sina Tacik miydi? Farabi Kazak mıydı? Biruni kimlerdendi? Gibi) bu Rus olmayan unsurlara kendi tarihlerinde iz bırakmış siyasi kahramanlarını yaratma izni verilmiyordu. Büyük Petro veya Ivan Grozni’nin bir eşi olamazdı. Fakat tanınmış Özbek tarihçilerden İbrahim Muminov, Timur’un Özbek tarihinde “ilerici” bir rol üstlenmiş olduğunu öne sürdüğündeyse akademik görevine son verilmişti. Kültürel olarak ayrışabilen alt sistemler politik olarak ayrışamazdı. Bir başka deyişle eskiden Romanovlara duyulan sadakat, şimdi Sovyetlere duyularak bir homo-sovieticus yaratılmalıydı. Tüm bu Sovyet Milliyetçiliği politikasının yegane amacı aslında buydu.
Fragner’in de yardımıyla bu politikanın diğer önemli ve özgün niteliklerini kısaca sıralamak gerekirse:
1) Kitleleri harekete geçiren bir araç olarak kullanılması.
2) Zorla modernleştirme sürecinin ayrılmaz bir parçası olması.
3) Yerel bir milliyetçilik ya da etnosentrik bir bakış açkısından kaynaklanmamış ve sonradan icat edilip Sovyet halklarına sunulmuş olması.
4) Sovyetlerin insan mühendisliği projesinde (homo-sovieticus) merkezi bir unsur olması.
5) Amacının milliyetçi söyleme egemen olmak, milliyetçiliği tekeline almak olması.
6) Sovyet bloğu dışında da etkili olması ve Soğuk Savaş yılları boyunca Batı’nın kültürel söylemlerinde de bir unsur olarak yer alması.
Stalin için özekliğin bahşedilmesi, esas olarak “sosyalist ünitarizm” yolunda idari bir araçtı. Zira yukarıda yaptığımız listedeki beş numaralı madde de bu açıdan Sovyet Milliyetçiliği politikasının ve Stalin’in sosyalist ünitarizm gayesindeki yegane amacı oluşturuyordu. Diğer bir açıdan bakacak olursak, milliyetçiliğe hakim olan ve kendi çıkarı doğrultusunda özgün bir milliyetçilik anlayışı yaratan bahsettiğimi politika bir primative strike niteliğindedir. Küçük birimlerin kendi milliyetçiliğini yaratmasına fırsat vermeden yaratılan bir kapsayıcı ve tepeden belirleyici milliyetçilik… Lewin’in ifadesiyle bürokratik ve iç politika açısından sistemin bir hipermerkezileşme hastalığına yakalandığı Stalin döneminde uygulanan bu politika neticesinde Sovyetler Birliğinin yıkılışının ardından ortaya çıkan bağımsız devletler, halihazırda bulunan alt istemlerini koruyup onları kendi üst birimleri haline getirerek “ulus-devletlerini” oluşturmuşlardır. Taşkent’teki Karl Marx heykelinin yerini Emir Timur’unki almıştır. Timur’un resmedilişinde Lenin heykellerine olan öykünme de dikkat çekicidir.
Marksizmin geleneklerine uydurulmuş ve Marksist amaçlara hizmet etmiş olsa da, Sovyet milliyetçiliğinin Marksizm dışında bir kavram olduğu açıktır. Özellikle Stalinist politikalarda İlminski etnikleştirmesinin bir devamı yahut yeni (Sovyet) versiyonu olarak algılanabilecek bu özgün politika nedeniyle Sovyetler Birliği adeta bir “imparatorluk” sistemiyle yönetilmiş, kimi tarihçilerin kullandığı gibi “son imparatorluk” olan Sovyetler Birliği yıkılışının ardından ortaya çıkan yeni birimler de bu politikanın bir çıktısı olarak kendilerini var etmiştir. Sadece doğduğu topraklarda değil, dışarıda da –özellikle 3.dünya ülkelerinde- etkisini göstermiş, kimi ülkeler bağımsızlık iddialarında Sovyet milliyetçiliği çizgisinin sıkı takipçisi olmuşlardır: “ilerlemeci” ve “devrimci” tarihler yazarak ve hatta icat ederek ,ilahlaştırılan soyut bir halk ve onun adına her şeyi yapmaktan çekinmeyen bir iktidar.
2. Tek kutuplu Sovyet Tarihçiliğinden Çok Kutuplu Sovyet Tarihçiliğine:
Sovyetler Birliği tarihçiliğinde bir dönüm noktası olan arşivlerin açılması olayı kendinden önceki iki akım olan totalitaryen paradigma ile revizyonist yaklaşımı geride bırakıp bunlardan ayrı olarak sorulmamış soruları sorarak bu arşiv devrimine paralel olarak tarih yazımı metodlarının çeşitlenmesi ile birlikte post-revizyonist Sovyet tarihçiliğinin doğuşunun nedeni olmuştur. Polonyalı Moshe Lewin tarafından yazılan ve ilk basım tarihi 2005 olan Sovyet Yüzyılı kitabı da bu yaklaşım çerçevesinde değerlendirilecek bir “arşiv devrimi” sonrası eseridir. Kitap, Stalin üzerine odaklanmış ve dönemi anlayabilmek için hem “liderin kişiliği” hem de “koşulların kişiliği” incelenmeli yaklaşımıyla kaleme alınmıştır. Stephen Kotkin’in deyişiyle, bu dönüşüm sürecinde asıl belirleyici olan yeni ortaya çıkan dokümanların ne söylediğinden çok bu dokümanlara sorulan yeni sorular ve bu soruların sorulma sebepleriydi. Fakat önce işin başına dönüp Sovyet tarihi yazıcılığının gelişimini incelemekte fayda var.
Sovyet tarihini anlamak ve açıklamak için geliştirilen ilk büyük model, bugün Sovyet Rusya tarihçileri tarafından “totalitaryen paradigma” olarak adlandırılan, bu okula mensup sosyal bilimcileri tercih ettiği isimle “sovyetoloji”, büyük ölçüde Soğuk Savaş koşulları altında ve keskin bir anti-komünist hissiyat ile şekillenen bir yaklaşımdır ve esasen toplumdan ayrı ve onun üzerinde hüküm süren ceberrut bir devlet tahayyülüne sırtını dayar. Ford, Carnegie, Rockefeller gibi büyük vakıfların da desteklediği Sovyetolog akademisyenler Harward, Columbia, University of California, University of Washington gibi üniversitelerde kurulan özel enstitülerde çalışmakla birlikte CIA, FBI, Amerikan Hava Kuvvetleri ve diğer bazı resmi kuruluşlarla yakın ilişki içinde olmuşlardır. Bu durum açıkça göstermektedir ki bir antitez ve ABD resmi politikası olarak gelişen akım, düşmanı olduğu sistemi ve ülkeyi elindeki sınırlı kaynaklarla açıklamaya ve yermeye meyletmektedir. Bu akıma göre Sovyetler Birliği’ndeki dışarıya kapalı, otoriter ve baskıcı rejimin yönetim aracı terördür ve bu paradigmanın devrime bakış açısı, Ekim devriminin herhangi bir sosyal sınıfın desteğinden yoksun, mevcut kaos ortamını ustaca değerlendirmiş küçük fakat iyi örgütlenmiş radikal bir grubun eseri olduğu yönündedir. Sovyet propaganda materyallerinde olduğu gibi totalitaryen okulun çalışmalarında da Sovyet rejimi yekpare, kararlı, güçlü ve toplum üzerinde son derece etkili olarak tarif edilmiştir. Gözle görünen bilgiler ve tek taraflı politik kaynakların dışında totalitaryen paradigmanın bilimsel olarak nitelendirilebilecek ana malzemesi Harward Sözlü Tarih projesi kapsamında Rus göçmenlerle yapılan mülakatlardır.
1960’ların sonundan itibaren Amerikan dış politikasının içine girdiği kriz süreciyle birlikte bu paradigma cepheden eleştirilmeye başlanmıştır. Sosyalist sistemin kuruluşunu, işleyişini ve sürekliliğini sadece propaganda, baskı ve terör ile açıklamanın mümkün olmadığını savunan bu yeni eleştirel akım “revizyonizm” adıyla anılır. Akımın ana kadrosunu oluşturan “tarihçiler” bu bahsettiğimiz Harward Sözlü Tarih projesi kapsamındaki kaynakların güvenilirliğini sorgulayarak alternatif kaynakları kullanmaya yönelmişlerdir. Kısmen de olsa Sovyet kaynaklarından bir şekilde yararlanan bu akım yeni sorular sorarak yeni cevaplar almış, analiz düzeyini mikro tarih seviyesine çekmeye çalışmıştır. Örneğin ilk revizyonistlerin hararetle tartıştıkları konulardan biri Ekim devriminin sosyal temelleri meselesidir. Bir başka örnekte de emek tarihçileri, totalitaryen okulun iddia ettiği gibi Stalinist politikaların halk desteğinden yoksun oluşunu halkın terör ile sindirilmiş olmasına değil Stalinist endüstrileşme politikalarının sınıf dayanışmasını zayıflatacak uygulamaları da beraberinde getirdiğine bağlamaktadır.
Dönüm noktası Stephen Kotkin’in 1995’te yayımlanan Magic Mountain: Stalinization as a Civilization adlı çığı açıcı çalışması olan Post-revizyonist sürecin Sovyetler Birliği’nin yıkılışı, Soğuk Savaş etkisinin ortadan kalkması ve arşivlerin açılması ile birlikte başladığını, Sovyet Rusya tarihçilerinin klasik revizyonist-totalitaryen ikiliğini aşıp her iki paradigma tarafından sorulmamış yeni soruları sormaya başlayarak geliştiğini söyleyebiliriz. Bu noktada analiz düzeyi devlet yahut toplumdan direk bireye kadar inmiştir. Örneğin Kotkin’in eseri dünyanın en kolay erişebilen demir cevherini çıkartmak ve işlemek amacıyla 1929 yılında kurulan iki yüz bin kişilik dev bir endüstri şehrinin mikro tarihidir. Şüphesiz ki bu eseri yazabilmeyi sağlayan en önemli araç da hem devlet arşivlerinin hem de yerel arşivlerin kullanıma açılmasıdır. Yakın dönemde Sovyet tarihi, Rus diline hakim bir tarihçi açısından, arşivlerin açılması ile birlikte bir “bilgi okyanusuna” dönüşmüştür.
İşte bu bilgi okyanusundan topladığı veriler ışığında kayda değer bir dönem analizi olarak ortaya çıkan Sovyet Yüzyılı kitabı başta da değindiğimiz gibi Stalin dönemi odaklıdır. Özellikle 1930’ları değerlendiren yazar dönemin ana başlıklarını şu şekilde özetliyor ve bunu özetlerken de dönemin resmi belgelerini, mektupları, konuşmaları kullanıyor: kentleşme, sanayileşme, kolektivizasyon, temizlik hareketleri ve göstermelik mahkemeler, eğitimin yaygınlaşması demagojiyle kültürün değersizleştirilmesi, enerjilerin ve insanların seferber edilmesi, hayatın pek çok alanında suçun yaygınlaşması, yeni idari yapılar kurma telaşı… Stalinist dönemin temel iki özelliği olarak Stalin’in kendi hükümet yöntemlerindeki kişisel keyfilik ve despotizm ile Sovyet hükümetinin bürokratikleşmesi ve parti, Sovyet, devlet yönetiminin iç içe girmesidir.
Arşivlerin kullanımı Lewin’in eserindeki Toplumsal Hareketlilik ve Sistematik Paranoya başlıklı bölümde net olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bölüm nüfus hareketlerini ve sosyo ekonomik konjonktürü ele alıyor, araç olarak da başta nüfus sayımları olmak üzere çeşitli resmi kaynakları kullanıyor, rakamları karşılaştırarak derinlemesine bir analiz sürecine giriyor. Varsayımlar üzerinden yapılan çıkarsamaların yerini istatistikler üzerinden yapılan doğrudan karşılaştırmaların aldığı bu dönemin tipik bir eseri konumda olan Sovyet Yüzyılı kitabı, yazar Lewin’in her ne kadar totaliteryan paradigmadan etkilendiği gerçeği göz ardı edilmeyecek olsa da arşiv devriminin ardından yazılan Post-revizyonizm çerçevesinde incelenecek bir eserdir. Çağdaşlarından ayırt edici özelliği ise mikro tarih yerine Sovyet sisteminin genel bir haritasını çıkarmak oluşu ve makro bir bakış açısını devam ettirme yaklaşımı olabilir. Zira kitabın sonuç bölümündeki son başlığın ismi de bu fikrimi doğrulayacak niteliktedir: Sovyet sistemi neydi?
Sonuç olarak 20.yüzyılın ikinci yarısında başlayan Sovyet Rusya tarihçiliğinde hakim paradigmalar totalitaryen paradigmadan, revizyonizme, oradan da post revizyonizme doğru evrilmiştir. Bir önceki tarih yazımı ekollerinin birikimlerinden de faydalanan yeni ekoller temelde eski metodlara eleştirel bakmış ve yeni sorulara yeni cevaplar aramıştır. Arşivlerin açılması ile birlikte bu dönüşüm süreci önceki dönemlerin çok ötesinde bir akademik üretim hızıyla bugün halen devam etmektedir. Elit merkezli ilk dönem paradigmasından, halk kitlelerini ve sosyal sınıfları merkeze alan bir bakış açısına evrilen tarih yazımı içinde siyasi bağlamı öne çıkaran yaklaşım yerini iktisadi, kültürel ve sosyal bağlamları vurgulayan ve bunların politikayla olan ilişkilerinin altını çizen bir anlayışa bırakmıştır.
3. Milliyetler Politikasının Evrimi:
Rus hanedanlığı bünyesindeki toprakların genişleyerek ülkenin bir imparatorluğa dönüşmesi sonucu içinde barındırdığı halklar içinde en büyük nüfusa sahip olan Tatarlar’dı. Rus nüfusun ardından ikinci büyük nüfusu oluşturan tatarların bir kısmı Ruslaştırılmış fakat kalan büyük kesim kültürünü ve dilini devam ettirmekteydi. Üstelik Tatarlar, Rus coğrafyasında bir Panislamist hareketin öncülüğünü yapmaya başlıyorlar, bu birleşme fikri İsmail Gaspıralı’nın faaliyetlerinde vücut buluyordu. Ruslar, gerici İslam’ın din adamlarına karşı hoşgörülü olmakla birlikte bu panislamist hareket onla için ciddi bir tehditti. Çünkü içerisinde milliyetçi unsurlar barındıran bu düşünce akımı eğer dönemin en büyük dış tehdidi Osmanlı İmparatorluğu faktörüyle birlikte hareket ederse hanedanlığın ve ülkenin geleceği karanlık gözükmekteydi. Çarlık, bu birleşme ve rakip güç oluşturma fikrinin karşına bahsettiğimiz gerici İslam önderlerini koysa da bu hamle kalıcı etkiler yaratacak ve sonuca ulaştıracak bir çözüm değildi. O nedenle Gaspıralı’nın “dilde,fikirde,işte birlik” projesinin karşısına İlminski’nin “etnikleştirme” projesi çıkartıldı. Amaç Tatarlara ayrı bir kimlik vererek (ve diğer halklara da) onları Türklük yahut İslam kimliğinden soyutlamak ve özgünleştirmekti.
Etnikleştirme (milliyetler) politikası İlminski’nin ilk çalışmalarından itibaren Orta Asya’da ve Kafkaslarda çeşitli suni halkların oluşturulması, toprağa ve dile bağlı bir sınıflama ve tanımlamanın yapılması, son aşamada ise siyasal ve stratejik bir mantıkla toprakların bölünüp ayrıştırılarak yönetilmesi üzerine kurulmuştu. Fakat devrimin hemen ardından Bolşevik liderler fikir ayrılığına düşüyordu. Lenin “eski usul bir imparatorluk otokrasisi” kurma yanlısı olarak gördüğü Stalin’e karşıydı. Bir mektubunda açıkça “Rus şovenizmine savaş ilan ediyorum” dese de Lenin ve milliyetler politikasının toptan değiştirilmesi gerektiğini savunan Troçki mağlup olmuş, Stalin kazanmıştı. Böylelikle Stalinizmin oluşumundaki birinci aşama tamamlanıyor, iktidar Stalin’e geçiyor ve ikinci safha olan temizlik hareketleri sonucunda tarihsel partinin imha edilmesi ve tarihin yenide yazılması süreci başlıyordu. 30’lu yılların sonuna gelindiğinde Nazi tehdidinin Stalin’in eline verdiği “Alman unsurlarla işbirlikçilik ve ajanlık suçlaması” kozunun da önemli yardımıyla son büyük temizlik hareketi yapılıyor ve 1939 yılına gelindiğinde devrim kadrolarından Stalin dışında kimse kalmıyordu. Süreçteki üçüncü ve son safha ise ideolojik yükümlülükten vazgeçerek Çarlık ideolojisiyle karşılaştırılabilecek milliyetçi bir “büyük güç” ideolojisine sarılarak bunun simgelerini benimsemekten oluşacaktı. Ve Stalinizmin bu son dönemindeki değişim yüksek oranda 2.Dünya Savaşı sonrası yaşanan bir zihniyet değişiminin sonucuydu.
Nazi işbirlikçiliği suçlaması her ne kadar Stalin’in iktidar yöntemi konusunda işine gelen bir koz olsa da Rus olmayan unsurlara karşı Nazilerin ilgisi gerçek dışı bir şey değildir. Özellikle bir çok siyasetçi ve entelektüel büyük bir başkaldırı için Nasyonel Sosyalistlerce Stalin’e karşı cesaretlendiriliyordu. 2. Dünya Savaşın Rusya’ya da sıçraması bu ihtimal halinde olan tehdidi somut bir hale dönüştürüyor, kritik bölgedeki Rus olmayan unsurlar, Rus coğrafyasındaki Sibirya gibi iç bölgelere sürülüyordu. Ayrıca savaş sırasında ele geçen Sovyet askerlerinden oluşturulan Alman lejyonları Sovyet ordusuna karşı savaştırılıyordu ve Stalin bu lejyonlardaki askerlerin tavrını “büyük kardeşleri” olan gelişmiş ve ileri Rus halkına karşı işlenmiş “kolektif bir ihanet” olarak adlandırılıyordu.
Bu lejyonlar her ne kadar savaşın gidişatına çok az etki etse de savaş sonrasında Stalin’in görüşlerini ve politikalarını –özellikle milliyetler politikasında- derinden sarsacaktır. Stalinizmin içinde şekillenen milliyetler politikasının Sovyet milliyetçiliği ve homo-sovieticusu yaratma çabasından Rus şovenizmine doğru evrilişi aslında bize Stalin’in Sovyetler Birliği’nin içindeki yapısal sorunlarla başa çıkmakta yaşadığı zorluğu göstermektedir. Yönetilmesi gereken “ötekiler” konusu imparatorluk döneminden beri tarz-ı siyaset açısından hep bir sorun olmuştur. Ancak 2.Dünya Savaşı’nın ardından muzaffer tek adam olarak çıkan Stalin için bir şeyleri değiştirmenin vakti gelmiştir. Savaş sırasında Rus olmayan unsurların tavrı, Rusların gözünde güven kaybına yol açmış ve artık Rus hakimiyetinin ötesinde, Ruslara duyulan sadakat temelli bir Sovyetler Birliği anlayışına geçiş olmuştur. Merkezi otoritenin müdahale yeteneği ve savaş galibiyetinin iç politikada yarattığı meşruiyetten alınan güç ile birlikte sadakat ilişkilerine bağlı yeni otonom bölgeler kurulmaya başlanmıştır. Aslında Stalinizm içinde evrilen ve en büyük kırılma noktasını 2.Dünya Savaşı ile yaşayan milliyetler politikasının son hali Kremlin’de Kızılordu şerefine verilen bir resepsiyonda Stalin’in kadehini kaldırırken kurduğu cümlede kendini özetler: “Kadehimi tüm Sovyet halkına; ama her şeyden önce Rus halkının sağlığına kaldırmak istiyorum!”
Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans Programı
Final Soruları ve Yanıtları
SORULAR
1. Dominic Lieven’in imparatorluk tanımlarını göz önünde bulundurarak Çarlık Rusyası ile Sovyetler Birliği’nin ulusal politikalar konusunda süreklilik ve kopuşlarını, Berg Fragner’ın “Sovyet Milliyetçiliği” tanımlamasını da göz önünde bulundurarak tartışınız.
2. Sovyet arşivleri açıldıktan sonra Sovyetler Birliği tarihçiliğinde yaşanan gelişmeleri, Moshe Lewin’in Sovyet Yüzyılı çalışmasını da göz önünde bulundurarak tartışınız.
3. 2.Dünya Savaşı sonrası Stalin’in milliyetler politikasındaki değişiklikleri nedenleri ile tartışınız.
YANITLAR
1. Romanovlar’dan Sovyetlere; İlminski’den Stalin Politikalarına; Etnikleştirmeden Sovyet Milliyetçiliğine Geçiş:
Romanov Hanedanı ülkesinin, yayılmacı politikalarına paralel olarak Rus (ve Ortodoks) olmayan unsurları da içine almasıyla bir imparatorluk haline dönüşümü ortaya yönetilmesi gereken bir “ötekiler” grubu çıkarmıştır. Çarlık Rusyası’nın bu kitleyi yönetirken uyguladığı Ruslaştırma politikaları özellikle Tatarlar üzerinde bir dirençle karşılaşınca devreye 19.yüzyılda Nikolay İvanoviç İlminski’nin “etnikleştirme” politikası girmiş bu yaklaşım 1917 Ekim devriminin ardından Sovyetler Birliği döneminde Fragner’in “Sovyet milliyetçiliği” kavramıyla açıkladığı bir hal alarak Rus olmayan unsurlar üzerinde etkisini sürdürmeye devam ettirmiştir.
Öncelikle bir imparatorluk tanımı yapmak gerekirse bu noktada karşılaştırmalı tarih ve sosyal bilimler için tanımlanması zor bir kavramdır diyen Lieven’a başvurmak yararlı olacaktır. “Fikrimce, imparatorluk büyük bir güç olmalıdır” diyen yazara göre imparatorluk, sadece uluslararası ilişkileri değil var olduğu dönemdeki kültür ve değerleri de şekillendiren; geniş alanlara yayılmanın getireceği kontrol ve diğer sorunları göze alarak bu politikalarını gerçekleştiren; başlıca vazifesi çoklu-etnisiteyi yönetmek olan, adına yaraşır şekilde bir büyük güç, bir başrol oyuncusudur. Bu yönetim sırasında ise sağlanması gereken en önemli şey “hanedana sadakattir” çünkü imparatorluğun yönetim çemberinde bulunan farklı unsurlardan beklenen tek ve esas ortak davranış budur.
Bu noktada bir din farklılığı olan Tatar unsurlar konusu titizlikle dikkate alınmalıdır. Orta Asya’nın fethi sırasında özellikle Müslüman bölgelerin ele geçirilmesi konusunda Çarlık Rusyası ile işbirliği halinde olan Tatar burjuvazisine, Müslüman topraklarda bir Rus hakimiyeti sağlanmasının ardından eskisine nazaran daha az ehemmiyet gösterilse de Çarlık yetkilileri, Müslümanları “batılılaştırabilecek” olan Tatarlar’a bir süre daha bu nedenle yakınlık göstermeyi sürdürmüştür. Fakat Ruslar, 19.yüzyılın son çeyreği içinde bu politikanın tehlikelerini gördüler: Rus topraklarındaki bir Tatar gücü, yüzyılın ikinci yarısında Rusya’nın esas düşmanı olan Osmanlı İmparatorluğu’nun ekmeğine yağ sürüyordu. Ruslaştırılması mümkün olmayan bu unsurlar Romanov Hanedanlığı için büyük bir tehditti ve öncesinde Kadimciler bir koz olarak Tatarların karşısına çıkarılsa da esas “karşı politika”, Panislamizmin kırıcısı olarak etnik özgünlük yolu seçilmişti. Etnikleştirme olarak isimlendirilen bu politikada en küçük gruba dahil kendi dilini, kültürünü yaşatma özgürlüğü verilecek hatta dili olmayan etnik gruplara yeni diller icat edilecekti. Amaç kuşkusuz bağımsızlığı desteklemek değil en önemli tehdit olarak görülen Panislamizmi, diğer bir değişle Tatar önderliğindeki bir Türkçe konuşan ve dini İslam olan halklar birlikteliğini baltalamaktı. Bu tavır ileride deyineceğimiz Stalin’in analizine de aynen uyuyordu.
İlminski’nin fikirlerinde gelişen etnikleştirme politikalarının hedefi olan azınlık grupları, özgürleştirilme umuduyla KADET’lere desteğini sunuyor fakat yönetime gelmelerinin ardından çıkardıkları anayasada “Rusya’nın birlik ve bütünlüğüne” yapılan vurguların ve kurulu düzenin devamına yönelik tavırlarını görmelerinin ardından onlardan umutlarını kesip desteklerini çekiyorlardı. İlginçtir ki Ekim devrimini gerçekleştiren kadroların aldığı halk desteğinde de aynı ton, yani özgürleştirme vaadi çok etkili rol oynamıştır. Derhal barış; toprak ekenin, su kullananın; isteklerinin yanı sıra “bütün iktidar Sovyetlere” sloganı bu umudu en çok yeşerten şeydi. Devrimin ilk yılındaki özgürlük ortamı ve bunu takip eden yıllarda iç savaşta Beyaz Ordular’a karşı kazanılan zaferin Bolşevik yönetimin iktidarını perçinlemesinin ardından şimdi yüzünü kendine çevirme ve “ne yapacağına karar verme” zamanıydı devrim kadroları için. Zira devrim konusunda inançlı ve korkusuzca hareket etseler de yönetime geldikten sonra ne yapacakları konusunda net bir fikirleri yoktu. İşte tam bu noktada Marksist ideoloji Rus Coğrafyası gerçekleriyle harmanlanarak özgün bir model ortaya çıkacaktı. Özellikle Stalin dönemi uygulamalarında en yoğun halini yaşayan bu modelin adı “Sovyet milliyetçiliği” idi. Aslında İlminski’nin fikirlerinde ve etnikleştirme politikalarındaki “Ortodoksluğun yerine Sosyalizmi koyarsak Stalin’in yaptığı şeyi tarif etmiş oluruz.
Sovyet milliyetçiliği, Sovyet tarihinin erken dönemlerinde Sovyet siyasi sınıf önderlerinin himayesinde geliştirilen, sınıf mücadelesi kavramından çıkarsanmamış, Sovyet siyasi ideolojisi içerisinde var olmuş bağımsız ve özgün bir kavramdı. Burada ilk olarak vurgulanması gereken, bahsedilen kavramın “Sovyetler Birliği’nde milliyetçilik” kavramından farklı olması. Marksist düşünce çerçevesi içinde Ulusal Sorun’un çözümünü sınıf mücadelesinden ayrı tutma konusu Stalin’in, Otto Bauer’in Ulusal sorun ve Sosyal demokrasi eserine serzenişte bulunan “Marksizm ve Ulusal Sorun(1913)” adlı makalesinde yeniden üretilerek kanımca Sovyet milliyetçiliğinin ilk adımı atılmıştır. Sonraki yıllarda Stalin’in görüşleri Lenin tarafından desteklenip onaylanınca, devrimden sonra Stalin Sovyet uluslar politikası konusunda önde gelen isimlerden biri oldu. Sovyet milliyetçiliği Stalin’in temel düşüncesini tekrarlayarak adım adım ilerledi ve İkinci Dünya Savaşı sırasında “Sovyet yurtseverliği”nin icadıyla gelişimini tamamladı.
Sovyet düşüncesinde milliyetçilik kavramı ile sınıf mücadelesi arasında temel bir çelişki yaratmayan bu durum aksine milliyetçiliği kontrol eden bir özgün türdü. Kitleleri harekete geçirici bir aygıt olarak milliyetçiliği elden bırakmayan Sovyetler, milliyetçiliğin bu özgün biçimi sayesinde topraklarındaki tüm milliyetçilik akımlarını kendi kontrolleri altında tutuyorlar, “kendi milliyetçiliğini” yaratarak diğerinin yeşermesine izin vermiyorlardı. Bu özgün milliyetçilik kendi egemenliği altındaki ulusal önderlere bağımsızlık dışında çok geniş haklar tanımıştı. Yöneticiler içerideki politik iktidarlarını dışarıdan gelenleri bertaraf ederek kurabiliyor, kendi altsistemlerini yaratabiliyordu. Toprak ilkesine dayalı bu bölümlerde yaşayan ayrı halklar ise kültürel miras konusunda özgürce tartışabilirken (İbn-i Sina Tacik miydi? Farabi Kazak mıydı? Biruni kimlerdendi? Gibi) bu Rus olmayan unsurlara kendi tarihlerinde iz bırakmış siyasi kahramanlarını yaratma izni verilmiyordu. Büyük Petro veya Ivan Grozni’nin bir eşi olamazdı. Fakat tanınmış Özbek tarihçilerden İbrahim Muminov, Timur’un Özbek tarihinde “ilerici” bir rol üstlenmiş olduğunu öne sürdüğündeyse akademik görevine son verilmişti. Kültürel olarak ayrışabilen alt sistemler politik olarak ayrışamazdı. Bir başka deyişle eskiden Romanovlara duyulan sadakat, şimdi Sovyetlere duyularak bir homo-sovieticus yaratılmalıydı. Tüm bu Sovyet Milliyetçiliği politikasının yegane amacı aslında buydu.
Fragner’in de yardımıyla bu politikanın diğer önemli ve özgün niteliklerini kısaca sıralamak gerekirse:
1) Kitleleri harekete geçiren bir araç olarak kullanılması.
2) Zorla modernleştirme sürecinin ayrılmaz bir parçası olması.
3) Yerel bir milliyetçilik ya da etnosentrik bir bakış açkısından kaynaklanmamış ve sonradan icat edilip Sovyet halklarına sunulmuş olması.
4) Sovyetlerin insan mühendisliği projesinde (homo-sovieticus) merkezi bir unsur olması.
5) Amacının milliyetçi söyleme egemen olmak, milliyetçiliği tekeline almak olması.
6) Sovyet bloğu dışında da etkili olması ve Soğuk Savaş yılları boyunca Batı’nın kültürel söylemlerinde de bir unsur olarak yer alması.
Stalin için özekliğin bahşedilmesi, esas olarak “sosyalist ünitarizm” yolunda idari bir araçtı. Zira yukarıda yaptığımız listedeki beş numaralı madde de bu açıdan Sovyet Milliyetçiliği politikasının ve Stalin’in sosyalist ünitarizm gayesindeki yegane amacı oluşturuyordu. Diğer bir açıdan bakacak olursak, milliyetçiliğe hakim olan ve kendi çıkarı doğrultusunda özgün bir milliyetçilik anlayışı yaratan bahsettiğimi politika bir primative strike niteliğindedir. Küçük birimlerin kendi milliyetçiliğini yaratmasına fırsat vermeden yaratılan bir kapsayıcı ve tepeden belirleyici milliyetçilik… Lewin’in ifadesiyle bürokratik ve iç politika açısından sistemin bir hipermerkezileşme hastalığına yakalandığı Stalin döneminde uygulanan bu politika neticesinde Sovyetler Birliğinin yıkılışının ardından ortaya çıkan bağımsız devletler, halihazırda bulunan alt istemlerini koruyup onları kendi üst birimleri haline getirerek “ulus-devletlerini” oluşturmuşlardır. Taşkent’teki Karl Marx heykelinin yerini Emir Timur’unki almıştır. Timur’un resmedilişinde Lenin heykellerine olan öykünme de dikkat çekicidir.
Marksizmin geleneklerine uydurulmuş ve Marksist amaçlara hizmet etmiş olsa da, Sovyet milliyetçiliğinin Marksizm dışında bir kavram olduğu açıktır. Özellikle Stalinist politikalarda İlminski etnikleştirmesinin bir devamı yahut yeni (Sovyet) versiyonu olarak algılanabilecek bu özgün politika nedeniyle Sovyetler Birliği adeta bir “imparatorluk” sistemiyle yönetilmiş, kimi tarihçilerin kullandığı gibi “son imparatorluk” olan Sovyetler Birliği yıkılışının ardından ortaya çıkan yeni birimler de bu politikanın bir çıktısı olarak kendilerini var etmiştir. Sadece doğduğu topraklarda değil, dışarıda da –özellikle 3.dünya ülkelerinde- etkisini göstermiş, kimi ülkeler bağımsızlık iddialarında Sovyet milliyetçiliği çizgisinin sıkı takipçisi olmuşlardır: “ilerlemeci” ve “devrimci” tarihler yazarak ve hatta icat ederek ,ilahlaştırılan soyut bir halk ve onun adına her şeyi yapmaktan çekinmeyen bir iktidar.
2. Tek kutuplu Sovyet Tarihçiliğinden Çok Kutuplu Sovyet Tarihçiliğine:
Sovyetler Birliği tarihçiliğinde bir dönüm noktası olan arşivlerin açılması olayı kendinden önceki iki akım olan totalitaryen paradigma ile revizyonist yaklaşımı geride bırakıp bunlardan ayrı olarak sorulmamış soruları sorarak bu arşiv devrimine paralel olarak tarih yazımı metodlarının çeşitlenmesi ile birlikte post-revizyonist Sovyet tarihçiliğinin doğuşunun nedeni olmuştur. Polonyalı Moshe Lewin tarafından yazılan ve ilk basım tarihi 2005 olan Sovyet Yüzyılı kitabı da bu yaklaşım çerçevesinde değerlendirilecek bir “arşiv devrimi” sonrası eseridir. Kitap, Stalin üzerine odaklanmış ve dönemi anlayabilmek için hem “liderin kişiliği” hem de “koşulların kişiliği” incelenmeli yaklaşımıyla kaleme alınmıştır. Stephen Kotkin’in deyişiyle, bu dönüşüm sürecinde asıl belirleyici olan yeni ortaya çıkan dokümanların ne söylediğinden çok bu dokümanlara sorulan yeni sorular ve bu soruların sorulma sebepleriydi. Fakat önce işin başına dönüp Sovyet tarihi yazıcılığının gelişimini incelemekte fayda var.
Sovyet tarihini anlamak ve açıklamak için geliştirilen ilk büyük model, bugün Sovyet Rusya tarihçileri tarafından “totalitaryen paradigma” olarak adlandırılan, bu okula mensup sosyal bilimcileri tercih ettiği isimle “sovyetoloji”, büyük ölçüde Soğuk Savaş koşulları altında ve keskin bir anti-komünist hissiyat ile şekillenen bir yaklaşımdır ve esasen toplumdan ayrı ve onun üzerinde hüküm süren ceberrut bir devlet tahayyülüne sırtını dayar. Ford, Carnegie, Rockefeller gibi büyük vakıfların da desteklediği Sovyetolog akademisyenler Harward, Columbia, University of California, University of Washington gibi üniversitelerde kurulan özel enstitülerde çalışmakla birlikte CIA, FBI, Amerikan Hava Kuvvetleri ve diğer bazı resmi kuruluşlarla yakın ilişki içinde olmuşlardır. Bu durum açıkça göstermektedir ki bir antitez ve ABD resmi politikası olarak gelişen akım, düşmanı olduğu sistemi ve ülkeyi elindeki sınırlı kaynaklarla açıklamaya ve yermeye meyletmektedir. Bu akıma göre Sovyetler Birliği’ndeki dışarıya kapalı, otoriter ve baskıcı rejimin yönetim aracı terördür ve bu paradigmanın devrime bakış açısı, Ekim devriminin herhangi bir sosyal sınıfın desteğinden yoksun, mevcut kaos ortamını ustaca değerlendirmiş küçük fakat iyi örgütlenmiş radikal bir grubun eseri olduğu yönündedir. Sovyet propaganda materyallerinde olduğu gibi totalitaryen okulun çalışmalarında da Sovyet rejimi yekpare, kararlı, güçlü ve toplum üzerinde son derece etkili olarak tarif edilmiştir. Gözle görünen bilgiler ve tek taraflı politik kaynakların dışında totalitaryen paradigmanın bilimsel olarak nitelendirilebilecek ana malzemesi Harward Sözlü Tarih projesi kapsamında Rus göçmenlerle yapılan mülakatlardır.
1960’ların sonundan itibaren Amerikan dış politikasının içine girdiği kriz süreciyle birlikte bu paradigma cepheden eleştirilmeye başlanmıştır. Sosyalist sistemin kuruluşunu, işleyişini ve sürekliliğini sadece propaganda, baskı ve terör ile açıklamanın mümkün olmadığını savunan bu yeni eleştirel akım “revizyonizm” adıyla anılır. Akımın ana kadrosunu oluşturan “tarihçiler” bu bahsettiğimiz Harward Sözlü Tarih projesi kapsamındaki kaynakların güvenilirliğini sorgulayarak alternatif kaynakları kullanmaya yönelmişlerdir. Kısmen de olsa Sovyet kaynaklarından bir şekilde yararlanan bu akım yeni sorular sorarak yeni cevaplar almış, analiz düzeyini mikro tarih seviyesine çekmeye çalışmıştır. Örneğin ilk revizyonistlerin hararetle tartıştıkları konulardan biri Ekim devriminin sosyal temelleri meselesidir. Bir başka örnekte de emek tarihçileri, totalitaryen okulun iddia ettiği gibi Stalinist politikaların halk desteğinden yoksun oluşunu halkın terör ile sindirilmiş olmasına değil Stalinist endüstrileşme politikalarının sınıf dayanışmasını zayıflatacak uygulamaları da beraberinde getirdiğine bağlamaktadır.
Dönüm noktası Stephen Kotkin’in 1995’te yayımlanan Magic Mountain: Stalinization as a Civilization adlı çığı açıcı çalışması olan Post-revizyonist sürecin Sovyetler Birliği’nin yıkılışı, Soğuk Savaş etkisinin ortadan kalkması ve arşivlerin açılması ile birlikte başladığını, Sovyet Rusya tarihçilerinin klasik revizyonist-totalitaryen ikiliğini aşıp her iki paradigma tarafından sorulmamış yeni soruları sormaya başlayarak geliştiğini söyleyebiliriz. Bu noktada analiz düzeyi devlet yahut toplumdan direk bireye kadar inmiştir. Örneğin Kotkin’in eseri dünyanın en kolay erişebilen demir cevherini çıkartmak ve işlemek amacıyla 1929 yılında kurulan iki yüz bin kişilik dev bir endüstri şehrinin mikro tarihidir. Şüphesiz ki bu eseri yazabilmeyi sağlayan en önemli araç da hem devlet arşivlerinin hem de yerel arşivlerin kullanıma açılmasıdır. Yakın dönemde Sovyet tarihi, Rus diline hakim bir tarihçi açısından, arşivlerin açılması ile birlikte bir “bilgi okyanusuna” dönüşmüştür.
İşte bu bilgi okyanusundan topladığı veriler ışığında kayda değer bir dönem analizi olarak ortaya çıkan Sovyet Yüzyılı kitabı başta da değindiğimiz gibi Stalin dönemi odaklıdır. Özellikle 1930’ları değerlendiren yazar dönemin ana başlıklarını şu şekilde özetliyor ve bunu özetlerken de dönemin resmi belgelerini, mektupları, konuşmaları kullanıyor: kentleşme, sanayileşme, kolektivizasyon, temizlik hareketleri ve göstermelik mahkemeler, eğitimin yaygınlaşması demagojiyle kültürün değersizleştirilmesi, enerjilerin ve insanların seferber edilmesi, hayatın pek çok alanında suçun yaygınlaşması, yeni idari yapılar kurma telaşı… Stalinist dönemin temel iki özelliği olarak Stalin’in kendi hükümet yöntemlerindeki kişisel keyfilik ve despotizm ile Sovyet hükümetinin bürokratikleşmesi ve parti, Sovyet, devlet yönetiminin iç içe girmesidir.
Arşivlerin kullanımı Lewin’in eserindeki Toplumsal Hareketlilik ve Sistematik Paranoya başlıklı bölümde net olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bölüm nüfus hareketlerini ve sosyo ekonomik konjonktürü ele alıyor, araç olarak da başta nüfus sayımları olmak üzere çeşitli resmi kaynakları kullanıyor, rakamları karşılaştırarak derinlemesine bir analiz sürecine giriyor. Varsayımlar üzerinden yapılan çıkarsamaların yerini istatistikler üzerinden yapılan doğrudan karşılaştırmaların aldığı bu dönemin tipik bir eseri konumda olan Sovyet Yüzyılı kitabı, yazar Lewin’in her ne kadar totaliteryan paradigmadan etkilendiği gerçeği göz ardı edilmeyecek olsa da arşiv devriminin ardından yazılan Post-revizyonizm çerçevesinde incelenecek bir eserdir. Çağdaşlarından ayırt edici özelliği ise mikro tarih yerine Sovyet sisteminin genel bir haritasını çıkarmak oluşu ve makro bir bakış açısını devam ettirme yaklaşımı olabilir. Zira kitabın sonuç bölümündeki son başlığın ismi de bu fikrimi doğrulayacak niteliktedir: Sovyet sistemi neydi?
Sonuç olarak 20.yüzyılın ikinci yarısında başlayan Sovyet Rusya tarihçiliğinde hakim paradigmalar totalitaryen paradigmadan, revizyonizme, oradan da post revizyonizme doğru evrilmiştir. Bir önceki tarih yazımı ekollerinin birikimlerinden de faydalanan yeni ekoller temelde eski metodlara eleştirel bakmış ve yeni sorulara yeni cevaplar aramıştır. Arşivlerin açılması ile birlikte bu dönüşüm süreci önceki dönemlerin çok ötesinde bir akademik üretim hızıyla bugün halen devam etmektedir. Elit merkezli ilk dönem paradigmasından, halk kitlelerini ve sosyal sınıfları merkeze alan bir bakış açısına evrilen tarih yazımı içinde siyasi bağlamı öne çıkaran yaklaşım yerini iktisadi, kültürel ve sosyal bağlamları vurgulayan ve bunların politikayla olan ilişkilerinin altını çizen bir anlayışa bırakmıştır.
3. Milliyetler Politikasının Evrimi:
Rus hanedanlığı bünyesindeki toprakların genişleyerek ülkenin bir imparatorluğa dönüşmesi sonucu içinde barındırdığı halklar içinde en büyük nüfusa sahip olan Tatarlar’dı. Rus nüfusun ardından ikinci büyük nüfusu oluşturan tatarların bir kısmı Ruslaştırılmış fakat kalan büyük kesim kültürünü ve dilini devam ettirmekteydi. Üstelik Tatarlar, Rus coğrafyasında bir Panislamist hareketin öncülüğünü yapmaya başlıyorlar, bu birleşme fikri İsmail Gaspıralı’nın faaliyetlerinde vücut buluyordu. Ruslar, gerici İslam’ın din adamlarına karşı hoşgörülü olmakla birlikte bu panislamist hareket onla için ciddi bir tehditti. Çünkü içerisinde milliyetçi unsurlar barındıran bu düşünce akımı eğer dönemin en büyük dış tehdidi Osmanlı İmparatorluğu faktörüyle birlikte hareket ederse hanedanlığın ve ülkenin geleceği karanlık gözükmekteydi. Çarlık, bu birleşme ve rakip güç oluşturma fikrinin karşına bahsettiğimiz gerici İslam önderlerini koysa da bu hamle kalıcı etkiler yaratacak ve sonuca ulaştıracak bir çözüm değildi. O nedenle Gaspıralı’nın “dilde,fikirde,işte birlik” projesinin karşısına İlminski’nin “etnikleştirme” projesi çıkartıldı. Amaç Tatarlara ayrı bir kimlik vererek (ve diğer halklara da) onları Türklük yahut İslam kimliğinden soyutlamak ve özgünleştirmekti.
Etnikleştirme (milliyetler) politikası İlminski’nin ilk çalışmalarından itibaren Orta Asya’da ve Kafkaslarda çeşitli suni halkların oluşturulması, toprağa ve dile bağlı bir sınıflama ve tanımlamanın yapılması, son aşamada ise siyasal ve stratejik bir mantıkla toprakların bölünüp ayrıştırılarak yönetilmesi üzerine kurulmuştu. Fakat devrimin hemen ardından Bolşevik liderler fikir ayrılığına düşüyordu. Lenin “eski usul bir imparatorluk otokrasisi” kurma yanlısı olarak gördüğü Stalin’e karşıydı. Bir mektubunda açıkça “Rus şovenizmine savaş ilan ediyorum” dese de Lenin ve milliyetler politikasının toptan değiştirilmesi gerektiğini savunan Troçki mağlup olmuş, Stalin kazanmıştı. Böylelikle Stalinizmin oluşumundaki birinci aşama tamamlanıyor, iktidar Stalin’e geçiyor ve ikinci safha olan temizlik hareketleri sonucunda tarihsel partinin imha edilmesi ve tarihin yenide yazılması süreci başlıyordu. 30’lu yılların sonuna gelindiğinde Nazi tehdidinin Stalin’in eline verdiği “Alman unsurlarla işbirlikçilik ve ajanlık suçlaması” kozunun da önemli yardımıyla son büyük temizlik hareketi yapılıyor ve 1939 yılına gelindiğinde devrim kadrolarından Stalin dışında kimse kalmıyordu. Süreçteki üçüncü ve son safha ise ideolojik yükümlülükten vazgeçerek Çarlık ideolojisiyle karşılaştırılabilecek milliyetçi bir “büyük güç” ideolojisine sarılarak bunun simgelerini benimsemekten oluşacaktı. Ve Stalinizmin bu son dönemindeki değişim yüksek oranda 2.Dünya Savaşı sonrası yaşanan bir zihniyet değişiminin sonucuydu.
Nazi işbirlikçiliği suçlaması her ne kadar Stalin’in iktidar yöntemi konusunda işine gelen bir koz olsa da Rus olmayan unsurlara karşı Nazilerin ilgisi gerçek dışı bir şey değildir. Özellikle bir çok siyasetçi ve entelektüel büyük bir başkaldırı için Nasyonel Sosyalistlerce Stalin’e karşı cesaretlendiriliyordu. 2. Dünya Savaşın Rusya’ya da sıçraması bu ihtimal halinde olan tehdidi somut bir hale dönüştürüyor, kritik bölgedeki Rus olmayan unsurlar, Rus coğrafyasındaki Sibirya gibi iç bölgelere sürülüyordu. Ayrıca savaş sırasında ele geçen Sovyet askerlerinden oluşturulan Alman lejyonları Sovyet ordusuna karşı savaştırılıyordu ve Stalin bu lejyonlardaki askerlerin tavrını “büyük kardeşleri” olan gelişmiş ve ileri Rus halkına karşı işlenmiş “kolektif bir ihanet” olarak adlandırılıyordu.
Bu lejyonlar her ne kadar savaşın gidişatına çok az etki etse de savaş sonrasında Stalin’in görüşlerini ve politikalarını –özellikle milliyetler politikasında- derinden sarsacaktır. Stalinizmin içinde şekillenen milliyetler politikasının Sovyet milliyetçiliği ve homo-sovieticusu yaratma çabasından Rus şovenizmine doğru evrilişi aslında bize Stalin’in Sovyetler Birliği’nin içindeki yapısal sorunlarla başa çıkmakta yaşadığı zorluğu göstermektedir. Yönetilmesi gereken “ötekiler” konusu imparatorluk döneminden beri tarz-ı siyaset açısından hep bir sorun olmuştur. Ancak 2.Dünya Savaşı’nın ardından muzaffer tek adam olarak çıkan Stalin için bir şeyleri değiştirmenin vakti gelmiştir. Savaş sırasında Rus olmayan unsurların tavrı, Rusların gözünde güven kaybına yol açmış ve artık Rus hakimiyetinin ötesinde, Ruslara duyulan sadakat temelli bir Sovyetler Birliği anlayışına geçiş olmuştur. Merkezi otoritenin müdahale yeteneği ve savaş galibiyetinin iç politikada yarattığı meşruiyetten alınan güç ile birlikte sadakat ilişkilerine bağlı yeni otonom bölgeler kurulmaya başlanmıştır. Aslında Stalinizm içinde evrilen ve en büyük kırılma noktasını 2.Dünya Savaşı ile yaşayan milliyetler politikasının son hali Kremlin’de Kızılordu şerefine verilen bir resepsiyonda Stalin’in kadehini kaldırırken kurduğu cümlede kendini özetler: “Kadehimi tüm Sovyet halkına; ama her şeyden önce Rus halkının sağlığına kaldırmak istiyorum!”
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)